Bütün partiler birbirleriyle tartışsa da seçim mücadelesinin esas olarak AKP ile BDP arasında geçeceği anlaşılıyor. Başbakan Tayyip Erdoğan’ın Bayburt’tan verdiği mesaj bunu açıkça gösteriyor. Yoksa gerçekleri tersyüz ederek Başbakan’ın BDP’yi suçlamasının başka bir anlamı olamaz.
Önce BDP’nin seçime katılmasına fırsat ve imkan verilmedi. Ardından BDP’nin desteklediği bağımsız adaylar YSK marifetiyle veto edilerek seçim dışı bırakılmaya çalışıldı. Tam bir Kürt düşmanı terör örgütü olarak hazırlanan polis halka saldırtılarak faşist terör tırmandırıldı. Tüm bunları tersyüz eden Başbakan Tayyip Erdoğan ve AKP sözcüleri ise BDP’yi daha çok suçlar hale geldi.
Bunların arasında bir de bizzat Başbakan Tayyip Erdoğan ile yağdanlıkları “Artık Kürt sorunu yoktur” savını dillendirmeye ve propaganda etmeye başladı. Bunlara göre “Kürt sorunu çözülmüş, Kürtçe sorunu varmış”! Bir halktan kopuk olarak onun dili nasıl sorun olur, elbette anlamak zordur.
İnsan bu savı duyunca hemen inanamıyor, şaka yapıldığını sanıyor. Çünkü aklı başında insanların ileri süreceği bir şey değil. Fakat bu sözlerin ciddi ciddi söylendiği ve ısrar edildiği görülüyor. Bu durumda elbette herkes soruyor: Ne değişti ki Kürt sorunu ortadan kalktı?
AKP çevrelerinin bu soruya verdikleri cevaplar da şöyle: “Kürt kökenli vatandaşlar”ın varlığı artık kabul ediliyor! Kürtçe türkü söylenebiliyor! TRT-6 Kürtçe yayın yapıyor! Kürtçe öğreten kurslar açılabiliyor!
Kuşkusuz bunlar eskiye göre bir değişikliktir. Eskinin ulusalcı faşist iktidarının kaba inkar ve imha yaklaşımına göre kısmi değişimi ifade ediyor. Ancak bu değişiklikler nasıl yaratıldı ve neyi ifade ediyor? Değişikliklere bu çerçevede de bakmak gerekiyor.
Öncelikle herkes kabul ediyor ki, bu değişiklikler Kürt halkının büyük cesaret ve fedakarlıkla yürüttüğü mücadeleyle yaratıldı. Bunun için Kürtler kırk yıldır direniyorlar. Binlerce şehit verdiler. Yüzbinlercesi tutuklandı ve çok ağır işkencelerden geçtiler. Kısaca hiçbir şey mücadelesiz kazanılmadı. Özellikle de AKP tarafından hiçbir şey verilmedi. Her şey dişe diş bir mücadeleyle kazanıldı.
Diğer yandan mevcut değişikliklerin hiçbirinin kalıcı olmadığını, yani örgütlü Kürt halkı dışında koruyucu bir güvencesi bulunmadığını da herkes bilmektedir. Kısaca bu değişikliklerin hiçbir Anayasal, yasal dayanağı yoktur. Hepsi fiili birer uygulama durumundadır ki, yapıldıkları gibi her an fiilen durdurulabilirler de. Böyle bir durumda hiç kimse bunu engelleyemez.
O halde bu değişiklikler ne anlama geliyor. Kürt halkı açısından, mücadele ederek kimlik ve özgürlük konusunda fiilen bazı gelişmeler yaratıldığı anlamına gelmektedir. Devlet ve AKP hükümeti açısından ise, Kürtlerin gelişen mücadelesi karşısında zorlanarak eskinin kaba inkar ve imha çizgisini yürütememe ve Kürt özgürlük mücadelesi karşısında varlık gösterebilmek için daha inceltilmiş ve maskeli bir inkar çizgisini uygulamaya çalışmayı ifade etmektedir.
Yani AKP’nin “Hak verdik, sorunu çözdük” dediği, aslında Kürtlere karşı mücadeleyi daha da inceltmek ve maskelemek olmaktadır. Kürtlere karşı özel savaşı daha da derinleştirmek ve yoğunlaştırmak anlamına gelmektedir. Ortada Kürt sorununun çözümü değil, Kürt soykırımının daha gizli, sinsi, maskeli yöntemlerle yürütülmesi vardır.
