Dönmek. İnsan nereye döner? Neye döner? Nedense bir şeylere, bir yerlere ağız dolusu küfür ederek ayrılanların sevmediği bir lafı kullanmak sinmiyor içime. Döndüm. İşin en çıplak söze dökülmüş hali bu olabilir diyordum. Dağa döndüm. Gören herkes ‘tekrar hoş geldin’ diyor. İçine tükürmek dışında bana çok az şey hissettiren uzak diyarlardan dağlara yaptığım yolculuk ne kadar sürdü? Mesafeleri hangi ölçüyle ifade edeceğime şaşırıyorum. Zamanı ölçülebilir zamanların hangi takviminde ölçüye vuracağımı bilemiyorum. Hem dönmek nedir? Dönmek ayrıldığın yere geri gelmektir. Mecburi ayrılıklar mutlu dönüşlere gebedir. Bazen dönmek yeniden doğmaktır. Tercih edilmiş gidişlerden geri dönmek ise acılara gebedir. Bunun için de tercih edilmiş ayrılıklardan dönmek çoğunlukla acılı bir ölümdür.
İnsan yaşadığı zamanı ve mekanı aklının ve yüreğinin hangi mekanizmasında anlama dönüştürür? Hayatı acılara boğulmuş bir toplumun evladı olmak güzellikleri rüya düzleminde algılamaya mahkum eder insanı. Bu bir algı yanılsamasıdır. Yine viran edilmiş toprakların çocuğu olmak her kötülüğü ve çirkinliği kabus olarak algılamaya zorlar insanı. Yitirilmiş güzellikler ve dayanılmaz acılar insan aklının anlam üretme mekanizmalarını param parça eder. Bu yüzden bu halkların algısı rüya-kâbus denkleminde çalışır. Güzel rüyadan uyanmak korkusu kâbustan uyanma sevinciyle at başı gider çoğu zaman. O yüzden hayatın hakikatlerini yitirmiş olmanın çaresizliğinde debelenip dururlar bu halklar. Kendi gitmelerimi ve dönmelerimi sevinç-özlem denkleminde tarttığımda uyanık kalamadığımı hissediyorum. Nerden geldim? Nereye gittim? Ne yaşadım? Şimdi neredeyim? Ne yapıyorum? Sorularına cevap ararken bütün zaman ve mekan ölçülerini neden bu kadar karıştırdığımı anlamaya çalışıyorum.
Döndüm. İnsan nereye döner? Elbette ayrıldığı yere. Peki ben ayrıldım mı? Ayrılmadığın bir yere nasıl dönersin? Ayrılmadıysam o hasret, o özlem, o yürek burkan, akıl donduran acıları bana yaşatan neydi? Bir kabus mu gördüm? Şimdi bir rüyada mıyım? Uyandım mı? Döndüm mü? Gözlerini açtığında etrafında güzellikler görüyorsan uyanmak güzeldir. Koparıldığın bir yere dönmek de güzeldir. Huzur verir insana. Döndüm lafını sevmiyorum. O yüzden uyandım diyorum kendi kendime. Hoş geldin diyenlere size de rojbaş diyesim geliyor. Oysa çoğunlukla onları benden önce uyanmış ve rojbaş zamanını geçmiş olarak buluyorum. Bunu hissetmiş olacaklar ki, en uzun yolculuk insanın kendine yaptığı yolculuktur. Uyanmak kendine dönmektir. En güzel dönüş kendi özüne dönüştür. En güzel uyanış kendine uyanmaktır. Bedenine ve yüreğine hoş geldin diyor gibiler.
Bir yıl oldu. Gittim mi? Döndüm mü? Yoksa kısa bir uykuda uzun bir rüya mı gördüm? Bir ağacın altında bir dağın tepesinde dünyaya tepeden bakarken aşağı düşme korkusunda içim geçerek bir kabus mu gördüm? Hangi analitik akıl bunun cevabını verebilir? Hangi bilim laboratuarı bu soruya cevaplar üretebilir? Avustralya’nın Alice Springs çölündeki Aborjin kardeşlerim soğuk gecelerin ateş başı sohbetlerinde bir cevap üretmişler. Buna ruhun bedenden ayrılıp gezmeye çıkması diyorlar. Uyanışa da ruhun bedene dönmesi diyorlar. O yüzden onlarda rojbaşın diğer anlamı da hoş geldin’dir. Ruhsuz beden çürür. Bedensiz ruh ise bilinmezliklerinde kaybolur. Ruh-beden bütünlüğü bilebildiğimiz yaşamın gerçek anlamıdır. Her ruh kendine bir beden arar. Uygun bedeni bulunca huzurlu yaşar. Uygunsuz bedenler içindeki ruhlar hep huzursuzdur. O yüzden kendine dönmek, ruhun kendine uygun bedene kavuşmasıdır aslında. Yitmekten korkan ruhun çürümekten korkan bedene kavuşması inanılmaz bir zevk verir insana. Sanırım Budist rahipler buna uyanış diyorlar. Uyanmak doğmaktır aslında bedenini yitirmiş ruhlar için.
Kendi halkımın ruhunu hissetmeye çalıştıkça soykırım kıskacında yitmekten korkan acılı bir ruh görüyorum hep. Kendi yurdunda sürgün olmak, kendi bedeninden sürülmek olsa gerek. Belki de bundan bir türlü uyanamamaktır her halkın korkusu. Korku ya sindirir insanı, ya da direnişe zorlar insanı. Kimi sinmiş, kimi direnen bir ruhla kavgada yaşayan halkımın rüyasını anlamaya çalışıyorum. Anlamak, görmek, hissetmek ruhsal algılarsa eğer, bu kadar anlamsız, kör ve duyarsız kılınmak istenmemizin nedenini bulmaya çalışıyorum. Sürgün yolculuklarımda yaşadığım yitme ve yitirilme korkusunun nedenini bu uyanışta daha iyi gördüm. Nerden sürülmüştüm? Ruhumdaki bu huzursuzluğun nedeni neydi? İnsanın ülkesinden kopması ruhunun bedeninden kopması gibidir. Ruhumu yanık bir tenin altındaki bu gövdede neden huzura kavuşturamadığımı, dağlıların bedensel ölümü neden bu kadar küçümsediklerini şimdi daha iyi anlıyorum galiba. Her insanın gerçek bedeni, bedenine uygun ruhu bulması aslında ruhun yurt edinmesidir. Bedensel ölüm eğer gerçek bedene gömülmeyle sonuçlanıyorsa ruh huzura kavuşacaktır.
Peki Kürt ruhunun bedenine en uygun gövde hangi yurttur? Ovalar sinmiş ruhların mekanı, şehirler yitik ruhların mekanına dönüşüyorsa gerçek beden hangisidir? Şimdi daha iyi anlıyorum. Kürt ruhunun bedeni kendi yurduysa, bu yurdun dağları direngen ruhların tek bedeni olabilir. Bu yüzden dağlar korkusuz, dağlar direngen, dağlar huzur veriyor insana. Sinmiş ruhların, korkak yüreklerin dağı öcü gibi görmesini anladıkça bir cam ekranın karşısında bile kendi yurdumun dağlarına özlem, hasret, sevinç ve huzurla bakan halkımı daha iyi anlıyorum. Dağa çıkmak bir ruh göçüdür aslında. Bedeninden kopmuş ruhların bir uyanışla bedenini fark etmesinin, yaşamı hissetmesinin sevinci ve huzuru.
Döndüm. Sevinçliyim. Huzurluyum. Bedenimde olduğumu hissetmek için yıldızlara bakıyorum her gece. Ve hiç sönmeyen Çobanyıldızı’na bakmanın neden bu kadar hüzne bulaşmış bir sevinç, ürkek bir huzur yarattığını daha iyi anlıyorum şimdi. Yıldızlarla arama bir şeyin girememesinin yüksekliği ve yakınlığı ruh-beden birlikteliğinde yaşamı hissettiriyor insana. Çünkü biliyorsun burada ölmek bile bir ruh yitimi değil, insanın kendi bedenine gömülüp huzur getirecektir.
