Şemzinan’a bir general atanmış. Ama atanan general atandığı yere gelmemiş. Türk ordusunun büyük başarı elde ettiği, gerillaları silip süpürdüğü, güvenlik sorununun olmadığı bir yere gelmektense emekli olup evinde oturmayı yeğlemiş.
Bir asker, hele hele bir general emir komuta zincirinde aldığı bir talimatı yerine getirmiyorsa;
Ya bu göreve inancı yoktur
Ya bu görevi başaracağına inancı yoktur
Ya bu görevi verenlere inancı yoktur.
Birincisi görevi gerekli hale getiren siyasi, askeri ortam ve koşulların yanlışlığında ikna olmuş birinin göstereceği tutumdur.
İkincisi siyasi ve askeri ortam ve koşulların böylesi bir görevi gerekli kıldığına inansa da kendisinin bu görevi başaracağına dair inancı yoktur.
Üçüncüsü ise kısacası “sıkıysa siz kendiniz gidin” şeklinde özetlenebilecek bir tavırla birlikte görev yaptığı ve üstleri olan komutanlara duyduğu inanç kaybının ortaya çıkaracağı bir tavırdır.
Ama tabii ki daha önemli olanı o alandaki gerilla hakimiyetini kıramayacağını, bunun da bir yenilgi olduğunu çok iyi bilmesi ve son dönemlerine gelen bir general olarak ordu sicilini böylesi bir yenilgiyle kapatmama istemi.
O da çok iyi biliyor ki başarısızlığa uğrayan tüm silah arkadaşları şimdi çeşitli dava ve iddianameler nedeniyle Silivri’de, çeşitli cezaevlerinde başarısızlıklarının bedelini ödüyor. Yıllarca gerillaya karşı savaşmış, envai çeşitte katliam uygulamış, kendini askeri deha ilan etmiş, ordunun birinci adamı olmuş İlker Başbuğ bile gerillaya karşı başarı elde edememesi nedeniyle hesaba çekilmişse kendisinden hayli hayli hesap sorulacağını biliyor.
Tabii Şemzinan gerçeğini de unutmamak lazım.
Bir ayı bulan gerilla kuşatması karşısında devletin tüm imkanları, ordunun tüm askeri, teknolojik harekatlarının başarısızlığa uğradığı bir yer Şemzinan. Operasyon üstüne operasyon, hava saldırısı üstüne hava saldırısı, bombardıman üzerine bombardıman yapılmasına rağmen gerillaların elinden alamadılar o alanları.
“bitirdik”, “büyük zayiatlar verdiler”, “çok sayıda terörist öldürüldü” propagandalarıyla başarı ilanı yapanların operasyon yapılan alanlarda halen gerillanın yol kontrolü yaptığı, bunu rutinleştirdiği gerçeğini nasıl açıklayacakları ise muğlak.
Bu başarısızlığı yıkacak yer bulunamıyor. Siyaseti mi, orduyu mu, askerleri mi, istihbarat eksikliğini mi, teknoloji azlığını mı gerekçe yapacakları belli değil.
Geçmiş pratiklerine baktığımızda ordunun en temel gerekçesi bir komutanın başarısızlığıdır. Ya emirleri tam uygulamamış, ya hazırlıkları tam yapmamış ya da yanlış inisiyatif kullanmıştır. Ordu ve onun emirlerini veren siyaset suçlanamayacağına göre bu, en doğru yol olur.
E, tabii onca sene bu ordunun içinde yer alan bir komutanın tüm bunları görebileceğini de varsaymamak olmaz. Adam eceline susamamış. Birkaç senelik ayrıcalıklı yaşamı elinin tersiyle itebilmiş olması onun objektif bir değerlendirme yaptığını gözler önüne seriyor.
Tabii bu diğer komutanlara da bir emsal teşkil etmeli. Gerillayla karşılaşmak zorunda kalan tüm komuta ve asker gücü şimdiden hesap vermek üzere inceleniyor. Şimdiden bu kirli ve aşağılık savaşın başarısızlığının yükünü kaldıracak insanlar tespit edilip onlar hakkında araştırmalar yapılıyor. Eğer gerçekten de kendini, ülkesini, mesleğini düşünenler varsa sakın ha gerillayla karşılaşmaya kalkmasın. Sonu bu emsallerden daha kötü olacaktır.
Diğeri de tabii ki askerlerin sorunudur. “vatan hizmeti” yalanıyla kışkırtılan aile ve çocukları da artık şöyle bir silkelenip kendine gelmeli. Ortada vatan savunması diye bir şey yok. Bir işgal ordusunun öne sürülmek için hazırlanan zavallı askerleri söz konusu. Sizin çocuklarınız başka bir ülke olan Kürdistan’ı işgal etmek isteyen bir ülke yönetiminin ve ordusunun emrindeki piyonlardan başka bir anlama gelmiyor.
Bakın ve görün, komutanları dahi artık Kürdistan’da savaşmaktansa evinde oturmayı yeğliyorsa siz neden kendi çocuklarınızı bu savaşa gönderiyorsunuz? Bu kadar mı nefret ediyorsunuz çocuklarınızdan, bu denli bıktınız mı yaşamlarından?
Pir Kemal
- Ayrıntılar
Kim demiş ölüm var diye bize?