O halde Başbakan Tayyip Erdoğan ve AKP sözcülerinin “Kürt meselesi artık yoktur” demeleri, gerçekte “Kürt yoktur” demeyi ifade etmektedir. Eskisi gibi açıktan “Kürt yoktur” diyemedikleri için, şimdi örtülü bir dille “Kürt meselesi yoktur” demektedirler. Böylece bir yanıltma yapmaya çalışmaktadırlar. Ortada özgürlüğünü tam kazanmış Kürt olmadığına göre, yine “Kürt sorunu da yoksa”, o zaman bütün bunlardan “Kürt yoktur” sonucunun çıktığı açıktır.
Aslında AKP bazı değişiklikler yapmıştır, hakkını yememek gerekiyor. Eskinin Kürd’ü kaba ret ve inkar çizgisi yerine, “Kürt kökenli vatandaş” deyip yine her şeyi “Tek dil, tek millet, vs…” edebiyatına bağlayarak inceltilmiş bir yeni Kürt inkar ve imha çizgisi yaratmıştır. Yani Kürd’ün inkar ve imhası yine esastır; fakat eskiden kaba ret ve açık asker terörü vardı, şimdi inceltilmiş ve maskelenmiş bir inkar ve polis terörü vardır. Kısaca AKP politikası daha sinsi, gizli, oyun dolu ve tehlikelidir.
İnkar ve imha çizgisindeki bu söylem değişikliği, imhayı gerçekleştiren terör yöntemlerinde de belli bir değişikliği içermektedir. Yani eskinin jandarma baskısı ve JİTEM terörünün yerini şimdi polis terörü almıştır. Kısaca jandarmanın yerine polis koydunmu diğer her şey aynıdır. Yine evleri basmak, zindanları doldurmak, işkence ve katliam, yine zulüm ve aşağılama devam etmektedir. Sadece eskiden bunu jandarma yaparken, şimdi polis yapmaktadır. Kenan Evren ile Tayyip Erdoğan arasındaki fark ve değişiklik işte bundan ibarettir.
Yoksa bizzat Başbakan tarafından Kürtler yine aşağılanıyor ve her fırsatta tehdit ediliyor. Her gece onlarca Kürt evi polis tarafından basılıyor, her gün sokakta çocuklar ve kadınlar polis tarafından öldüresiceye kadar dövülüyor. İkibinin üzerinde Kürt siyasetçi tutuklu. Hapisteki Kürt çocuğu, genci binleri, on binleri buluyor. Kürtler yine siyaset dışı tutuluyor. Kürt kimliği ile yine hiçbir şey yapılamıyor. Vs, vs!.. Yani Kürt cephesinde yeni bir şey yok, halkın iddialı ve iradeli mücadelesi dışında.
Başbakan ve AKP sözcüleri ne söylerlerse söylesinler, işte AKP gerçeği budur. Bunu artık herkes görüyor. Dolayısıyla AKP sözcülerine ne Kürtler, ne de demokratik toplum inanmıyor. Artık AKP’nin farklı bir şey yapacağına dair inanç ve beklenti de tükenmiş durumda. Dolayısıyla çare AKP’nin aşılması ve çözüm siyasetinin etkili hale gelmesidir. Bunun için de 12 Haziran seçimleri ciddi bir fırsat durumundadır. Bakalım ciddi bir gelişme yaşanacak mı?!..
Adil BAYRAM
Kaynak: Özgür Gündem Gazetesi
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. 23 Nisan günü 13.00-16.00 saatleri arasında Medya Savunm Alanlarına bağlı Haftanin'in Şeşdara yamaçları, Bêtalma ve Alanış Vadileri ile Geliyê Pisaxa alanına yönelik olarak TC ordusu tarafından havan ve obüs saldırısı yapılmıştır.
- Ayrıntılar
1. 3 Nisan 2011 tarihinden itibaren Mardin'in Nusaybin ilçesine bağlı Zivingê, Dara, Kewaxê ile Bamine köyleri çevresine yönelik olarak TC ordusu tarafından Memîra köyü korucularınında katılımıyla bir operasyon başlatılmıştır. Pusulamalar şeklinde devam eden operasyon hakkında ayrıntılar tarafımızdan netleştirildiğinde kamuoyuna duyurulacaktır.