Döndüm. Uyandım. Yıldızlara baktım. Huzurluyum. Yolculuk nasıl mı geçti? Kâbusta rüya gören biri gibiydim. Kâbus gibi bir yolculukta savrulan bedenim acılarda kıvranırken ruhum hep kendi gerçek bedenime kaçıyordu. Hani derler ya yediğin-içtiğin senin olsun, gördüklerini anlat. İnsan aklının kendini teselli mekanizması kabusları çabuk unutmak biçiminde çalışırmış. Ya da kâbusları başkalarına da anlatarak hafifletilebilir korku. Uzun bir kâbustu. Toprağa basamamak, yollarda yürüyememek, ışık kirliliğinde yıldızlarını yitirmek, izbelerde kendi aklından kaçma çabası, huzuru hasretlik sohbetlerde aramak. Ve en kötüsü kâbusta olduğunu bilmek ama uyanamamak. Kaçış olarak kendi kâbusunda çaresizce kendi rüyalarına sığınmak.
Gün doğumunu ilk karşılayan bir tepede son nöbetçinin rojbaşına uyanmak. Dönmek bu olsa gerek. Ya da doğmak. Dönmek, uyanmak ve doğmak. Hangisidir yaşama başlamak? Bilemiyorum. Uyku sersemiyim. Közde yanmış ekmeğin yanına koskoca bir lalik mercimek koyup dibini silmek kabus gördürüyor adama galiba. Son bir yıl ki halim kabus görmüş olma yorgunluğuyla yaşama yeniden uyanma huzuru ve sevincinde gidip geliyor. Her gece ayazda Çobanyıldızı’na bakıp titreyen bedenimle uyumadığımı kendi kendime ispatlamaya çalışıyorum. Ve her sabah kendi bedenime uyandığımı ispatlamak istercesine mağaranın tünelinden fırlıyorum güneşin doğuşunu izlemeye.
Döndüm. Ayaz gecelerde gökyüzünün berraklığı huzur veriyor ruhuma bedenim tir tir titrese de. Bulutların üzerinde bir ada gibi yüzen dağların arkasında doğan güneşin ilk ışıklarının vurduğu taşı okşarken sıcacık ellerim. Güneşin ulaşmadığı her şey haram. Yıldızları göremeyen her göz kör. Haramda yaşamak haramsa ve yaşamak görmek ise yaşıyorum. Helal, huzurlu, sıcacık.
Döndüm. Ne mi buldum? Çoğalmış kendimi. Bedenini bulmuş ruhumu. Ve hasret kaldığım huzurumu. Huzuruma döndüm. Hoş mu geldim? Evet! Rojbaş…
Jêhat Bêrtî
- Ayrıntılar
Bir Kürdistan şafağında daha bir ayın sonunu bir başka ayın eşiğine devrederken anlıyoruz ki ülkemizde bir tek haziran değil, bütün aylar şehit kokar Haziran,o ayların en nazenin olanından.Zira o, Zilan’dan iz alan, Zilan’ın sevgi yasasından doğan, bütün yaşamsal damarlarımıza fedailik çağrısı taşıyan ve Zilan karakteri çığlık olan…
Bir otuz haziranı daha karşılarken Zilan yoldaşın tanrıça görkeminde yarattığı tarihsel pencereden bakıyor, ateşin orta yerinde geçen 16 yıllık mirası kana kana içiyoruz. Kadın özünü tanımaktan aciz bütün yargıları yerle bir eden, bizi kadınca zamanlara taşıyandır Heval ZİLAN. 16 sene önce Munzur’un akışıyla gelen, Dersim’de Besé’nin öyküsünü destana taşıyan, Filistin’deki Sena Em Heydeli’den pay alan bir kahramandan bahsediyoruz. Sadece kendi ülkesine değil, bütün Ortadoğu’daki hakikat algısını dillendiren o güzel kadından, halkların çiçeği olan o insandan bahsediyoruz.
Bu anlamda heval Zilan, bütün zaman ve mekanları aşan, yaşadığı anla tarih olandır. Hiç eskimeyen, silinmeyen, istense de unutulamayan, bir ilk’e imza atan ve hep öyle kalandır. Herkesin derin uykularda olduğu zamanlarda, düşleri gerçeğe taşırmayı bilendir. Ülkesinin çocuklarına bir masal olmayı başarandır. Kadınlık dünyasındaki kâbuslardan uyandırıp özgürlük hayalleri peşinde koşturandır. Bu sebeple eskimeyen, bugünümüzün en diri, en canlı çağrısıdır. Bu tanrıça zılgıtı olan fedai, bütün tanrıların sahte tarihine baş kaldırandır. O sadece bir eylem kahramanı değil, komploya karşı kalkandır. Önderliğe gerçek yoldaş olandır. Duyargalarını yitirmiş bu çağın orta yerinde kadın ruhsallığıdır. Ülkemizin ve bütün insanlığın hakikat avcısı olan Önderliğimize hiçbir kötülüğün yaklaşmasına izin vermeyen ve hepimizin içindeki rüyayı temsil edendir. O, hepimiz için Önderliğe dokunabilendir. Damıtılmış güzellikten sadakatiyle önderliğin yüreğine damlayabilendir.
Bugün yüzümüzü döndüğümüz Kabe olan şehitlerimizi anarken, bütün mevsimleri onların gözünde görüyoruz. Her aya nakşettikleri simalarında geleceği görüyoruz. Şubat’ta baştan ayağa Viyan oluyoruz. Mart’ta Zekiye’den selam alıp Sema’larda yüceliyoruz. Mayısın ılıman yüzünde Haki ile başlayıp bir şehit ırmağına dönüşüyoruz. Zilan’la haziranlaşıyor, hasat vakitlerinin eylül ve ekiminde Ruken ve Çiçek oluyoruz ülkemize. Uçurumların uğultusunda Beritan, Sivas sınırlarında Bermal oluyoruz. Ve biliyoruz ki, bu coğrafyada özgürlüğün kanatlarına dokunabilmek için her saati, her günü, her ayı, her yılı destanlaştırmadan, Zilan rengiyle aynadan bakmadan gerçek yüzümüzü göremeyeceğiz. Bu anlamda belki de bugün anı anına bu ruhu yaşamak, halkımızı ve Önderliğimizi korumanın yegâne yoludur. Çünkü şehitlerimiz ve bir inanca dönüşen Zilan yoldaşımız sadece geçmişimiz değil, bugün ve geleceğimizdir. Kişiliğinde fırtınalar estiren Zilan arkadaşın fedai ruhu bugün her zamankinden daha fazla kulağımızda çağrı, yüreğimizde özgürlük inancı, dilimizde Haziran türküsü, gözümüzde halkımıza bahşedeceğimiz aydınlık geleceği ifade etmek durumundadır. Biz ancak böyle ulusumuzun alın akı olabiliriz.
Devrimci halk savaşı gerçekliğimizin tarihsel akışına baktığımızda görüyoruz ki, devrimin yıldızı gibi, halkın gözbebeği gibi ve savaşın en can alıcı noktasında erdemli savaş kahramanı yoldaşlar tanıdık. Bu yoldaşların kahramanlık sırrı, çizilen sınırların dışına çıkmayı başaran bir hissiyata sahip olmalarıydı. Heval Zilan da böylesi tarihsel bir sürecin onur abidesi kahramanlarımızdandır. Biz ne kahramanlarımıza ne de kahramanlarımızın eylemlerine geçmişte kalan destanlar gibi ve masal kahramanları gibi yaklaşamayız. Onlar, gönül gözüyle hissediş deryalarından geçtiler. Önderliğin zeki, akıllı, duygulu ve dürüst yoldaşları olmayı başarabildiler. Bu anlamda bizler onlardan uzak değiliz, olmamalıyız, olamayız. Başta heval Zilan ve bütün kahramanlarımız devrimin yaratımı halkımızın özünden damıtılmış, özgürlüğü ifade eden özümüze en yakın bir hakikattirler. Tarihe uzaklıklar penceresinden değil an’ın tarihle buluştuğu var oluş öykülerinde onlar yanı başımızda olmalı; uzağımızda değil yakınımızda olmalı. Tarihimizi unutturmayan günümüz olmalı.
İşte bu nedenle bugün en çok onların gözleri bizim aynamız, yürekleri pusulamız olmalı. Zira heval Zilan’ın kendini doğurduğu koşullar günümüze çok benzemektedir. Çünkü hala komplo bütün katmerliğiyle sürmekte, halkımız her gününü soykırım cenderesinde geçirmekte, Önderliğimiz amansız esaret koşullarında tutulmakta, kadınlar ve halklar beş bin yıllık erkek egemenlikli zihniyetin katliamlarından geçmektedir. Bu anlamda her zamankinden daha fazla bugün Zilan yoldaşın ruhu önümüzü aydınlatan ışık olmaktadır.