Biz ölüme ölümle meydan okumuş, ölümde yaşamı yaratmış olanların hikâyelerine tanıklık ettik tarih boyu. Çünkü biz dirilişlerini direnişlerle yaratan bir halkın çocuğuyduk. Nasıl diyordu Apê Musa? “Direnmek yakışırdı Kürde, yaşamanın bir diğer adı direnmektir…” Evet, bizde yaşamanın diğer adı direnmektir. Direnmenin diğer adı yaşamak değildir. Yani yaşamak için direnmezsin, direndiğin için yaşarsın. Tıpkı şimdi bizlerin yaşadığı gibi, Kürt halkının yaşadıkları gibi…
14 Temmuz direnişinin bir yıldönümünü daha geride bıraktık. Kürt halkı bu yıl da bu tarihi günü adına yakışır görkemlilikle karşılandı. Amed meydanlarında Kürt halkı T.C’nin baskı ve zulmünü yine direnerek karşıladı. “ Biz size tarihinizi hatırlama fırsatı vermeyiz, alanlara çıkmanıza izin vermeyiz” diyen, her yıl Kürt halkının onurunu kıramaya çalışarak onu teslim alamaya çalışan devlet, halktan bir kez daha cevabını aldı. Çünkü halk biliyordu, bu yalnızca mitinge verilmemiş bir izin değildi. Bu tarihin Kürtler aleyhine akmasına izin vermemekti. Çünkü Kürt halkı bundan bir yıl önce bu izin vermemelere “ ey devlet sen bizim irademiz değilsin, bizim irademiz Önder APO’ dur” demiş ve bu temelde Demokratik Özerkliğini ilan etmiştir. Aynı şeylerin olacağını bilen ve bundan korkan devlet halkı baskıyla, şiddetle, sopayla yola getirebileceğini düşünmüştür. Oysa karşısındaki Kürt halkının artık korkmadan, iradesini beyan eden bir halk olduğunu nasıl olmuşsa unutuvermiştir. Yine bundan birkaç ay önce cezaevindeki çocuk – özgür- tutsaklar küçücük bedenleri ile dayatılan onursuzluğa cevap oldular. Kendi bedenlerini ateşte tutuşturarak, direniş geleneğinin küçük neferleri olduklarını tüm dünyaya duyurdular. Bilir misiniz düşmanı en çok ne korkutur?
Özgür yarınlar!
Çünkü özgür yarınlar, özgür insanlar onların sonu demektir. Kendi sonlarını Kürt çocuklarının yüreklerinde, beyinlerinde gördükleri için hiçbir insanlık dışı durumdan çekinmeden sizlere saldırmayı kendileri için, gelecek karanlık günleri için en iyi yöntem olarak bilir ve uygularlar. Hem de en çirkin olan uygulamaları. Aslında barbarların insanlık dışı birçok yaklaşımını bilirdik ama bu gün T.C devletinin, özelde AKP faşist hükümetinin Kürt çocuklarına yaptıkları uygulamaları, tacizi, tecavüzü, işkenceyi barbarlıkla tanımlamak çok yetersiz olacaktır. Dünyanın hiçbir ülkesinde çocuklar Kürdistan’da olduğu kadar acı çekmemiştir. Şimdi soruyorum, “hangi ülkenin çocukları annesinin konuştuğu dili öğrenmek istediği için, oyunlarına sarı, kırmızı, yeşil renkler kattığı için, barış, özgürlük istediği için tutuklanır, tutuklanmakla kalmaz işkenceye, tecavüze maruz kalır?”
Tüm bu gerçeklikler tek bir şeyi kanıtlıyor; koskoca devlet, Kürt çocuklarının küçücük bedenlerinden korkuyor. Çocuklarımızdan korkuyor. Çünkü zaferin onlarda gizli olduğunu biliyor. Onlar yaşı küçük, yürekleri, dünyaları büyük çocuklar. Sadece kendi sorumluluklarını yüklenmemiş, bir ülkenin, bir halkın ve insanlığın sorumluluğunu da yüklenmişler. Devrim yaratmak isteyenler genelde, “bizler geleceğimiz olan çocuklara daha özgür yarınlar bırakmak için bu amansız savaşa koyulduk” der. Ama Kürdistan gerçekliğinde bu daha farklıdır. Bu amansız savaşı verenler yalnızca büyükler, kadınlar, erkekler değildir. Bu savaşı bir komutan edasıyla veren yüzlerce, binlerce çocuk vardır. Kürdistan’ın her bir çocuğu kendi özgürlük savaşını kendisi verir, kendi yarınlarını kendisi yaratır. Bu yakıcı gerçeklik, bizleri büyük yürekli çocuklar karşısında mahcup kılmakta, görev ve sorumluluklarımızın bir kez daha farkına vardırmaktadır. Bu yıl da Kürt çocukları düşmana “oh!” dedirtmediler. Kemal Pir’e, M. Hayri Durmuş’a, Akif Yılmaz’a ve Kızıl yıldızlara ardıl oldular ve Kürt halkında direnmenin yaşama nasıl dönüştüğünü gösterdiler.
14 Temmuz’da tarih bir hiçbir zaman yok sayamayacağı bir hakikatin gerçekleşmesine tanıklık etti. Yok, sayılan değerler bu tarihi günde direnişe geçti ve 15 Ağustos’taki dirilişe doğru yol aldı. Yani bir direniş, bir dirilişi yarattı.