- Ayrıntılar
Çok değil daha bu yılın başında hareketimiz tarafından 2011 yılında Kürt halkının yürüteceği mücadelenin, direnişin, ayaklanma ve devrimin Kürt halkının kaderini belirleyeceği tespiti yapılmıştı. Bu tespite gidilirken yıllardır Kürt halkının haklı mücadelesi karşısında resmi devlet politikaları ve iktidarların sorunu derinleştirmek için yürüttükleri politikaların tarafımızca kapsamlı çözümlemeleri ve değerlendirmeleri de yapılmıştı. Ayrıca Kürt halkının artık kandırılmaya, oyalamaya, inkar ve imha politikalarına karşı sabrının kalmaması ve çözümünü kendi irade ve gücüyle gerçekleştirileceğine duyulan güven de bu tespite gidilirken önemli bir veriydi. Yıllardır aktif mücadele yürüten bir güç olarak karşısında mücadele ettiği devletin ve erkanının karakteri bilindiğinden bu tespit yapılmıştı.
Anlaşılması güç olmuş ve oldukça zaman almış olsa da AKP hükümetiyle temsil edilen devletin, Kürt sorununun siyasal barışçıl yollarla çözülmemesi için uyguladığı taktikler ayan olmuş bulunuyor. Son bir aylık gelişmeleri yan yana koyduğumuzda TC’nin ordu, siyaset, bürokrasi, hukuk alanlarında topyekun bir saldırıya kalkıştığı görülebiliyor. Devlet savaş ilan etmiş durumda.
Fakat her zaman olduğu gibi söze bağlılığı bir ilke olarak kabul etmiş ve bu ilkeyi birçok bedele rağmen korumaya gayret gösteren bir hareket olarak bu savaş ilanını belirlenen hareket tarzı çerçevesinde karşılamaktan da geri kalmadık. Yani savaş ilanı da olsa kamuoyunun bunu görebilmesi, farkına varabilmesi için gereken fedakarlıktan kaçınmadık. Her problem karşısında sorumlu tutulan fakat gösterdiği olgunluk ve fedakarlıkların bir türlü görülmediği bir ortamda tek yanlı bir dayatmayla barışın elde edilemeyeceği son bir aylık gelişmelerden de rahatlıkla görülebiliyor.
Kamuoyunun en son BDP’nin desteklediği adaylara ilişkin ne düşünüp düşünmediği, nasıl bir tartışma yürütüp yürütmeyeceği açıkçası artık bizim açımızdan önemini yitirmiş bulunuyor. Bir inkar ve imha planının devrede olduğu, Kürt iradesinin ısrarla baskı ve şiddetle kırılmaya çalışıldığı bir ortamda birkaç milletvekili adayının adaylıklarının kabul edilmemesi o kadar da önemli değil.
Son damla olarak bardağı taşıracak etkide bulunan bu durum sadece Kürtler açısından değil, otuz yılı aşkın bir süredir oluşturulmaya çalışılan halklar ittifakına, devrimci, sol buluşmaya da büyük bir darbe anlamına geliyor.
Türkiye’de tıkanan siyaseti açma potansiyeline sahip bir bloğun oluşma aşamasındaki durumuna dahi tahammül edemeyen bir siyasi erkin olduğu bir ortamda, çözümün halen siyasal yollarla gelişebileceğini düşünmek herhalde en iyi tabirle safdilliliktir.
Evet, her şey çok net.
Kürtlerin Kürdistan’da devlet ve düzen partilerini kovma, devlet gücünü ve etkinliğini sınırlandırma, giderek yok etme hedefiyle yürüttüğü siyasal mücadeleye karşı devlet klasik inkar ve imha politikasını devreye koymuştur. Bu yükselen direnç ve irade karşısında açıkça yenilgilerini kabul etmeyen klasik, statükocu devletçiler ve AKP hükümeti savaşı kışkırtarak yenilgilerine kılıf uydurmaya çalışıyorlar. Bu çabaların da en çok onları yakacak yangına körükle gitmekten başka bir anlamı yoktur.
Bu durumun Kürt halkına öğreteceği yeni bir şey olmasa da tüm Türkiye ve Kürdistan kamuoyunu daha fazla düşünmeye teşvik etmesi gerekiyor. Fakat bu tartışmaların olasılığı artan savaşın önünü alma potansiyelinin artık kalmadığı da görülmelidir.