Devrimci halk savaşımızın geldiği aşama heval Zilan’ın aklıyla gerillacılık taktiklerine, stratejik esaslarına fedailiğin zafer yaratan ruhuyla yaklaşmamızı buyurmaktadır. Yeni başarılarımızın Zilanca izler taşıması kaçınılmazlarımızdandır. Belki de bugün değerlerimize karşı duyarlı olmanın zirvesinde seyretmemiz her zamankinden daha fazla güncel olmalıdır. Bu, heval Zilan’dan bize bir çağrı ve heval Zilan’ın en temel özelliklerindendir. Devrimci halk savaşının zaferi Zilanca yaşamın ilkelerinde gizlidir. Her eylemimizde onun bilinciyle ve özgürleşme arzusuyla nefes almayı bilmeliyiz ki, özgürlüğü en çok hak eden ulusumuza onurlu ömürler bahşetmesini bilelim.
Tarihin ve an’ın çağrısı bize gösteriyor ki,yüzünü Zilan gerçeğine dönen normal yaşayamaz. Sıradan sınırlarda seyredemez hakikatin yakıcı gerçekliğini. Zilan’ın ellerine dokunabilen insanın yüreği Ateşgah olur. Zagroslarda, Toroslarda zalimi yakan kıvılcım olur. Onun yoldaşlığından pay alan Önderliğin etrafındaki ateşten çemberin bir halkası olur. Bütün gerilla kokan zamanlarda nefes nefese halkına umut vadeden olur.
Görüyoruz ki hepimizin yüreğindeki kahramanlık öyküsü Zilan’da somutlaşıyor. Geçmişimizi onurlandıran, geleceğimize onurdan bir baş tacı sunan aynı kahraman oluyor. Bize çocukluğumuzun hayallerini hatırlatan, kadınlığımızı kutsallaştıran, insanlığı gururlandıran, devrimciliğimize yüce anlamlar katan, savaşçılığımızın bütün erdemlerinde özgürlüğü bize yakın kılan aynı kahraman. Öykümüzde yürek ve beynimize damlayan ZİLAN…
Sana bağlılığımızı ifade edecek tek anlam senin yüreğinle özgürlüğe vereceğimiz o selam.
Leyla SORXWİN
- Ayrıntılar
Dün akşamüstü TC televizyonlarında haberleri izlerken Türkiye cumhuriyet tarihinin en sosyopat olan kişisi ekrana çıkıyor. Namı diyar İ. N. Şahin. Tekirdağ’da sözde hemşerileriyle buluşmuş, hemşeri ayaklarını takınacak. Her nedense söz dönüp dolaşıp bize geliyor. Yani gerillalara. Uyku kaçması dedikleri durum herhalde bu oluyor. Yat kalk bizi konuşuyorlar. Yani gerillaları.
Hatırlayanlar, izleyenler ve dinleyenler bilir Türkiye’nin sözde büyükleri bugün nereye giderlerse gitsinler, ne yaparlarsa yapsınlar, nereye uçarlarsa uçsunlar karşılarına bizler yani gerillalar dikiliyor. Öyle ki tüm rüyalarına gerillalar giriyor.
Gerilla ise onların uyku kaçıranıdır, gerilla onların can sıkıntısı. Ve birde onların canını alacak Azrail…
İşte Türkiye cumhuriyet tarihinin en büyük sosyopatı yani a sosyal tipi olan bu az kaslın E.T. diyecektik ama o dünya dışı yarattığa hakaret etmemek için İ. N.’si “bunlar her yerde eylem yapabilirler, her yere gelebilirler, her yere gidebilirler” mealinde sözlerle sözde bizim ne kadar tehlikeli olduğumuzu söylemeye çalışıyor. Doğrusu iyi de söylüyor.
Biz her yerdeyiz ve hiçbir yerdeyiz. Bunu bileceksiniz. Biz sizin o en rahat uykularınızın uyku kaçıranlarıyız. Sizin tatillerinizin baş ağrıtanıyız. Yolda yürürken ayağınıza çelme takanıyız. Uçakla uçarken bomba bırakanıyız. Arabayla giderken tuzak döşeyeniyiz. Gezmeye çıkarken yol keseniyiz.
Evet, bizler sizin derin uykularınızın ve de o kendinizde çok emin ve gizemli rüyalarınızın dağıtıcılarıyız. Ve biz var oldukça ne size uyku olacak, ne rüya göreceksiniz, ne gezi yapacaksınız, ne rahat dolaşacaksınız, ne istediğiniz yere gideceksiniz, ne de kafanızın estiği gibi konuşacaksınız.
Biz var oldukça siz bir bizi konuşacaksınız. Size başka bir şey tattırmayacağız. Bizle yatıp bizle kalkacaksınız. Hani diyorlar ya nerenin Sendromu diye, artık sizin için de bir Sendrom oluşmuştur. Bunun adı Gerilla Sendromu’dur. Ve bu sendrom öyle sandığınız gibi erkenden iyileştirilemez. Tedavisi neredeyse mümkün değildir. Geçmez. Adamı ters köşeye yatırarak sonunda Bakırköy’e yollar.
Bu durumu bilen İ. D. İsmindeki uzaylı gerillaya “mağara yaşamını, taş devri” yaşamını bırakın diyerek sesleniyor.
İ. D. İsmindeki kişi siz merak etmeyin. Biz değil ki sadece mağaralarda hatta sizin deyiminizle taş devrinde yaşarız. Halkımız için gerekirse Buz Devrinde de yaşarız. Yeter ki halkımız özgürlüğüne kavuşsun. Yeter ki halkımız sizin sömürge boyunduruğunuzda kurtulsun. Yeter ki halkımız gelecek aydın yarınlarda mutlu yaşasın. Yeter ki halkımızın da bu dünya da yaşayacağı özgür bir toprak parçası olsun.
Evet, yeter ki halkımız sizin faşizan zulmünüzde kurtulsun ve varsın bizler yani bu halkın gerillaları Buz Devri şartlarında yaşayalım.
Ama şuna emin olun ki; bizler Buz Devri şartlarında yaşasakta Gerilla Sendromu hepinizi Bakırköylük yapacaktır. Gerilla size rahat uyku tattırmayacaktır. Rüya görmenizi engelleyecektir.
Boşuna zamanında bir şair:
“Biz çoktan erittik Yüreklerimizin çelik potasında” ki o sizin dile getirdiğiniz yaşamı. Biz çoktan baş koyduk halkımızın -bedeli ölümde olsa- haklı davasına.
K. Nurhak
- Ayrıntılar
Kürt halk önderliğiyle yaklaşık bir yıldır TC devleti görüşmelere izin vermiyor. Dünyada eşine az rastlanır ağır bir tecridi uyguluyor. Hiçbir hukuk kuralı dikkate alınmadan bu insanlık dışı uygulama ısrarla Kürt halkının psikolojisine ipotek koymak için uygulanıyor.
Bu kadar faşizan bir uygulamayı dediğimiz gibi dünyanın başka ülkelerinde görmek zordur. Ya da çok istisnaidir. Böylesine anti insani bir uygulamayı Guantanamo gibi esir kampı olarak kullanılan kampta ancak görebilirsiniz. Ancak bir farkla; oradakiler bunu açıkça yaparlar. Gizlemezler. Örtmezler.
Ne var ki bir halkın önderliğine dünyanın dediğimiz gibi en aşağılık uygulamasını faşist TC devleti hem uyguluyor hem de halkımızın karşısına çıkararak “Kürtlerin ve de PKK’nin buna yol açtığına” utanmadan söylüyorlar. Hitler’in ruh ikizi olan Erdoğan’ın baş danışmanlarından olan Yalçın Akdoğan ismindeki kişi aylar önce “PKK Öcalan’ı dışarı çıkarmak istemiyor” diye kaç tane makale yazdığını herkes biliyor. Bu teoriye göre Kürt halk önderliğini tutsak eden, görüşmelerinin önünü engelleyen PKK’dir.
Evet, dünyanın başka yerlerinde hukuku ayakaltına alan yaklaşımlar yaşanabiliyor. Hukuk çiğnenebiliyor. Ancak bu pişkinler bu kez ekranların karşısına ve de basına çıkarak “kendileri istiyorlar” demiyorlar. “kendileri görüşmek istemiyorlar” demiyorlar.
Ahlaksızlığın sınır tanımadığı, dibe vurduğu böylesine bir nokta da alçaklığı sınırsızlığa çıkaran başkaları da vardır.
Sözde Kürt hem de Kürt aydını geçinen böyleleri en son olarak aynen Yalçın Akdoğan’ının söylediklerini yeniden pişirerek:
“PKK’nin izlediği strateji, Öcalan’ı ebediyen İmralı’da tutma stratejisidir ve Öcalan’ın bunu anlamamış olması mümkün değildir.