Hem de öyle bir diriliş ki, yalnız bir halkı değil bir dünyayı, bir tarihi karanlık uykulardan uyandırdı. Bu birbirine yakın tarihlerin anlam ve önemi de bir o kadar birbirine yakın. Biri direniş, bir diğeri diriliş tarihidir. Hem de her gün bir deniz gibi daha derin anlamlar kazanan ve büyüyen bir diriliş…
Tarihin insanlık adına yarattığı tüm olumlu gelişmeler, insanlık düşmanı sistem tarafından görmezlikten geliniyor ve ters yüz ediliyordu. İnsanlık için direnişe geçenler cayır cayır yakılıyor, idam ediliyor, kıyımlardan geçiriliyordu. Bundan da en büyük nasibi istisnasız Kürt halkı alıyordu. Sen hem insanlığın var olmasını sağlayacak, toplumsallaşmayı yaratacaksın hem de tarihte yok sayılacaksın. Hangi yürek, vicdan ve beyin kabul görebilir ki böylesi bir gerçek-siz-liği? Bunlar karşısında bir tek seçenek kalıyordu Kürt halkına, o da direnmek. Demirci Kawa ile başladı direniş öyküsü, bir akın oldu, aktı binlerce yıl Çağdaş Kawa’ya uzandı. Artık umutlar tükenmiş, Kürt olmak ya da insan olmak diye bir şey kalmamıştı. Her şey toprak altı yapılmış ve bu halk toprak ile bütünleşmesin, özünü, özgürlüğünü bir daha bu özgür topraklarda bulmasın diye, tüm benliği ve varlığı betonlarla örtülmüştür. Yazılan yalan tarihler donabilir, o yalanları yazanlar da gerçek tarih içinde yok olabilir ama insanlık ve insanlığa yol açanlar asla tarih içinde yok olmazlar. Çünkü onların kökleri asırlık çınarlar gibidir. Bir şekilde kendisini yaşatacak, yaratacak bir yol bulur ve yeniden kök salarlar. Tıpkı bir akarsu gibi, önüne ne kadar engel bent konulursa konulsun bir yerlerden sızar ve yatağını bulur.
İşte Kürt halkı için de böyle bir gerçeklik yaşanmaktaydı. Ölümle yaşam arasında ince bir çizgi ya direniş yaratılarak yaşam gerçekleştirilecek ya da ölüme mahkûm olunacaktı. PKK böylesi bir gerçeklik içinde çıkış yaparak Kürt halkında uyanışı gerçekleştirdi. Bu uyanış 14 Temmuz’da direnişe geçti. Büyük bedellerle yaratılan bu direniş 15 Ağustos tarihinde kahraman komutanımız Ağit yoldaş öncülüğünde bir dirilişe geçti. Bu gerçekliği hazmedemeyen düşman kendisini ve diğer gerici güçleri ikna edebilmek için pervasızca “birkaç çapulcu dağa çıkmış hallederiz, bize kafa tutmak ne demek onlara gösteririz” diyorlardı. Öyle olmadığı anlaşılınca birkaç yüz eşkıya, sonra dünyanın başına bela olan birkaç bin terörist olduk. İlk günden itibaren “bitirdik, bitiriyoruz, ‘ya bitecek, ya bitecek” denildi. Her zaman olduğu gibi başı boş bir isyan gözü ile bakıldı ama kısa bir süre içinde öyle olmadığı anlaşılınca bütün hesapları alt üst oldu. Çünkü artık Önderliğiyle, şehitleriyle, halkıyla, Özgürlük hareketiyle ve gerillasıyla bu büyük bir hakikat olarak tüm dünyayı ve insanlığı kasıp kavuruyordu. Hakikat düşmanları için kaçınılmaz gerçeklik 15 Ağustos Dirilişi ile başlamıştı. Orada sıkılan kurşun kesinlikle salt T.C devletine ve askerine sıkılmamıştır. Orada sıkılan kurşun tüm geriliğe, ahlaki politik toplumun yarattığı milyonlarca değerlere düşmanlık yapan herkese, her kesime sıkılan bir kurşundu. En fazla da Kürt halkına eziyet çektiren onun tarihsel değerleriyle oynama ve bununla kendisini yaşatma cüretini gösterenlere sıkılan bir kurşundu. Bugün hala bu kurşunun intikamı alınmak istenmektedir ama bu bir türlü gerçekleşmemektedir. Arttık Kürt halkı her alanı kendisine serhildan alanı yapmakta, serhildanlarla da yetinmemekte, her alanda demokratik örgütlenmesini yaratmaktadır. Önderliğimizin savunmaları ekseninde “ Demokratik Özerkliği” ilan etmiş, irade beyanında bulunmuştur. Sokakları, caddeleri, camileri kısacası tüm yaşam alanlarını ahlaki politik toplum gereklerine göre örgütlemeye çalışmaktadır. Hem de her gün binlerce kadrosu tutuklanırken bunları gerçekleştirmektedir. Çünkü artık bu derya olup akan akıntının önüne almak mümkün değildir. Herkes bunu farkında olmasına rağmen, bir tek gözünü karanlık bürümüş, kendisine yalanı, aldatmacayı esas almış, faşist AKP hükümeti görmemektedir. AKP –faşist- hükümeti gözlerini açarsa hangi yenilmez gerçekliklerle karşılaşacağını biliyor. Bu yüzden gözlerini her gün büyüyen Kürt hakikatine kapatmış, kulaklarını Kürtlerin özgürlük çığlığına karşı tıkatmıştır. Kürt halkı gibi gerilla da tüm alanları kendisi için savaş ve intikam alanı yapmakta, 15 Ağustos tarihinde Agit yoldaş öncülüğünde gerçekleşen dirilişe ardıl olmaktadır. Tıpkı Ronahi, Andok ve Eriş yoldaşlar gibi. Bu kahraman yoldaşlar bugün bile Agit yoldaşın mücadele ruhunun asla yok olmadığını kanıtlarcasına düşman üzerine gittiler, düşmana kâbus oldular. “ Bitti, bitecek” denildikçe, bizler bin olduk, çoğaldık. Her Agit bir Ronahi, her Ronahi bir Eriş, her Eriş bir Andok ve her Andok bir JÎN oldu. JÎN Kürt halkına kendi bedeninde, adı gibi yaşam sundu. Bu arkadaşlar IV. Stratejik hamlenin öncülük bayrağını kaldırarak zafere yol aldılar.