Yıllardır gerillaların yürüttüğü mücadeleyi kötüleyen, karalayan kesimlerin bu noktadan sonra yürütülen mücadelenin gerekçelerini daha iyi anlaması gerekiyor. Kürt halkının siyaset kanalları kapatıldığı müddetçe, barışçıl, demokratik bir çözümün önüne engeller konulduğu sürece gerillalar olarak dayatılan savaşa karşı gereken cevabı vereceğimiz iyi bilinmelidir. Kürt halkını inkar eden ve imha etmenin yollarını arayan iktidarların ve bu iktidarlarla yolları kesişenlerin bu noktadan itibaren tarafımızca onaylanması beklenmemelidir. Sabırsa sabır yeterince gösterilmiştir. Artık açıkça bir tasfiye politikası yürütüldüğü görülürken elimiz kolumuz bağlı, bir kurban koyun misali biat etmemiz beklenemez. Bunu talep edenler en az inkar ve imha zihniyeti kadar suçludurlar.
Tek seçenek, bir mecburiyet, bir zorunluluk olarak önümüze konulan savaş seçeneğinin çok istemesek de bugünden itibaren yürürlüğe gireceği iyi görülmelidir. Bundan sonra savaşın anlamı da değişmiştir.
Artık savaş, insan olmanın, iradeli olmanın, onurlu olmanın önüne dikilen engelleri kaldırmanın tek yoludur.
Savaş, en iyi niyetlere, eylemsizliğin uzatılmasına rağmen sinsi ve kirli oyunlarla gerillaların peşine düşen anlayışı yıkacak araçtır.
Savaş, her türlü hukuksuzluk ve keyfilikle hakları gasp edilen bir halkın kendi haklarını kazanmasının aracıdır.
Savaş, her gün farklı bir yerde katledilen Kürtlerin geleceği çocuklara özgür ve onurlu bir gelecek sunmanın aracıdır.
Savaş, ahlaksız, kuralsız ve ilkesiz bir toplum yaratarak onlar üzerinden kendilerine gelecek yaratmaya çalışan bir avuç kapitalist uşağı alaşağı etmenin yoludur.
Savaş, inkara, imhaya, baskıya, işgale karşı tek direniş yoludur.
Savaş, hak arayanların hakkını elde etmesinin tek çıkar yoludur.
Madem savaş isteniyor, madem Kürtlere tek çıkar yol olarak bu bırakıldı o zaman herkes ama herkes bu yolun sonunda kendilerini bekleyenlere hazırlıklı olması gerekiyor.
Tüm Kürt gençleri de bu durum karşısında kendi görevlerine sahip çıkmalıdır. Dağlarda, kahraman şehitlerin izinde yürümek, halkını her türlü saldırı karşısında korumak her Kürt gencinin en birinci görevi konumundadır. Artık Türkiye’de var olan bu sistemin hiçbir bireye, özellikle de Kürt bireylerine bir şey kazandırmadığı, sivil ve demokratik mücadelenin bir oyalama ötesinde anlamının bırakılmadığı görülüyor. O zaman Kürt gençleri enerjilerini doğru noktaya kanalize etmesi gerekiyor.
Kürdistan dağlarında yer alınarak düşmanın yüzüne güçlü bir tokat vurulabilir. Ancak bu şekilde işgalci, faşist düşman geriletilebilir, özgür, yaşanılabilir bir toplum yaratılabilir.
Pir Kemal
- Ayrıntılar
Dalgakıran; “Kıyı kuruluşlarını, tekneleri, dalgaların yıpratıcı etkisinden korumak yine gemilerin yük alıp boşaltmasını sağlamak amacıyla liman ve iskele önlerine yapılan uzun set” diye tanımlanıyor.
Bilinen dalgakıran yukarıda tarif edilendir. Birde dalgakıran derken yüklenen anlamları vardır. En bileneni ve yaygınca kullanılan olanı birilerinin önündeki engelleri kaldıran, varsa engelleri aşan ya da birilerine dönük olacak olanları koruyan, engelleyen anlamındadır.