Görünürde çok istiyor olmalarına rağmen, Öcalan’a ev hapsini; ne, arkasında durmayan, onu zor durumda bırakan, adeta “bundan da kurtulduk” kıvamında söylemleriyle tercihlerini, Kürt hareketindeki statükocu anlayıştan yana koyan başta Ahmet Türk olmak üzere, Leyla Zana’nın partili arkadaşları, ne de önderlik diye diye önderliği son üç beş yıl içinde etkisiz hale getiren PKK liderleri istiyorlar” diyerek saldırıya geçiyorlar.
Bu sözleri sarf eden sözde bir Kürt. Ve birde sözde aydın geçiniyor, hem de Kürt aydını. Ve sözde bir Kürdistanlı. Ama biz Kürtlerin artık tarihi bir bilinci var. Bir tarihi şuuru var. Yani artık yeni Kürtler olarak balık hafızalı değiliz. 15 saniye önce olmuş olayları unutmuyoruz.
Hatırlayanlar bilir. Önderliğimize en aşağılık ve alçakça tecridi uygulayanlar ve bu tecridin uygulanmasında baş danışmanlık ve akıl bentlik yapan kişilerin başında Yalçın Akdoğan geldiğini yukarıda yazdık.
Tesadüf ya Akepe’nin baş danışmanın söylediklerinin bir Kürt hem de sözde aydın olan böyle bir Kürt allayıp pullayıp aylar sonra yine önümüze koyuyor.
Alçaklığın sınırları olurda bu kadar pervasızı olmaz. Bu kadar aşağılığı olmaz. Bu kadar ahlaksızlığı olmaz.
Ama şunu açıkça söyleyelim: “Sadece ve sadece böylesine sınır tanımayan bir alçaklığa yol vermemek için bile olsa bizler ayakta kalmaya devam edeceğiz. Bizler halkımızın özgürlük değerleri için ayakta kalarak direnişimizi kesintisiz sürdüreceğiz.
Şunu da söyleyelim: PKK var oldukça hiçbir alçaklığa Kürdistan’da geçit verilmeyecektir.
Kürdistan’da yaşanan ezilen tüm direnişlerin ardından ihanet, alçaklık, hainlik cirit atmıştır. Direnenlerle alay edilmiş ve ihanet edenler, işbirlikçilik yapanlar ödüllendirilmişlerdir.
Ancak bu kez tarihin seyri böyle izlemeyecektir. Bu kez dediğimiz gibi sadece ve sadece bu ihaneti, bu işbirlikçiliğe izin vermemek için bile olsa sonuna kadar direneceğiz. Ve tarihin sayfalarına sizin bu ihanetinizi ve de halk düşmanlığınızı ihanet ve işbirlikçilik diye geçirip bu halkın şuuruna ve bilincine böyle geçeceksiniz.
Şıho Dirlik
- Ayrıntılar
Boşboğazlık almış başını gidiyor. Herkes bir şeyler söylüyor. Herkes yeniden stratejist, herkes yeniden ultra siyasetçi ve ultra asker kesildi. Ne söylediğini bilmemeye, ağzına geleni söylemeye toplumumuz boşboğazlık diye tanımlıyor.
Evet, boşboğazlık almış başını gidiyor dedik. Başını da Türkiye’nin sözde büyükleri çekiyor. “aklı başına alsınlar”, “teslim olsunlar”, “silah bıraksınlar”, “bu yolun sonu yoktur”, “kandil’i alırız”, “bitiririz”, “3,5 teröristler” gibi gerçekten de temeli olmayan, boş, kof, iş olsun dostlar pazarda görsün söylemleri. Ve birde dediğimiz gibi ağza ne geliyorsa, o an duygular neyi yaşıyorsa, niyetler neyi arzuluyorsa onlar frensiz bir şekilde dile getiriliyor.
Hâlbuki yüz yıllar önce Hz. Ali boşuna: “söz içinizdeyken sizin köleniz, ağzınızdan çıkmış ise siz onun kölesi olursunuz” sözünü boşuna söylememiştir. Yine başka benzer bir söz de Hz Ali’ye atfen: “keşke boynum Zürafa’nın ki kadar uzun olsaydı da ağzımdan çıkan sözleri çıkana kadar terbiye edebilseydim” diye.
Ne var ki Türkiye büyükleri bu sözlerden bir türlü nasibini almamışlardır. Ağızlarında çıkacak sözlerin köleleri olacaklarını halen idrak etmemişlerdir. Halbuki söylediklerine sadık kalmaya kalmaya devasa bir toplumu inançsız ve hastalıklı kılmışlardır. Hamaset sözlerle bir toplumun kişilik yapısını bozdurlar. Ve birde belki de en kutsal olan politika sanatını “yalancıların işidir” dedirtir hale getirerek toplumu boşa düşürdüler.
Örneğin bir Arınç var. Bir şu sözlerine bakıp gülmemek elden değildir:
"Bu dinamik kıtanın, bu gayretli, çalışkan insanların geçmiş yakın tarihte yaşadıkları acılı, sıkıntılı günleri bildiğimiz için böyleyiz. Çünkü Türk milleti olarak biz sömürgeciliğe karşıyız. Tarihimizin hiçbir döneminde sömürgeci olmadık”. Bizde inandık. Kürdistan’ı işgal edeceksiniz, dillerini vahşi bir dil olarak tanımlayacaksınız, tanrının onlara bahşettiği dilden konuşmayı yasaklayacaksınız, tüm yeraltı ve yer üstü zenginlerine el koyacaksınız, bir halkın kültürel mirasını askeri strateji ve politik çıkarlarınız için tasfiye ederek sular altında bırakacaksınız ve sonrada dönüp sömürgeci değiliz diyeceksiniz. Bu kadar boşboğazlık dünyanın hiçbir yerinde görülmez. Sömürgecisin. Hem de dünyada eşine ender görülen bir sömürgecilik uyguluyorsun. Sonra da bak “Tarihimizin hiçbir döneminde sömürgeci olmadık” diyerek ekranların içine gözünü dikerek konuşacaksın.
Başka bir Türkiye büyüğü unvanı ise cumhur reistir: Cumhurbaşkanı Gül, " Bölgedeki bütün vatandaşlarımın, “Kürt vatandaşlarımın, hepsi terörle, teröristlerle aralarına çok kesin mesafe koymaları gerekir” diyerek bir halka maruz gördüğünüz teröristliği başkasına yıkacaksınız.
Hızını alamayanlarda var, “asla bir Kürt devleti buralarda kurumayacaksınız” diyerek yeniden yeniden Kürtleri küçümseyen sözleri boş boş kullanmaktan kendini alıkoyamıyorlar. Hani: “Ne renklerinden ne inançlarından ne de kıyafetlerinden dolayı bir insanın bir diğerinden daha üstün” değildi.
Birde Kandil’i, Zap’ı, Behdinan’ı fethedenler vardır. Siz önce Türkiye’nizin içine hakim olun. Siz önce Amanoslara ve Karadenizlere ve de yerler bir olmuş karakollarınıza hakim olun. Ondan sonra biraz konuşabiliriz. .
Halbuki bu kadar sorun ve yamukluk varken böyle boş boş konuşmak tek kelimeyle gevezeliktir derler. Yeniden
Kişi dili altında saklıdır. Konuşturunuz, kıymetinden neler kaybettiğini anlarsınız” demiş.Beyler konuştukça batıyorsunuz, konuştukça kıymetinizin kalmadığını anlamıyor musunuz? . Hâlbuki: “Bir gerçeği savunurken, önce ona kendimiz inanmalıyız, sonra da başkalarını inandırmaya çalışmalıyız” demiş büyükler. Söylediklerinize inanmıyorsanız bari başkalarını inandırmak için boşboğazlık etmeyin, boş boş konuşmayın.
Kasım Engin
- Ayrıntılar
Rüzgâr eken fırtına biçermiş. AKP 12 Haziran 2011 genel seçimleri ardından ektiklerinin sonuçlarını biçiyor. Aldığı yüzde ellilik oy oranına bakarak kendini kaybeden ve Saddamlaşan duruşun yarattığı kefareti ödüyor. Demokratik siyaseti hakir görüp teslim almak isteyen, seçilmiş milletvekilleri zindanda tutan, siyasi soykırım operasyonlarını sürdüren, Kürtler üzerindeki faşist polis terörünü daha da azgınlaştıran, İmralı ve Oslo görüşmelerinin sonuçlarını elinin tersiyle iterek Kürtlere topyekûn soykırım savaşını dayatan tutumun yarattığı sonuçları biçiyor.