Artık büyüyen, gelişen bu hakikat deryası yok sayılamaz, bu mümkün değildir. Dün nasıl Kemaller Amed zindanında direniş yarattılarsa, Agit yoldaş Gabar’da gerçekleştirdiği gerillacılıkla dirilişi yarattıysa, bugün de Kürdistan’ın çocukları zindanlarında yeni bir 14 Temmuz yaratmakta ve Erişler, Jînler düşmana 15 Ağustos’un tarihi anlamını bir kez daha hatırlatmaktadırlar…
Bizlere düşen, bu eşsiz değerlere sahip çıkmak ve diriliş ruhunu yükselterek dört bir yana yaymaktır. “Ya bitecek ya bitecek” diyenlere her gün yeni bir zaferle cevap olmaktır…
Derşin MİRZA
- Ayrıntılar
Düşman gerçeği üzerinde çok durulmuştur. Hemen bütün planlama çalışmalarına bir doğru düşman değerlendirmesiyle giriş yapılmıştır. Yine yaparız, yapacağız da. Düşmanın tarihini, güncel olarak dayandığı ulusal düzeyi; ekonomik, sosyal, kültürel, siyasi, hatta askeri durumu; bununla birlikte uluslararası ilişki ve çelişkileri hususlarında değerlendirmeler fazlasıyla yapılmıştır.
Temelde savaştığımız baş çelişki Türk sömürgeciliğidir. Sömürgecilikten de öteye, ulusal imha siyasetidir ve onun tarih boyunca her türlü uygulamasıdır. Baş çelişki budur. Düşman bu çelişkiye her dönemde belli bir içerik ve biçimle gerçeklik kazandırmış ve üzerimize kusturmuştur. Büyük Türk egemen boylarının Kürdistan’a ve Anadolu’ya vuruş biçimlerinden tutalım en son 12 Eylül rejiminin ve onun günümüzdeki uzantılarının vuruş biçimlerine kadar hepsini az çok anlattım. Bu düşman nedir, kimdir? Nereden geldi, amacı nedir? Bütün bunlar gösterilmiştir. Partinin en kapsamlı çözümlemeleri bu konularla ilgilidir.
Türk egemenlik sisteminin ekonomik, sosyal, ulusal içeriği, ahlaki yanı kadar, yine onun sahipleri nasıl biçimlenmiş, nasıl bir vuruş tarzına sahip, bütün bunlar gösterilmiştir. Tarih boyunca barbarca yaklaşımlarının, uygulamalarının nasıl olduğu gösterilmiştir. İslamiyet ile bağlantısından tutalım bugün emperyalizm ile bağlantısına kadar veya kapitalist-emperyalist sistemle bağlantısından tutalım insan görünümlü emperyalistliğine kadar değinilmiştir. Bunlar Manifestomuzdan tutalım en son çözümlemelerimize kadar hepsinde yer almıştır. Bunları tekrarlamanın anlamı yoktur. Daha yakın günlerde incelediğimiz cumhuriyetin kuruluşu, dönemeçleri de değerlendirilmiştir. Yine 12 Eylül de çok kapsamlı değerlendirilmiştir.
Mevcut duruma, güncel duruma bir-iki değinmede bulunursak ne belirtilebilir? İkinci cumhuriyetten bahsediyorlar. Bu ikinci cumhuriyet 27 Mayıs ile mi başladı, 12 Mart ile mi, 12 Eylül ile mi başladı belli değil. Belli olan nedir? Cumhuriyetin tıkanması gerçeğini dile getiriyorlar. Gerçekten cumhuriyetin politik sistemi bütün alt yapısıyla, üst yapısıyla toplumu tıkamış, bunalıma sevk etmiştir. Bunalım derindir, ancak özel savaş yöntemleriyle ayakta durabilmektedir. Ekonomik konularda da tam bir vurgun, soygun politikası takip edilmektedir. Enflasyon en üst boyuttadır. Yine onun doğal bir sonucu olarak sosyal bunalım, ahlaki bunalım içinden çıkılamaz, tarihte eşine rastlanmaz bir durumdadır. Uluslararası alandaki büyük alt üst oluşu anlamaktan uzaktır. Bundan etkilenmemek için en çağ dışı politikalara dayanmıştır.
Şunu her zaman belirttik; gerek iki sistem arasındaki dengeyi kollayarak TC’yi şekillendirmeler, gerekse bu sistemin günümüzde aşılmasıyla içine girdiği statüko ancak çok ileri düzeyde bir şovenizm ile mümkündür. Türk şovenizminin hiçbir ulusta görülemeyecek kadar topluma egemen kılınmak istenmesiyle mümkündür. Bu da bir aşiret şovenizminden daha şovence oluyor. Bunun çağdaş ulusçulukla hiçbir ilgisi yok. Fakat halen eski dengeleri kullanarak, özellikle Sovyet çözülüşünden sonra “Türki” söylemini geliştirerek, Avrupa’nın, Amerika’nın nezdinde puan toplamak istiyor. Ne kadar olmayacak bir dua, gerçekleşmeyecek bir amaçsa da, bununla oyalamaya çalışıyor. Buna pragmatik politika diyorlar, fakat günü birliktir ve günü ne kadar kurtaracağı da belli değildir. Hükümetler dış güçlere yamandıkça yamanıyorlar. Bu anlamda çok açıkça belirtebiliriz ki, bu hükümetler tipik özel savaş hükümetleridir. Bu politikalarla şekillenen hükümetler, ancak özel savaş hükümetleri olabilir. Kesinlikle yarını kurtarma diye bir sorunu yoktur. Hatta geçmişi gözden geçirme diye bir sorunları da yoktur. Mevcut hükümetin başı olan Demirel’e bakalım; bütün hüneri birkaç ayı, o da olmadıysa, birkaç günü kurtarmaktır. Bir “beş yüz gün” sözünü ağzına almıştır. Bırakalım bu beş yüz günü kurtarmayı; muhalefetin bile söylediği gibi, daha da fazla batırmaktan öteye gidememiştir.