Daha önce polisin devlet yapısı için ne kadar önemli olduğunu, nasıl vazgeçilmez olduğunu, kutsallaştırılmasının kısmen de olsa nedenlerini söylemeye çalıştık. Hatta bir Japon atasözünün “Hırsızlık yapanı bağışlayabilirim, ırza geçeni bağışlayabilirim, adam öldüreni bağışlayabilirim, imparatoruma kılıç çekeni bile bağışlayabilirim, ama polisime el kaldıranı asla!” diye bittiğini de yazmıştık.
Özcesi polis devlet yapılanmasının belki de en büyük koruyucu zırhı olarak her zaman rol oynamıştır. Polise atfedilen; adlî, siyasi, idari ve trafik görevleri kâğıt üzerinde yazılanlardır. Kendilerince belki yukarıda dile getirilenleri de yapıyorlardır. Ancak asli görevlerinin devletin bekçiliğini yapmak olduğu kesindir. Buna da siyasi görevler diyorlar.
Özcesi polis devletinin koruyucu bekçisi olarak görev yürütüyor. Devletin ise daha çok bir zor aygıtı olarak işlev gördüğünü de biz ekleyelim. Devlet belki de insanlık tarihinde en kirli oluşumların başında gelmektedir. Devlet iktidar demektir. Zor demektir. Kan demektir. Baskı ve zulüm demektir. Ve tabii ki sömürü demektir. Tahakküm demektir. İnsanların emeklerini çalmak demektir.
İşte tüm çalıp çırpmaların koruyucu meleği polistir. Polislerdir. Burada iyi ya da kötü polis yoktur. Burada şu polis bu polis yoktur. Polisin üstlendiği bir misyon vardır. O misyon ise halkları baskı altında tutarak ezmektir. Güvenliği sağlama, iç disiplini sağlamaların tümü safsatadan ibarettir. Esas olan görev toplumu sindirmedir. Rapt u zapt altında tutmadır, istedikleri çizgide yürütmedir. Özcesi polis dalgakırandır. Devletin dalgakıranı.
Ve bugün devlet eşittir AKP demek hiçte yanlış olmayacaktır. AKP adım adım devleti ele geçirerek kendi rejimini oluşturmaya devam ediyor. Bugün devletin birçok kurumunu bizatihi AKP yürütüyor. YÖK, TBMM, YARGI, YÜRÜTME, CUMHUR REİS, YSK, YGS, DİYANET, TRT ve daha burada saymadığımız onlarca böyle kurum ve kuruluş artık AKP’nin denetimindedir. Ve bunların dışında en ileri düzeyde ve en erken el atılan kurum ise Polis Teşkilatıdır. Polis teşkilatı AKP’nin ve Fettulahçıların kendilerini en ileri düzeyde içinde örgütledikleri kurumdur.
Eğer AKP’nin politikalarına bakmak istiyorsak, AKP’nin ne yapmak istediğini öğrenmek istiyorsak polise bakmamız yeterlidir. Çünkü polis bizzat AKP’dir. AKP’nin politikalarını ilk pratikleştiren güç polistir. Polis teşkilatıdır. Bir nevi AKP’nin turnusol kâğıdı polislerdir.
Bugün Kürdistan’da ya da Kürt sorununa yaklaşımda polisin yaptıklarına bakarak AKP’nin ne yapmak istediğini anlamak zor değildir. Çünkü polis AKP’nin dalgakıranıdır. AKP’nin ruhudur. AKP’nin kendisidir.
Ve bugün Kürdistan’da saldırıya geçmiş bir polis örgütünü görüyoruz. Bu saldırıya geçmiş bir AKP’dir.
Bugün çoluk çocuklara gaz bombalarıyla, tazikli suyla, coplarla saldırıya geçen bir polis görüyoruz bu halkımıza karşı saldırıya geçen bir AKP demektir.
Bugün polis adeta Kürdistan’ın her yerinde Kürtlerin karşısına dikilen bir güç olarak karşımıza çıkıyor. Bu esasta topyekûn Kürt toplumuna karşı atağa geçen, ezmeyi hedefleyen bir AKP demektir.
Kürt halkına karşı saldırıya geçmiş AKP’nin koruyucu zırhı polisler ise, yani dalgakıranları polisler ise o zaman ilk yapacağımız iş bu dalgakıranları aşmaktır.
Dalgakıranları nasıl aşacağız. Herhalde birinci yöntemi dalgakıranları ortadan kaldırmaktır. Bunu yapabiliriz miyiz? Herhalde yapamayız. Ama dalgakıranları bir Tsunami dalgası gibi aşarak AKP’ye ulaşabilir miyiz? Evet, bunu yapabiliriz.