Böyle olduğu için Başbakan Tayyip Erdoğan Oramar savaşı ardından ciddi bir açıklama bile yapamıyor. Suçluluk psikolojisi tümüyle yüzüne yansıyor. Bu nedenle konuşurken başını kaldırıp kameralara bile bakamıyor. Çünkü mevcut yaşananların sorumlusunun ve suçlusunun kendisi olduğunu çok iyi biliyor.
Fakat Başbakan Tayyip Erdoğan’ın suçlu olduğunu bilip bir suçlu gibi konuşmasına ve davranmasına rağmen, kraldan daha kralcı bazı yağdanlıklar Tayyip Erdoğan’ı aklama ve PKK’yi suçlama gayretlerini her zamanki gibi gösteriyorlar. Bu konuda bazıları o kadar ileri gidiyor ki, söyledikleri sözleri AKP sözcüleri düzeltmek zorunda kalıyorlar. Sanki otuz yıldır süren kesintisiz bir çatışma ve savaş durumu yok da, daha yeni bir silahlı çatışma oluyormuş gibi bir hava veriyorlar. Sanki PKK ateşkes ilan etmiş, barış olmuş, anlaşma sağlanmış da, sonrasında sözünde durmayıp anlaşmayı bozmuş gibi bir ortam yaratıyorlar.
Barış havariliği başını almış gidiyor. Akan kanın durmasından, PKK’nin derhal ve koşulsuz silah bırakmasından, genç ölümlerin sona ermesinden bol bol söz ediliyor. Tabi bu arada yaşadığı çaresizlik ve çözümsüzlük sonucu “PKK başını alsın, nereye gidiyorsa gitsin” diyen de var. Yaşanan olayları derinliğine ve çok yönlü anlamaya çalışarak Kürt sorununun çözümü üzerinde büyük bir ciddiyetle düşünen ve tartışan da.
Elbette konuya ciddiyet içinde yaklaşıp Kürt sorununun çözümü için çare arayanlara diyecek bir şeyimiz yok. Bizim gönlümüz ve çabamız onlarla birlikte. Fakat ciddi ve tutarlı olmayanlara elbette sözümüz var. Her şeyden önce belirtelim ki, herkes ciddi olmak durumunda. Başta Kürt sorunu olmak üzere toplumsal sorunlar ciddiyet ister. Böylesi sorunlara laubali tarzda yaklaşılamaz.
Bu konuda söz söyleyen öyleleri var ki, ‘barıştan’ söz etmeleri, ‘akan kan dursun’ demeleri adeta timsahın gözyaşına benziyor. Bir Kürt, bir PKK’li vurulunca adeta görmez, duymaz oluyor. Ama bir Türk, bir asker vurulursa kızıl kıyameti gösteriyor. Peki kim inanır bu çifte standarda? Türk ve asker olanınki can ve ölüm de, Kürt ve gerilla olanınki can ve ölüm değil mi? Bir PKK’li vurulunca ağzı kulaklarına varanların, bir asker vurulduğunda barıştan ve kan akmamasından söz etmeleri inandırıcı olabilir mi?
Böylelerine şu soruları sormak gerekiyor: Kürt halkının Önder olarak sahiplendiği Abdullah Öcalan ile üçyüzotuzbeş gündür hiçbir görüşme yaptırılmazken, Kürt halkının onuru ve gururu kırılırken neredeydiniz? Kürt gençleri ve kadınları üzerinde polis terörü uygulanırken, Kürt çocukları zindanlara doldurulup tecavüz edilirken, Kürt kızları yatılı bölge okullarına alınıp fuhuşa zorlanırken, Kürt dili ve kimliği yasaklanırken neredeydiniz? Onbine yakın Kürt aydını, siyasetçisi, seçilmiş milletvekili ve belediye başkanı tutuklanıp zindanlara doldurulurken ve anadilleri Kürtçe ile kendilerini mahkemede savunma hakkı bile verilmezken neredeydiniz? Hatip Dicle’nin milletvekilliği düşürülürken, Bekir Kaya şahsında Van halkının seçilmiş iradesi zindana konurken neredeydiniz? Kimyasal Necdet’in savaş uçakları Roboski’de otuzdört Kürdü katlederken neredeydiniz? Urfa zindanında insanlar alevler içinde cayır cayır yakılırken neredeydiniz? Geçen bir yıllık süre içinde AKP polisi ve ordusunun saldırıları altında üçyüz civarında Kürt katledilirken neredeydiniz? Aralık 2011- Mart 2012 arasında Cudi’de yapılan operasyonlar sonucunda üslenme halindeki yirmibeş gerilla katledilirken neredeydiniz? Ağır kış koşulları altında ve kar içinde üslenme halindeki onbeş kadın gerilla alçakça katledilirken neredeydiniz? Bestler’de, Erzurum’da, Dersim’de kar altında kırktan fazla kadın-erkek gerilla katledilirken neredeydiniz?
Bu tablo çok daha fazla uzatılabilir. Belliki Kürt gerillaların direniş eylemleri gerçekleştirmeleri için haddinden fazla gerekçeleri vardır. Saldıranın ve katledenin AKP olduğu, Kürtlerin ve PKK’nin bu saldırılara karşı kendini savunabilmek için direndiği gözler önündedir. Bazılarının bu gerçeği görmemeleri ya da görmezden gelmeleri, sadece çatışmanın ve ölümün Oramar’da yaşandığını öne sürmeleri anlaşılır değildir. Bu durum böylelerinin ne kadar gözü kara katliamcı ya da katliam yardakçısı olduğunu gösterir.
Böyle faşizm yardakçıları yanında bir de gerçeği saptıranlar var. Böyleleri ellerindeki medya gücüne dayanarak kendi hayallerine göre sanal bir PKK yaratıyorlar, kendi uydurma PKK’leri hakiki PKK gerçeğine çarpınca kıyameti koparıyorlar: Kalleşler, hainler, biri diğerini dinlemiyor, verdikleri sözü tutmuyorlar, vs. vs!.. Özellikle son olayda KCK Yürütme Konseyi Başkanlığı’nın “Verdiği sözü tutmadığını” belirtiyorlar. KCK Yürütme Konseyi Başkanı Murat Karayılan adına hangi sözün verildiğini de kendileri belirliyorlar. Halbuki KCK’nin, belirttikleri gibi bir sözü yok. Sözkonusu “Görüşme, ateşkes, silah bırakma” tartışmaları üzerine KCK Yürütme Konseyi Başkanlığı “Biz bu tartışmaların içinde değiliz, bunların gerçekle bir ilişkisi yok” biçiminde net açıklama yapmış olmasına rağmen, bu resmi açıklamalar tümüyle görmezlikten geliniyor. Yalan, iftira ve psikolojik savaş olur da bu kadarı gerçekten hiçbir yerde görülmemiştir.
Çatışmalar yoğunlaştığında öne çıkan bir tartışma da “Silah bırakma” olmaktadır. Bir yerde küçük bir gerilla eylemi olsa bazı çevreler hemen “PKK ne zaman silah bırakacak? Hemen silah bırakması lazım” gibi tartışmaları gündeme getiriyorlar. Hatta bazıları ise o kadar ileri gidiyor ki, PKK’nin silah bırakacağı yeri, zamanı, biçimi tartışmaya başlıyor. Tabi böylelerinin silahla ve elinde silah olanlarla hiçbir ilişkileri yok. Ama öyle bir havada tartışıyorlar ki, sanırsın PKK silah bırakmak istiyor, onlara başvuruda bulunmuş, onlar da yer ve zaman belirliyorlar! Halbuki böyle bir şeyin aslı astarı yok. Yani kendi kendine gelin-güvey olma durumu yaşanıyor.
Nedense bu konuları hiç kimse elinde silah olanlara sormuyor. Onların ne düşündüğü hiç dikkate alınmıyor. Dağda silahlı olanların “Silah bırakma” biçiminde bir gündemlerinin olup olmadığına hiç bakılmıyor. Adeta dağdaki silahlı olanlar adına, onlarla hiç ilişkisi olmayanlar düşünce ve karar üretiyor. Bu konuda o kadar ileri gidilip adeta kendilerini de inandırıyorlar ki, sanırsınız PKK adına konuşuyorlar! Bu biçimde toplumun bilinci çarpıtılmaya çalışılıyor.