Gerek 12 Eylül’ün bütün hükümetleri olsun, gerekse onunla biraz çelişerek başa gelen Demirel-İnönü hükümeti olsun, önlerine koydukları temel hedef; “terörü” birinci plana alıp ezme hedefiydi. Yani ulusal kurtuluş mücadelesini ezmeyi hedefliyorlardı. Ana hedef bu olunca, hükümetin bütün olanakları buna göre seferber edildi. Bu ne anlama gelir? Kendileri buna Olağanüstü Hal Yönetimi dediler, sıkıyönetim dediler, Özel Savaş Dairesi’nin işe karışması dediler. Eyleme de özel savaş dediler.
Özel savaş hükümetlerini, normal hükümetlerden ayırt etmek gerekir. Kapsamlı politik ve ekonomik hedefleri olmaz. Lafı çok iyi bilir, ebediyete kadar yaşarız denir, ama tersi söz konusudur. Günü kurtardıysa ne mutlu ona. Bir de geçmişle çok övünür. Fakat geçmişi kendisine bela olmuştur. Ağır bir yük teşkil eden tek bir konumuna bile gerçekçi yaklaşamaz. Aslında geçmişi de, geleceği de tükenmiş bir anı ifade ediyorlar. Özel savaşımın dayandığı siyasi durum, geçmişten de, gelecekten de umudu kesmiş; günü kurtarmayla uğraşan bir durumdur. Bu, her şeyin savaşla belirlenmesi anlamına gelir. Bu özel savaşı kazanmadan, hiçbir şeye el atamayız derler. Nitekim bakanlarının da her gün söyledikleri budur. Örneğin, Sağlık Bakanı, daha dün, “Terör kesilmezse, sağlık sorununa hiçbir çözüm getiremeyiz” dedi. Sanayicisi de, tarımcısı da bunu söyler ki, bunlar anlaşılır sözlerdir. Başbakanı da gelir, “Terörü önleyin, devletinize sahip çıkın, size daha sonra ilgi gösteririz” der. Dikkat edilirse, bu yaklaşımla da her şeyi mevcut özel savaş hedefine bağlama var. Özel savaşı başarma istemi var. Eğer başarmazlarsa, bu hükümet kısa bir dönem içinde yıkılır.
Mevcut hükümetlerin yıkılış mantığına bakalım. Evren-Özal direniyor. Çünkü bunlar halen özel savaşın yönetimini devretmiş değiller. 1980’lerden itibaren ağırlıklı olarak bunlar yönetiyor. Özal’ı indirmeyi istediler. İndirmek şurada kalsın, tehdit etmesini dahi bilmiyorlar. Evren gerçek bir cumhurbaşkanı gibi perde arkasındadır. Emekli generaller, ordunun doğal sahipleri gibiler. Günümüzde bu daha çok böyledir. Çünkü özel savaşın ağırlıklı sorumluluğu bunlardadır. Hatta Demirel-İnönü’yü de özel savaş kullanıyor. Bunlar biraz popülist; birisi sosyal demokrat görünerek, diğeri de köylü kasaba üslubunu kullanarak, ANAP’tan, 12 Eylül’den soğumuş halk kitlelerini özel savaşın dayanağı haline getirmek istiyorlar. Nitekim sözümona “teröristlere” karşı eylem yapın dediklerinde, “En Büyük Türkiye, Kahrolsun PKK! Kahrolsun APO, Yaşasın Polis, Yaşasın Atatürk!” diye slogan attırıyorlar. Aslında kimse bu sözcüklere anlam vermiyor.
Türkiye’deki özel savaşı biraz yakından inceleyenler görecekler ki, Demirel ve İnönü’den beklenen, mevcut kitleyi özel savaşın emrine sokmaktır. Nitekim onlar da hükümeti bu temelde kullanıyorlar. Özel savaşın verdiği görevlerin gereklerini yerine getiriyorlar. Demirel-İnönü hükümetinin bir tanımı yapılacaksa, şu belirtilebilir; generallerin, ANAP-Özal sivil klik öğesinin yetmezliğe düştüğü yerde, artık götüremiyorum dediği, kitlelerin de artık meşru kabul edemeyiz dediği yerde, devreye sokulan hükümettir. DYP ve SHP’den meydana gelen bu oluşuma da koalisyon deniliyor. Daha çok da kitlenin devletten kopuşmaya doğru gittiği, özel savaşın karşısında dikilmeye başladığı anda, yasaklı olmalarına rağmen yasakları da kaldırıldı. Çünkü kullanılmak durumundadırlar. Gelin hükümet kurun dediler. Kitleyi ne kadar aldatırlarsa veya özel savaşa ne kadar gerekli olurlarsa o kadar tutacaklar. Nitekim bunu Demirel de, İnönü de çok iyi görüyor ve bunu benimsiyorlar. Demokrasi maskesi altında “terörü yeneceğiz, terörü ezeceğiz” diyorlar.
Piyasaya verdikleri para da az değildir. Bununla köylüleri, işçileri aldatıyorlar. Uluslararası politikada yaptıkları da şovenizmi körüklemektir; Kıbrıs sorunuyla, Bosna-Hersek, Türki Cumhuriyetler sorunlarıyla tümüyle şovenizmi körüklemektir. Burada da özel savaşa hizmet esastır. İçerde halkın ağzına bir parmak bal çalmak esastır. Ertesi gün halk yine zorlanacak, fakat bir parça bal daha verirler. Fakat toplum da çok iyi bilir ki, yarını bile güvence altında değildir.