O zaman yapacağımız ilk iş AKP’nin dalgakıranlarını gördüğümüz her yerde dalgakıran olmaktan çıkarmak için tüm gücümüzle bu dalgakıranlara yönelelim.
Özcesi, AKP’nin dalgakıranlarını dalgakıran olmaktan çıkarmak, her Kürt gencinin ve özgürlük isteyen bireylerin görevi olmalıdır.
Kasım Engin
- Ayrıntılar
12 Haziran seçim sürecine resmen de fiilen de girildi. Partiler adaylarını belirleyip Yüksek Seçim Kurulu’na verdiler. Aday listeleri üzerine büyük bir tartışma fırtınası başladı. Kimi adayları değerlendiriyor, kimi de bu adaylara bakarak partileri. Kuşkusuz en çok tartışılan alan Kürdistan oluyor. Sanki Türkiye'de genel seçim olmuyor da Kürt sorununa ilişkin referandum yapılıyor gibi. Seçim sonrasına kadar da bu durumun devam edeceği anlaşılıyor.
Aday listelerinin açıklanması birçok partide ciddi kargaşa da yaratmış görünüyor. Bir yaşam sektörü haline gelmiş olan TBMM üyeliğini elde etme şansı olanların yüzünde gülücük eksik olmazken, bu şansı lider tasarrufu sonucu kaybedenler kıyamet kopartıyor. Bunun sonucunda partilere dönük ağır suçlamalar, meclis odalarından taşınmalar, partilerden istifalar ve hatta kavgalar bile yaşanıyor. Bu tür durumların en çok da AKP ile CHP’de yaşandığı gözleniyor. Bir diğer sonuç ise bağımsız adayların artması oluyor. Yüksek seçim barajı nedeniyle seçime giremeyen BDP ve sol partilerin bağımsız aday göstermeleri zaten bu alanın hacmini büyütmüştü. İstifalar nedeniyle oluşan yeni eklenmeler ise bu hacmi daha da büyütüyor.
Bu seçimin partiler açısından temel sloganı “Açılım” oluyor. Açılım adeta şifre kelime durumunda. Mayıs 2009’da “Kürt Açılımı” kavramıyla AKP’nin başlattığı açılım furyası devam ediyor. Öyle ki, açıla açıla bazı partilerin görünmez hiçbir yerleri kalmamış gibi. Bu açıdan mevcut seçim süreci varolan partilerin maskelerinin iyice indirildiği ve gerçek yüzlerinin tam açığa çıktığı bir dönem oluyor. Denebilir ki, partiler zaten gizli değildi, tartışma adına birbirlerine söyledikleri sözlerle kimin ne mal olduğunu toplum zaten görebiliyordu. Bu da doğru, ancak seçim süreci bu gerçeği daha da ileri götürmüş bulunuyor. Seçimden bakınca mevcut parti manzaraları daha net ve iyi görünüyor. Seçimi kazanma manevraları mevcut partilerin gerçek kimliklerini daha net gösteriyor.
Değerlendirmeye AKP’den başlayalım. Bu parti sözde Necmettin Erbakan’ın Refah Partisi’nden doğmuştu. Demirel’in Doğru Yol Partisi ile Özal’ın ANAP’ını baraj altına düşürerek onların tabanına oturmuştu. Kendi kendini “Muhafazakar demokrat” olarak tanımlıyordu. Sözde İslami bir partiydi. Toplumun ve Avrupa’nın gözünde liberal, değişimci, halkçı, demokrasiye açık bir parti olarak görülüyordu. Hatta AKP’ye “Sol ve emekçi partisi” diyenler bile vardı. Sosyalist Enternasyonal toplantılarına davet ediyordu.