Halbuki bu konular konuşulacaksa, öncelikle muhataplarının görüşlerine başvurmak gerekir. PKK’ye söz hakkı tanımak gerekir. Oysa böyle yapılmıyor. Ortaya bir sürü “PKK sözcüsü”, PKK adına konuşan çıkmış! PKK’nin silah bırakıp bırakmayacağına bakılmadan, “PKK görüşü” diye bir sürü saçma sapan söz ileri sürülüyor. PKK’yi silahsızlandırmak isteyenler, sanki buna PKK karar vermiş gibi davranıp, “Nasılına” çözüm bulmaya çalışıyorlar. Öyle ki, bu konuda birbirini suçlar hale geliyorlar.
Oysa PKK tarafından “Silah bırakma” veya daha hafifi “Ateşkes” üzerine yapılmış hiçbir açıklama yok. PKK yeni bir stratejik dönemden ve silahlı direnişle Kürt sorununu çözmekten söz ediyor. Elbette bu, AKP’yi yenmek anlamına geliyor. Dahası, Leyla Zana’nın da bir süre önce belirttiği gibi, silahlı gerilla güçleri Kürt özgürlüğünün “Güvencesi” olarak görülüyor. Öyle ya, PKK durduk yere, laf olsun diye silah kuşanıp dağa çıkmadı. Birileri “Silah bırakma yöntemi bulsun” diye de silahlanmadı. Kürt sorunu gibi Ortadoğu’nun en ağır sorununu çözmek için silah kuşanıp dağa çıktı. Peki Kürt sorunu çözülmeden silahı nasıl bırakacak?
Bir de güncel yaşananlar var. Dağda bu kadar silahlı gerilla varken ve bir fedai mücadelesi yürütülürken Kürtler bu kadar inkar edilir, katliama uğratılır, zindanlara doldurulur, kültürel soykırıma tabi tutulurken, acaba gerilla olmasa Kürtlere ne yapılmaz ki?!.. Son doksan yılın acı tecrübesiyle her Kürt bir de bunu hatırlıyor ve her zaman kendine soruyor!
Selahattin ERDEM
YENİ ÖZGÜR POLİTİKA
- Ayrıntılar
Sömürgeci Türk devletinin askeri uçağının bir başka sömürgeci devlet tarafından düşürülmesi üzerine, gündem birden bire değiştirildi. AKP devletinin de böyle bir gündem değiştirilmesine ihtiyacı vardı. Öteden beri Suriye’ye askeri bir müdahalede bulunarak Suriye rejimini tasfiye etmek, Müslüman Kardeşleri iktidar yaparak Güneybatı Kürdistan devrimini bastırmayı amaçlıyordu. Çünkü Güneybatı Kürdistan’da Kürt halkı fiili olarak Demokratik Özerklik sistemini kurmayı gerçekleştirmiştir. Bunun Kuzey Kürdistan devrimine nasıl pozitif etkide bulunacağı bilinen bir gerçekliktir.
Türk devleti bu amacını gerçekleştirmek için Suriye devletine bir provokasyon düzenlemiş oldu. Böylelikle hem Kürdistan özgürlük gerillasının 19 Haziran devrimci hamlesinin yarattığı sarsıntının etkisini kırmak hem de Suriye devleti ile ister gerilimi tırmandırma isterse bir çatışma biçiminde gelişecek durumlar Türk sömürgeci devletinin Kürdistan Özgürlük mücadelesinin yarattığı sarsıntıdan kurtarmaya yetmeyecektir.
Her halkın ülkenin ve Önderliğin kendi temel sorunları ve onun gündemi vardır. başkalarının gündemlerinin peşine düşenler, kendisi olamayan ve kendi çıkarlarının bilincinde olmayanlardır. Kürdistan özgürlük hareketinin ve halkının gündemi Önder APO’nun ve Kürdistan halkının özgürlüğüdür. Bugün Kürdistan halk önderi Abdullah Öcalan’ı ağır bir işkenceye dönen tecrit altında tutan ve Kürdistan da soykırım rejimini sürdürerek Kürtleri tarihten silme stratejisini uygulayan sömürgeci AKP devletidir. Dolayısıyla bu sömürgeci soykırımcı politikalara son verilmemesi üzerine Devrimci Halk Savaşına mecbur edilmiş bir halkız.
Türk sömürgeciliğinin kuruluş felsefesi ve zihniyeti Kürdistan halkının ve Kürdistan’ın özgürlüğüne kapalıdır. Onun için devrimci halk savaşı bir zorunluluk haline gelmiştir. Bugün Önder APO üzerinde yürütülen ağır tecrit, siyasi soykırım operasyonları ve gerillaya yönelik imha amaçlı operasyonları yanı sıra Roboski ve Urfa cezaevinde yapılan katliamlar bunun en açık ispatı olmaktadır. Son zamanlarda Kürt Ulusu ile alay edercesine, Kürt çocukları beş yıl Türkçe eğitimle Türkleştirildikten sonra, “haftada iki saatlik seçmeli ders uygulamasına geçileceğinin” açıklanması Kürt ulusuna bir kez daha nasıl yaklaşıldığını göstermektedir. Dolayısıyla artık kendisine Kürdüm, yurtseverim, Müslüman’ım, suni ve aleviyim diyen hiçbir Kürdistanlının yönünü Ankara’ya dönmemesi gerekmektedir. AKP sömürgeciliğinin bu kadar saldırganlaştığı bir dönemde L. Z gibi birisinin Kürtlerin katilini cilalayarak Kürtlere satmaya kalkışması dışında hemen hemen hiçbir Kürdün umudu kalmamıştır. Avrupalılar Saharov ödülünü verdiler, ne yazık ki sömürge toplum psikolojisinden yakasını kurtaramayan, ruhunu temizleyemeyenler böyleleri Türk devletinin yöneticilerinden aferin almaya daha fazla önem verirler. Roboski başta olmak üzere 2002’den bu yana yüzlerce Kürt çocuğunun, gencinin, kadınını, sivilinin ve gerillasının kanını dökmüş T. Erdoğan başta olmak üzere AKP’nin kurmaylarından “aferin” almak L. Z’nın başını göklere değdirmiş olmalı! Bu aferinden sonra sevinçten mi, halkın öfkesinden çekindiği ya da söylediğinden pişman olduğu için mi bilinmez . Tabi ki bu herkese nasip olmaz! Çünkü Kürtler özgürlükleri için bu zalimlere karşı onurlu direnişi seçmişlerdir. Aferin almak derdine ve peşine düşmemişlerdir. İnsan daha yeni anlıyor ki L.Z bugüne kadar Roboski katliamı için neden Başbakan ve AKP’ye karşı ciddi bir tavır göstermemiş. Demekki tüm Kürtlerin, özgürlük hareketinin göremediği bir “ Kürt dostluğu”nu Tayyip Erdogan’da yalnızca L.Z görüyormuş! Demek bu kadar derinlere bakabiliyormuş!
Haziran ayının son haftasına giriyoruz. Zilan Yoldaşın şehadetinin yıldönümünü karşılayacağız. Zilan Yoldaş Önder APO’ya karşı 6 Mayıs’ta gerçekleştirilen bombalı suikast karşısında ve o dönem Kürdistan halkı üzerinde uygulanan sömürgeci devlet terörüne karşı fedai eylemini gerçekleştirmişti. Yani Önderliğe karşı ve halka karşı yapılan saldırılara karşı Zilanca “ EDİ BESE” demiştir. 25 Mayıs 2012 tarihinde ERİŞ ve ANDOK arkadaşlarında Zilanca “EDİ BESE” diyerek Kayseri Pınarbaşın’da polis karakoluna dönük fedai eylemi gerçekleştirmişlerdi. Gerilanın baharla birlikte başlayan eylemleri ve en son Oramar, Rubarok ve Şıtazın’da gerçekleştirilen devrimci operasyonda “EDİ BESE”nin gerilla tarafından ifade edilişiydi. Gerilla da düşmana tarihinde vurulan en önemli darbelerden biri olan bu devrimci operasyonla “EDİ BESE” demiştir. Ve Türk sömürgecileri halen bu operasyonun ağır etkisi altında bulunmaktadırlar.