Esas itibarıyla iktidarı yöneten kuvvet askeri güçlerdir, onun özel bölümleridir, istihbaratıdır. Asker ve sivil emniyet güçleridir ve bunun birçok başka özel savaş kolları var. Korucular, aşiretler, Hizbullah vb. çeşitli kolları sürekli geliştirirler. Ne bulabilirlerse onu devreye sokarlar. Ve her zaman “terör zayıflıyor, önlendi, bitmek üzere” laflarını ağızlarından düşürmüyorlar. Temel beklentileri budur. Bu da bu hükümetin “büyük” ufkunu gösteriyor ya da kendisine biçimlenen rolün ne olduğunu gösteriyor. Bunun propagandasını yapacaklar; bunun kitleleri aldatma rolünü oynayacaklar, diplomasi yönünü oynayacaklar; ekonomik ihtiyaçlarını giderecekler. Hükümetten beklenen budur. Gerisi özel savaşın vurucu aygıtlarının işidir. Komploculuktan tutalım uşaklarına kadar, katliamından tutalım sahte sol, reformist işbirlikçi Kürtçü yaratmaya kadar özel savaşın işidir. Hükümetler sadece birer figürandır.
Somuta baktığımızda Türkiye’de gerçekleşen budur. Kürdistan’da gerçekleşen özel savaşın bir biçimidir. Bir diğer yönünü daha iyi anlamak gerekir. Özel savaş, mantığı gereği kısa sürede sonuç almakla, ancak ayakta tutunabilecektir. Süresi uzadı mı, bu onun için yenilgi demektir. Bir özel savaşa verilecek en iyi karşılık, onu uzun vadede gittikçe yıpratan bir tarzda ele almaktır. Özel savaş eğer yıpratılmaz, biraz başarı kazanırsa çok tehlikeli bir durum alır. Fakat durakladı, gelişim kaydetmedi mi bilin ki o özel savaş çürür. Ve karşı taraf, devrimci cephe, devrimci savaş eğer gerçekten zafer çizgisinde yürüyorsa başarısı kaçınılmazdır.
Bizim karşımızdaki savaş, herhangi bir savaş değil, özel savaştır. Veya çerçevesi belli, biçimlenişi belli bir savaştır. Diğer biçimlerle, Vietnam ile, Çin ile karıştırmamak gerekir, Latin Amerika ile, Afrika ile karıştırmamak gerekir. Kendine özgü yanları var. Bu özel savaş başlangıçta gizliydi. Türk sisteminin her zaman bir özel savaş yanı vardır ve her zaman gizli bir yanı vardır. Ama bu, günümüzde oldukça açığa çıkarıldı. Açığa çıkartılması, savaşımızın gelişim düzeyinin bir ifadesidir.
Mevcut haliyle özel savaş, hükümetin de, meclisin de, muhalefetin de emrinde olduğu, işbirlikçi Kürtlerin, Barzani-Talabanilerin de emrinde olduğu bir savaştır. Bu çok önemlidir. Yani sivil hükümet emrinde, sivil muhalefet emrinde, işbirlikçi Kürtçü emrinde, önemli oranda tasfiye olmuş sol emrinde... Özel savaşın mantığı gereği, işbirlikçi Kürtçünün, solcunun her zaman devletin emrine girmesine gerek yoktur. Ama özel savaş döneminde irtibatları gelişir. Nitekim TKP geldi, emirlerine girdi; Barzani-Talabani geldi, onlar da emirlerine girdiler. Bunlar değişik politikalardır. Ancak özel savaşla izah edilebilir.
Özel savaş sık sık yöntem değiştiriyor, ilişki değiştiriyor, şantaj yapıyor, taviz veriyor. Diplomasiye bakın; yalnız Suriye sahasına uygulanan diplomasiye bakın. “Sana su veririm, para veririm, sen de PKK’ye şöyle tavır al” diyor. Hatta Dışişleri Bakanı bunu söylerken, belki de bu gerçeği fark etmeden söylüyor. Karşı taraf da “Bizim sahamızda PKK’yi, APO’yu böyle değerlendirmeniz anormal bir durum. Bizim sahamızı böyle değerlendirmeniz gerçekçi değildir” diyor. Doğru da. Karşı tarafın özel savaşı yaşadığını dahi idrak edemiyor, normal bir hükümet sanıyor. Karşısındakinin özel savaşın Dışişleri Bakanı olduğunu kavrayamamıştır.
Bütün bunların yanı sıra şovenizmi körüklemek isteyen TC, Bosna-Hersek’e sarılacak. Kıbrıs artık işine gelmiyor, yeni bir kahramanlık biçimi gerek. Bosna-Hersek, Azerbaycan kahramanlığına ihtiyacı var. Bütün bunlar özel savaş politikalarının göstergeleridir. Ekonomi de öyledir, tipik bir ekonomik yönetim var. Her gün skandal üstüne skandal yaşanıyor. Hepsi de skandal yaratmış; eskileri de, yenileri de. Birbirlerinin skandallarını, birbirlerine karşı koz olarak kullanıyorlar. Yaşamdaki diğer bütün uygulamalar da böyledir.