Şimdi mevcut seçim süreci bütün bunların ya tümden yalan, yani maske olduğunu, ya da çok sınırlı bir biçimde taşındığını gösterdi. AKP’nin de tıpkı MHP gibi Alpaslan Türkeş milliyetçiliğini devam ettirmeye çalışan bir parti olduğunu ortaya koydu. Dikkat edelim, Türkeş’in bir oğlu MHP’den, diğer oğlu AKP’den aday. Meğer şimdiye kadar en sert sözlerle süren Tayyip Erdoğan-Devlet Bahçeli kavgası, Türkeş’in yerine “Başbuğ kim olacak?” kavgasıymış! Gerçek AKP çizgisi, yukarıda sıraladığımız sıfatların aksine “Türk-İslam sentezci” bir çizgiymiş! Yani Alpaslan Türkeş’in faşist-milliyetçi çizgisi! Yani 12 Eylül 1980 faşist-askeri darbesiyle hayata geçirilen çizgi. Alpaslan Türkeş o zaman “Fikirlerimiz iktidarda, biz cezaevindeyiz” demişti, şimdi de Tayyip Erdoğan “12 Eylül yönetimi getirdi, biz de uyguladık” diyor. Yüzde on seçim barajı karşısındaki duruşunu böyle ifade ediyor. Herkes aydınlanmalı ve özellikle gerçekten inanmış Müslümanlar çok iyi görmeli: AKP, 12 Eylül faşist-askeri rejimini devam ettiren ve Türkeş çizgisinin bir yeni versiyonu olan faşist-milliyetçi bir partidir, böylesi partilerden biridir.
İkinci olarak Kemal Kılıçdaroğlu’nun CHP’sine gelelim. Baykal’ın CHP’sini zaten herkes biliyordu. Fakat genel başkanlığa Kılıçdaroğlu’nun gelişi yeni bir beklenti ortaya çıkarmıştı. Kılıçdaroğlu ile CHP değişecekti, kendisinin de söylediği gibi “Yeni CHP” olacaktı, tutucu-bürokratik devlet partisi olmaktan çıkıp toplum partisi haline gelecekti, açılım yaparak tüm sol liberal, demokrat çevreleri birleştirecekti. Hatta BDP’yle bile ittifak yaparak AKP’ye karşı yeni bir iktidar alternatifi haline gelecekti. Bu nedenle Baykal’ın dışladığı birçok çevre umutlanmış, Kılıçdaroğlu’nun yanına koşmuştu.
Peki ya sonuç ne oldu? Hakkını yememek lazım, Kılıçdaroğlu CHP’yi değiştirdi, açılım yaptı, Baykal ile Önder Sav’ı silerek yeni isimleri CHP listesine doldurdu. Böyle bir değişim ve açılımın olduğu açık bir gerçek. Ancak bu açılım hangi yöne oldu? Çok açık ki, daha sol, liberal, demokrat çevrelere dönük değil, daha sağ, tutucu çevrelere dönük oldu. Baykal ve Sav’ın tutucu-bürokrat yapısını kırdı, ancak yerine DYP ve ANAP’ın farklı türden bir tutucu-bürokrat yapısını geçirdi. 2007 seçimlerinde CHP, DSP ile ittifak yapmıştı, öyle anlaşılıyorki bu seçimlerde de Demirel’in DYP’si ve Özal’ın ANAP’ı ile ittifak yaptı. Kılıçdaroğlu bir koltuğuna Rahşan Ecevit’i alırken, diğer koltuğuna da Mehmet Haberal’ı oturttu. Böyle bir varlığın nasıl yaşayıp yaşamayacağı ayrı bir konu. Fakat bu CHP’nin çizgisinin doğru okunması gerekiyor. Özellikle sol, demokrat çevreler, Dersîmliler, Aleviler, emekçiler şunu çok iyi anlamalıdır: Kılıçdaroğlu’nun CHP’si eskisinden daha ilerici-demokrat değil, DYP ve ANAP’la ittifak yapmış orta sağ ve şekilsiz bir partidir. Bu partinin nereye gideceği, yaşayıp yaşamayacağı belli değildir.
Burada MHP için görüş belirtmenin fazla gerekli olmadığı açıktır. Devlet Bahçeli’nin MHP’sinin ne olup olmadığı zaten bellidir. O, Kürt halkına kan kusturmuş bir özel harpçı paşayı “Kahraman” diyerek listeye yerleştirmekle gerçek kimliğini zaten ortaya koymuş oluyor. Böylece bu seçimde Bahçeli’nin ne yapacağı ve umudunu nereye bağladığı iyi anlaşılıyor.