Kahraman Kürdistan halkı da bu sürece öncelikle sömürgeci ve soykırımcı AKP devletinin başbakanı olan T. Erdoğan’ın Amed’e gelişine “dur” diyerek katılmıştır. T. Erdoğan’ın Amede gelişine kepenk kapatma ve sokaklara çıkmama eylemi ile karşı çıkan Amed halkı katliamlara, soykırıma ve sömürgeciliğe “EDİ BESE” demiştir. Kürt halkının “EDİ BESE” tutumu Van’da gerçekleştirilen ve Kürt halkının seçilmiş temsilcilerini rehin alma operasyonları olarak somutluk kazanan rehin alma saldırılarına karşı geliştirilen serhıldanlarla devam etmiştir. Yine Colemerg’te de rejimin bakanlarına karşı aynı tutumla cevap vermiştir. Eriş ve Andok Yoldaşların cenazelerine Gever ve Farqin’deki görkemli sahipleniş hem fedaileşme çizgisini sahipleniş hem de sömürgeciliğin zulmüne “EDİ BESE anlamına gelmektedir.
Şüphesiz ki halkımızın bu düzeyde sahiplenişi önemlidir. Fakat bu düzeyde sahiplenmekle beraber yetersizdir. Zalimin zulmüne son vermeyen her şey sonuçta yetersizdir. O halde gerilla da serhıldandaki halkımızda bu gerçeği görerek zalimin Kürdistan’daki varlığına son vermelidir.
Ama nasıl?
Dikkat edilirse gerilla Kuzey Kürdistan’ın kırsal kesimlerinde harekete geçmiş ve sömürgeci AKP rejimini sarsan, haddini bildiren devrimci operasyonlar gerçekleştirmiştir. Halkımız da yukarda saydığımız eylemliliklerin yanı sıra bütün Kürdistan sathında ve Türkiye metropollerinde eylemlilikler gerçekleştirmişlerdir. Fakat bu eylemler daha çok talep ile sınırlı kalan, gerilla ile eş zamanlı gerçekleşmeyen eylemlilikler olmuştur. Örneğin Kürdistan’ın herhangi bir şehir, kasaba ve mahallesine sömürgeci polislerin girişine ve operasyon yapmasına karşın kendi mahallesini, sokağını ve köyünü korumayı hedefleyen bir eylem gerçekleştirememiştir. Yine Van ve ilçelerinde görüldüğü gibi seçilmiş temsilcilerini istediği zaman rehin alabilen Türk sömürgecilerine karşı gerçekleşen eylemler sadece bunu protesto etmekle sınırlı olmuştur. Van halkı protesto etmeyi değil de rehin alınmalarını engelleme temelinde aynı kitlesellikle karşılık verseydi acaba sömürgeciler bu kadar rahat ve hemde sevinçten havaya ateş açarak Bekir Kaya’yı zindana gönderebilirler miydi?
Öyle anlaşılıyor ki halkımız sömürgeci AKP zulmüne karşı büyük bir tepki ve öfke içerisindedir. Ancak bu öfkesini henüz “ bu topraklar benim, biz Kürdüz bu inanlarda Kürt ve bizi yönetmek için seçtiğimiz yöneticilerimizdir. Ey sömürgeci Türk devleti, sen hangi hakla bu insanları rehin alıyorsun” dememiştir. Halkımızın bilinci, örgütlülüğü, birlik düzeyi, öfkesi ve özgürlük talebi bu eşiğe gelip dayanmıştır. Bu eşik serhıldanla aşılmak durumundadır.
Eriş ve Andok Yoldaşlar iki Kürdistanlı genç olarak bu eşiği aşmışlardır. 19 Haziran’da gerillanın gerçekleştirdiği devrimci operasyon bu eşiği kıran bir adım olmuştur. Dolayısıyla halkımız bu eşiği kırmak ve aşmak için 30 Haziran’da soykırımcı ve sömürgeci AKP devletinin başta Önder APO üzerindeki esaretine ve Kürt Ulusu üzerindeki esaretine Zilanca, Erişce ve Andokça “ EDİ BESE” demelidir.
Özellikle gerillanın 19 Haziran Devrimci operasyonundan sonra ortada sanki bir “Barış” ortamı varmış, müzakereler yapılıyormuş da gerillada bunu “provoke” etmiş gibi bir hava yaratılmaya çalışılmıştır. Böyle bir algı bilinçli olarak oluşturulmak istenmektedir. Bunun gerçekle bir alakası yoktur. Bütün bunlar halkımızı mücadelesiz bırakma, beklentiye sokma amaçlı özel savaş oyunlarıdır. Halkımız ne Türkiye- Suriye gündemine nede özel savaşın hazırladığı gündemlere aldırış etmeden serhıldanlarını Zilan, Eriş ve Andok ruhu ile yükselterek 14 Temmuz Ölüm Orucu eylemcilerini selamlamalıdır.
Herdem Serhıldan
- Ayrıntılar
27 Temmuz 2011 tarihinden bu yana Kürt Halk Önderliğiyle TC devleti kimsenin aklına almayacağı uyduruk gerekçelerle avukatları ve ailesiyle görüşmelere izin verilmiyor. İleri düzeyde ağırlaştırılmış bir tecrit ve izolasyonla Kürt halk önderliğine karşı düşmanca bir tutum takılıyor.
Kürt halk önderliğiyle avukatlarının ve de ailesinin görüştürülmemesinin gerekçeleri de hazır: “koster bozuk,” “koster tamirde,” “hava muhalefeti” gibi çuvala sığmayacak kadar büyük yalanlarla dolanlarla halklarımızın gözünün içine baka baka bugüne kadar bu utanç tablosunu getirdiler.
Bir halkın iradesi olan, bir halkı yoktan neredeyse var eden, Ape Musa’mızın dediği gibi “bizde sıfıra getirdik” ten bugüne getiren, siyasal ve ideolojik iradesi olmuş olan bir önderliği böyle ucuz gerekçelerle, tüm insan haklarını da ayakaltına alarak alay etmelere halkımızın vereceği cevabının da olacağını her zaman söyledik.
Halkların tarihinde halklara kimlik kazandırmış kişililiklere o halklar tarafından özel önem atfedilir. Var olma yok olma süreçlerinde böyle büyük rol oynayan kişilikler için halklar büyük bedeller ödeyerek ayakta tutmaya çalışırlar. Öyle ki Kürt halk önderliği şahsında görüldüğü gibi yüzlerce Kürdistanlı genç, kadın, ana, çocuk bedenlerini ateşe vererek ona karşı yapılan her yaklaşımın kendi onurlarına yapılan bir saldırı olarak ele almış ve bu doğrultuda fedai eylemi başta olmak üzere, insanın en kıymetli varlığı olarak bedenlerini feda etmekten geri durmamışlardır.
Evet, bir halk için bir kişi bu duruma gelmiş ise o kişi ya da o kurum o halkın kırmızıçizgisi olmuştur. Onuru olmuştur. O kişi ya da o kuruma karşı yapılan her hareket o halka yapılmış olarak ele alınacak ve ona göre o halk ya da topluluk topyekûn o kişi ya da kurumu korumak için gözünü kırpmadan canını sergilemekten de durmayacaktır.
Kırmızıçizgi dedikleri gerçeklik de budur. Birçok konu üzerinde tartışılabilir, konuşabilir, konsensüse varılabilir, ara yol bulunabilir ancak bir halk için bir birey ya da bir mesele kırmızıçizgi olmuşsa orada her şey durur.
Kürt Halk Önderliği: Kürt halkı, Kürt kadını, Kürt anası, Kürt çocuğu ve de Kürt gerillası için bir kırmızıçizgidir. Bu kırmızıçizgi dikkate alınmadan yapılan her hareket ve davranışa karşı Kürt halkı ve onun gerillası refleksini gösterir, göstermiştir ve de gelecekte de gösterecektir.
En son Şemzinan, Yüksekova ve Çukurca alanlarında yapılan kapsamlı Devrimci Operasyonu TC devletinin yaklaşık bir yıldır sürdürdüğü “koster bozuk, koster tamirde ve de hava muhalefeti” nedeniyle Kürt halkına ve onun gerillasına karşı yapılan onur kırıcı yaklaşıma karşı BİR “GERİLLA MUHALEFETİ” olarak okumak en doğru yaklaşım olacaktır.
Bizler özgürlük hareketinin gerillası ve de taraftarları olarak bundan böyle önderliğimize karşı yapılan her ters ve onur kırıcı yaklaşıma karşı gerillalar olarak Hava Muhalefetinize karşı “Gerilla muhalefetimizi” çok ileri düzeyde yükselteceğiz.
Bu bağlamda “Gerilla Muhalefetimiz” her geçen gün çok ileri bir düzeyde yükseleceğini de açıkça belirtelim.