Demek ki fazla geleceği olmayan, tarihe en gerici bir tarzda yaklaşan ve günü kurtarmak için yapmadığı demagoji, baskı, satılmadık yanı kalmayan bir hükümet biçimiyle karşı karşıyayız. Veya hükümet biçimi de demeyelim, bir özel savaş gerçeğiyle karşı karşıyayız. Meclise de özel savaş meclisi; hükümete de özel savaş hükümeti diyeceğiz. Doğru değerlendirme budur. Niteliklerini sıralarken, değindiğimiz bir konu da şuydu; bu tip savaşım hükümetlerinin veya savaşım güçlerinin kısa sürede başarılı olmaması halinde, tersi sonuçlara yol açmaları söz konusudur. Bu tip yönelimlerini, politikalarını kısa sürede başarıya götüremezlerse, başarısızlığa uğrarlar. Her ne kadar bu özel savaş hükümeti veya özel savaş rejimi tam başarısızlığa uğramamışsa da, tam başarılı değilse de, tam başarısızlığa uğradığını da belirtemeyiz. Başarılı değil, fakat başarıdan umudu kesmiş de değil.
Özel savaş halen başarılı olacağına dair inatçıdır. Özellikle generaller çok inatçıdır. Çünkü generaller şunu iyi biliyorlar; özel savaşın başarısız olması, bin yıllık egemenliklerinin yerle bir olması demektir. O anlı şanlı generaller, paşalar edebiyatının bir daha dirilmemecesine sönmesi demektir. Mevcut siyasi parti sisteminin felç olması demektir. Bu hükümetlerin dayandığı bütün parti sistemleri, anayasası yok olur gider. Onun holdingcileri, tekelcileri var. Onların da iktidarlarının, çıkarlarının yerle bir olması demektir. Yine Kürt işbirlikçileri var; onların da tarihin en lanetli kesimleri olarak her şeyini en acı bir biçimde kaybetmeleri demektir. Bu nedenle hepsi birleşiyor. Hem birbirleriyle dalaşıyorlar, hem birleşiyorlar. Savaşı kaybetmenin, herkesin kaybetmesi olduğunu söylüyorlar. Bir özel savaş yetkilisi şunu söyledi; “Birbirimize girmemize hiç gerek yok. Bu gemi batarsa hepimiz yerin dibine gideriz.” Bu doğru bir değerlendirmeydi. Onun için kimse kimseyle fazla dalaşmadı. Sözümona gemiyi kıyıya sağlam vardırmak istiyorlar. Dolayısıyla özel savaşın kendisini çok iyi korumak isteyeceği anlaşılırdır. Tam başarılı olmasa da, başarıdan umut kesmediği anlaşılmalıdır. Fakat kendini rahatlıkla yürütebilecek, götürebilecek bir rejim olmadığı da kavranılmalıdır. Çok çelişkili, çöküş emareleri taşıyan, kitlelerin aldatılmasına ve bastırılmasına dayanan, hatta müttefiklerinin bile aldatılmasına dayanan, demagoji yönü büyük, saptırma yönü gelişkin tersyüz etme bu nedenledir. Rüşveti, torpili çoktur. Toplumsal ahlakla sonuna kadar oynanması bu nedenledir. Ve bu şekilde götürülmek isteniyor.
Reber APO
6 Ağustos 1992
- Ayrıntılar
Tarih disiplininde bazı günler ve dönemler; tarihin seyrinde kalıcı etkileriyle sürekli yaşamsal olur. Özellikle sömürülen ve baskı altında tutulan bir halkın nezdinde, tarihin seyrine etkide bulunan bu dönemlerin kalıcılığı ve yaşamsallığı daha anlamlı ve derin olur…
Kabul etmek gerekir ki; Kürt halkının son otuz yılına damgasını vuran ve tarihin seyrini her yönüyle değiştiren bir tarih olarak 15 Ağustos’un anlamı ve yaşamsallığı bu minvalde hayli önemli olmaktadır.
Kürtler açısından ve Kürt özgürlük hareketi adına her yıl kendini güçlendiren ve bu yönüyle de yaşamsallığını daha da anlamlı bir hale getiren; 15 Ağustos’u kritik etmek ve bugünlerde yaşanan tartışmaları değerlendirmek gerekmektedir.
Yıl 1984 ve Siirt’in Eruh ilçesi ile Hakkari’nin Şemdinli ilçesinde gerçekleşen ilk eylemler ile birlikte tarihin seyrinde önemli etki de bulunan ve gelişimini oluşturan 15 Ağustos atılımı gerçekleşir.
Dönemin başbakanı Turgut Özal, Muğla'nın Bodrum ilçesinde tatildedir…
Konu kendisine aktarıldığında verdiği tepki ve yaptığı ilk açıklama; “birkaç eşkıyanın işidir, yirmi dört saate kalmaz, devlet konuyu çözer!” şeklinde olur…
Aynı dönemde Cumhurbaşkanı olan Kenan Evren ise benzeri bir tepkiyi Marmaris’te verir…
Kimse gelişen bu saldırının bugünlere ulaşacağını ve böylesi kitlesel bir güce dönüşeceğini öngöremez…
Devam eden yıllarda, gerçekleşen saldırılar ve eylemlerle konunun Başbakan Özal’ın öngörmeye çalıştığı gibi kolay olmadığı ve kazın ayağının gerçekten de çok farklı olduğunu ortaya çıkardı.
86/89 yılları arasında artan eylemler ve bölgede yaşanan alan hakimiyetinin ardından devlet aklı konuya ehemmiyet verir. Yine aynı dönemde Özal; “suyun kurutulması” denilen projesini hayata geçirmeye çalışır. Bunun sonucunda Köy boşaltmaları ve koruculuk sistemi geliştirilmeye çalışılır ve bu şekilde sorunun içinden çıkılacağı yönünde bir görüş devlet aklı olarak uygulanmaya konulur.
Ortaya konulmak istenen bu yaklaşımlar; 90 yılların mayası olmuştur.
91 yılında ilk Irak müdahalesi olunca, Özal “bir koyup üç alacağız” dedi… Devletin aklı; ne yaptı/neyi aldı diye yıllarca tartışıldı. Sonuç ise fiili olarak parçalanan bir Irak ortaya çıktı.