Dikkat edilirse, mevcut seçim sürecinin açıkça gösterdiği gibi, her üç partide de kısmi bir açılım sözkonusu. Ancak bu açılım sola ve demokratikleşmeye dönük değil, tersine sağa ve daha da tutuculaşmaya dönüktür. Beklenenin aksine devlet partileri daha sağa kayıp tutuculaşmaktadır. Mevcut AKP, CHP ve MHP’yi eskinin AP-MHP toplamı olarak tanımlamak hatalı değildir. Tayyip Erdoğan ile Devlet Bahçeli arasındaki fark, eskinin Demirel ve Türkeş’i arasındaki fark gibidir. Onlar da 1970’li yıllarda “Milliyetçi Cephe hükümetleri”nde bir olmuşlardır.
Geriye bu üçüz kardeşin alternatifi olarak BDP’nin başını çektiği “Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloku” kalıyor. Böyle bir blokun oluşması, hiç kuşkusuz Türkiye'nin demokratikleşmesi ve Kürt sorununun çözümü açısından tarihidir, stratejik öneme sahiptir. BDP’nin böyle bir açılım yapabilmesi, onun artık dar, tutucu siyasal duruşu aşarak Türkiye gerçeğine uygun bir demokratik siyaset gücü haline gelmeye yöneldiğini gösteriyor. Yine Türkiye'nin sol-demokrat örgüt ve kişilerinin birlik olmaya ve siyaset yapmaya yönelmeleri 1971’den bu yana ilk kez yaşanıyor. Kuşkusuz bu Blok’un oluşması geç kalmıştır, hem de çok geç kalmıştır; fakat yine de önü açıktır, oynaması gereken rol yerinde durmaktadır. Diğer yandan, hâlâ eksiklikleri vardır; hem Kürt cephesinde ve hem de Türkiye genelinde dışta kalmış tüm kişi ve örgütleri dikkatli bir çalışmayla Blok’un içinde toplamak gerekir.
12 Haziran 2011 seçiminin doğru ve gerçek açılım yapan tek gücü BDP ve diğer sol partilerdir. Bu nedenle “Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloku” adıyla oluşan stratejik ittifak, seçim sürecinin başlamasıyla birlikte gündemin başına oturmuştur. En çok tartışılan konumundadır. AKP, CHP ve MHP’den bunalan herkes için yeni bir umut durumundadır. Bu gerçeği iyi görür ve doğru değerlendirirse, çok eşitsiz katıldığı bu yarıştan yüksek başarıyla çıkabilir. Ancak bunun için şu üç şartın yerine getirilmesi gerekir. Birincisi, geçici değil, kalıcı bir yönetim gücü olduğunu tüm kitlelere iyi yansıtmalı ve gerçektende böyle olabilmelidir. İkincisi, mevcut ilgiye bakarak asla rehavete kapılmamalı, hiçbir şeyi çantada keklik görmemeli, dolayısıyla mahalle mahalle, köy köy, kişi kişi çalışmalı,çalışmalı, çalışmalıdır. Üçüncü olarak da herkese hitap etmeyi bilmelidir; Kürtlerden tüm azınlık ve etnik gruplara, emekçilerden demokrasiye açık işverenlere, gençlere, kadınlara, Alevilere kadar tüm halka kendi gerçeklerini görerek hitap edebilmelidir. Bunları yaparsa 12 Haziran’ın zaten kazananı olabilir.
Özgür Politika
Selahattin ERDEM
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. 19 Nisan günü 02.00 – 03.00 saatleri arasında Medya Savunma Alanlarına bağlı Xakurkê’nin Geliyê Reş ile Sîro Tepesine yönelik olarak TC ordusu tarafından havan ve obüs saldırısı yapılmıştır.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. 18 Nisan günü 02.00-03.00 saatleri arasında Medya Savunma Alanlarına bağlı Haftanin’in Partizan Tepesi, Mêrgeşiş ile Dêreşiş köylerine yönelik olarak TC ordusu tarafından havan ve obüs saldırısı yapılmıştır.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. 16 Nisan günü 14.00-16.00 saatleri arasında Medya Savunma Alanlarına bağlı Haftanin’in Hêliz Tepesi ile Alanış köyü ve vadisine yönelik olarak TC ordusu tarafından havan ve obüs saldırısı yapılmıştır.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. 14 Nisan günü 11.00-13.00 saatleri arasında Şırnak'ın Uludere (Qilaban) ilçesine bağlı Koreşîn alanına yönelik olarak TC ordusuna ait kobra tipi helikopterler tarafından saldırı gerçekleştirilmiştir.
- Ayrıntılar