Yeniden belirtecek olursak; Kürt halk önderliğine karşı gösterilecek her yaklaşım, Kürt halkına karşı girişilecek her davranış gerillalar tarafından daha hassas bir şekilde takip edilerek cevabı bundan sonra çok daha sert verilecektir.
Hayri Engin
- Ayrıntılar
Birkaç gündür Türkiye toz duman. Herkes ne olup bittiğini anlamak istiyor. Yeniden senaryolar ve komplo teorileri tezgahlanmaya başlandı. Yeniden temcit pilavı gibi bilinenler pişirilmeye ve dillendirilmeye başlandı.
Halbuki özgürlük hareketi olarak bu gidişatın iyi bir gidişat olmadığını hep söyledik. Sadece bunu söylemedik, bu yazın çok sıcak geçeğini de birçok yoldaşımız aleni herkesle paylaştı.
Cumhurbaşkanı olacak zat “zamanlama önemli, iyi şeyler olacaktı” gibi aslı astarı olmayan düzmece yalanlar söyleyerek birilerinin bu süreci sabote ettiğini söylemeye getiriyor.
İyi şeyler olmuyor. Çok mu zor gerillanın bu iyi olmayan ve iyi gitmeyen süreci kapsamlı eylemliliklerle yeniden rayına koyacağını ön görmek. Kimi Türk yazar “bak eylem yapacaklarını söylemiştik” diyerek ne kadar da öngörülü olduğunu göstermeye çalışıyor.
Beyler öngörülü olmanıza gerek yoktur. Yorum yapmanıza gerek yoktur. Bizler yapacağımızı önceden söyleriz ve ardından da yaparız. Aleniyiz. Kimileri için savaş bir hile ve fen işidir. Belki de doğrudur. Ancak bizler bu gidişatın iyi bir gidişat olmadığını ve değişmemesi durumunda kapsamlı müdahalelerde bulunacağımızı açıkça ve alenen belirtmiştik. Dediğimiz gibi çok mu zor bunları öngörmek.
Gerillaya karşı aralıksız operasyon yapacaksın, seçilmişleri günlük olarak içeriye atacaksın, her gün bir köşede bir Kürt gencini katledeceksin, 34 insanı katlettiğin halde nedenini söyleme gereği duymayacak ve katledilenlerin ailelerini içeriye atarak cezalar vereceksin, taş attıkları için çocukları içeriye atıktan sonra tecavüz edeceksin, içeriye atıklarını cayır cayır zindanlarda yakacaksın, genç kızlarına tecavüz ederek Kürt kızlarının tecavüz edilmelerini teşvik edeceksin, Kürt halkının önderliğine yaklaşık bir yıldır tecrit uygulayacaksın, Kürt halkının diliyle alay ederek “Kürtçede medeniyet dilimidir” diyerek gırgırını geçeceksin, bir poşu taktığı diye bir gence 11 yıl hapis cezası vereceksin, polisleri it sürüleri gibi halkımızın üzerine salacaksın sonra da dönüp bu eylem ve operasyon nereden çıktı diyeceksin? Ve de “zamanlama önemlidir” diyeceksin.
Devrimci operasyonlarımız bu faşizan zihniyetiniz devam ettikçe hiç hız kaybetmeden devam edecektir. Hatta daha da güçlenerek sürdürülecektir.
Öncelikli olarak polislerinizi hedefleyeceğiz, faşizminize destek sunan kültürel soykırımı yürüten faşist partinin üyelerini ve yöneticilerini hedefleyeceğiz, askerlerinizle işbirliği yapanları hedefleyeceğiz, devletinizin ülkemizin zenginliklerini ve kültürel mirasını yok eden tüm girişimcilerinizi hedefleyeceğiz, Kürdistan’da kültürel ve sosyal soykırımı yürüten ne kadar güç varsa hepsini hedefleyeceğiz.
Evet, açıkça yeniden belirtelim: Devrimci Süpürme Hareketlerimiz; faşizanca, Yeşil Türkçü ırkçı söylemlerle düşmanca saldırılarınız sürdükçe devam edecektir.
Silahın miadının dolup dolmadığını tarihin bu momentinde herkese özelde de faşizanlığı adeta meslek haline getiren Akepe siyasetine ve iktidarına göstermek bizim boynumuzun borcu olsun.
Rojhat Bluzeri
- Ayrıntılar
Oramar ve Staza eylemleri ardından Türk devletinin büyükleri her telden büyük konuşmaya yeniden başladılar. En büyük tehdidi Türk devletinin cumhurbaşkanı olan Gül savurdu. Halkımıza bizleri yani özgürlük sevdalısı özgürlük hareketi yandaşları ve gerillasını kast ederek “teröristlerle aranıza kesinlikle mesafe koyun” diyerek açıkça tehdit etmiştir.
Öncelikli olarak bir terörist varsa sensin ve senin başında bulunduğun devlettir. Daha da ileriye götürseniz “sizin babanızdır” terörist deriz. Her ne kadar babanızın sizin bu faşizan ve insanlık dışı açıklamalarınızda bir suçu yoksa da sizin kulağınızı çekmediği için sizin suçlarınıza ortak olmuş olmaktadır. Özcesi buralarda bir terörist varsa o da sizin faşist Türk devletinizdir. Sizin sömürgeci devletinizdir. Sömürgeci kokmanın da ötesinde sömürge kültürünü yayan Türk İslam sentezinizdir.
Bir kere bizim ülkemizde kimi tehdit ediyorsunuz? Kim kimin ülkesini işgal etmiş?
Kim kimin ülkesinde insan haklarını çiğniyor?
Kim kimin ülkesinde kimin dilini yasaklıyor?
Kim kimin ülkesine yerel halkın diline ket vurarak, seçmeleri ders önererek bunu büyük bir devrim adımı olarak ele alıyor?
Kim kimin ülkesinde askeriyle, polisiyle, ajan provokatör yapısıyla ve de birilerine para vererek bir halka zulüm ediyor?
Kim kimin ülkesinde bir halkın tüm haklarını ayaklara altına alarak çiğniyor?
Kim kimin ülkesinde bura halkı tarafından seçilmişleri kelepçeleyerek zindanlara dolduruluyor?
Kim kimin ülkesinde kız çocuklarına okullarda fuhuşu zorlayarak “dağa çıkmaktansa fuhuş yapsınlar” diyerek bir halkın onuruyla alay ediyor?
Kim kimin ülkesinde çocukları taş attıkları için yıllara mahkum ettikten sonra ucubelerin eline vererek ahlaksızca tecavüz ediyor?
Kim kimin ülkesinde gencecik kızlara yüzlerce askeri saldırtarak ardından da “gönüllü yapmış” diyerek bir halkın gözünün içine baka baka “size böyle yaparız” diyor?
Kim kimin ülkesinde 12 yaşındaki bir çocuğa 13 kurşun sıkarak katlediyor?
Kim kimin ülkesinde kameraların karşına çıkarak çocukların kollarını kırıyor?
Kim kimin ülkesinde analarına onlarca polisle saldırarak copluyor?
Kim kimin ülkesinde ekmek kapısı olan kaçakçılık yaptıkları için uçaklarla 34 genci katlediyor?
Kim kimin ülkesinde gencecik gerillalarına kimyasal silahlar kullanarak katlediyor?
Kim kimin ülkesinde kimi aç bırakıyor, susuz bırakıyor, beş kuruşa mahkum ederek çöplerde geçimini sağlamaya zorluyor.
Evet, kim kimin ülkesinde kime posta atıyor?
Bu ülkede birilerine mesafe konulacaksa öncelikli olarak sizin faşizan zihniyetinize, terörizminize, aşağılamalarınıza, katletmelerinize, ırkçılığınıza, tekçiliğinize, inkar ve imhanıza, paralar dağıtarak verdiğiniz silahlara, parçalamalarınıza, bölmelerinize, halkımızı küçük düşürmelerinize mesafe koyacaktır.
Bu ülkenin halkı birilerine mesafe koyacaksa öncelikli olarak Türk devletine ve onun ırkçı zihniyetli, asimilasyonist politikalarını güden militarist partilerine koyacaktır.
Evet, halkımız Türk faşizmine karşı topyekûn bir mesafe koymalıdır. Türk faşizmiyle arasına mesafe koymayanları ise ülkemizin kapıların dışarı çıkmaları için onlara açık olduğunu söyleyerek sömürgecilerin yanlarına gitmelerini yolunu göstererek yurtseverlik görevlerine her zamankinden daha fazla sarılarak göstermelidirler.
Engin Sincer
- Ayrıntılar