92 yıllarında özellikle Botan alanında yaşanan çatışmalar ve ortaya çıkan mevcut tablo devlet aklının, bir yerlerde hata yaptığını ve karşısındaki gücün artık bir halk hareketine dönüştüğünü net bir şekilde görmeye başladı.
Bunun üzerine de hem Nusaybin’de, hem Şırnak/Cizre’de ve hem de Kars’ın Digor ilçelerinde hedef gözeterek halk tarandı ve kitlenin bu şekilde sindirileceği ve PKK’nin halk tabanından yoksun kalacağı öngörüldü… Onlarca insan katledildiği gibi aynı dönemde insan hakları savunucuları ve bağımsız bölge siyasetçileri de hedef seçildi…
Yine aynı dönemde NATO'nun desteğiyle Kuzey Irak’a büyük operasyonlar düzenlendi… Kürtlerin gerici güçlerinden yararlanılarak, NATO'nun tüm desteğini arkasına alan devletin aklı bu şekilde de istediğini tam olarak elde edememişti.
Devam eden süreçte ise bölgede devlet odaklı yapılanmalar ile halk arasında korkutma/sindirme amaçlı saldırıları sokak ortasında işlerken, yine devletin resmi makamları tarafından kurulan çetevari yapılanmalarla faili meçhuller geliştirildi…
Binlerce Kürt insanı devletin dolaylı ya da direkt müdahalesi sonucunda yaşamını yitirdi… Devletin aklının bu dönemde ortaya koyduğu siyasi mantık; en yüksek seviyede güvenlikçi yaklaşımlar ve uluslar arası güçlerin desteğiyle daha da önemli hamleleri geliştirebileceğini sandı…
93 yılında ise dönemin Cumhurbaşkanı-Jandarma Genel Komutanı sorunun çözümüne dönük projeler üzerinde çalışmaya başladılar… PKK ile devlet arasında çeşitli düzeylerde görüşmeler yapılarak, sorunun siyasal zeminde çözümüne fırsat verilmek istendi…
Bu gelişmelerin ardından hem Cumhurbaşkanı, hem de jandarma genel komutanı ve diğer birçok üst düzey yetkili, şaibeli şekilde öldürüldü… Bu dönem devlet aklının esip/gürlediği ve karanlık güçlerin bir çok sorunda ortaya çıktığı net bir şekilde görüldü…
Dönemin Genelkurmay başkanı Güreş, sorunun çözümünden ziyade batılı güçlerin politik çıkarları doğrultusunda hareket etmeye başladı. Aynı dönemde üç kez darbeyle gönderilen ve dört kez de göreve gelen dönemin başbakanı Demirel, Çankaya köşküne çıktı.
ABD’den ithal edilen Tansu Çiller de başbakan oldu… “Kimseye bir çakıl taşı vermeyiz” diyerek, bu soruna yaklaşımını net bir şekilde ortaya koydu. Daha sonra “liste cebimde” diyerek, Kürt sermayesine ve iş adamlarına yönelik operasyonların işaret fişeğini ateşledi… Katledilme sırası Kürt iş adamlarına geldi…
90’lı yılların ortasında yaşanan bu karanlık tablonun ardından Refah-Yol hükümetinin dönemi başladı. 97 yılında tekrardan sorunun siyasi çözümü için girişimlerde bulunuldu… Ama yine sorunun silah gölgesinde kalmasını ve daha çok kanın akıtılması gerektiğine inanıldığından, meşhur 28 şubat süreci ortaya çıktı.
Sorunun uluslar arası alanda çözümü için yaşanan süreçte ise başta ABD ve İsrail olmak üzere Avrupalı güçlerin de etkisiyle 99’un Şubat ayında 15 Şubat komplosu ortaya çıktı. Türkiye adına pimi çekilmiş bir bomba gibi gelişen bu süreçte dönemin başbakanı “bize niye verdiler anlamadım” diyerek, siyaseten ne kadar aciz olduğunu beyan etti. Ve yaşananları anlamaya ahir ömrü yetmedi!
Kürt halk önderinin sürece gösterdiği sağduyulu yaklaşımı sonucunda siyasi çözüme yönelik bir şans daha verildi. Yaklaşık 5 yıl boyunca tek taraflı ateşkes ilan edildi…
2002 yılında yaşanan seçimlerde AKP dönemi başladı…
Yakın siyasi geçmişte AKP’nin şeceresi ise malumun ilanı olmaktadır.
Bugün 15 Ağustos’un 29. yılına girerken yaşananların, yapılan değerlendirmelerin ve ortaya konulan görüşlerin ciddi manada değiştiğini söylemek güç… Özellikle devletin aklı kaldığı yerden devam etmeye çalışıyor ve gün geçtikçe daha çok batmaktan kurtulamıyor…
15 Ağustos’un seyrindeki derinlik ve anlam zenginliği ise daha da güçlenerek, kitleselleşerek devam ediyor…
Devletin aklı uygulamaya çalıştığı güvenlik politikalarıyla kendi kendine basit bir ötenazi yapıyor, bize de “Nice 15 Ağustos’lara” demekten başka bir şey kalmıyor…
Toprak Cemgil
- Ayrıntılar
Korku nasıl bir şey diye düşünmeden edemiyor insan, gerillanın yükseltiği çıta karşısında ne konuşacağını bilmeyen kanyiyici devlet ve onun uzantılarını gördükçe. Korku yükselen çıtaya kendini katarak, kendilerini yükselen çıtanın kendisi yaparak, fedaice ve onurluca şehit düşen yoldaşların onurlu gerçeği karşısında yaşanmakta.
Şehadete giden her özgür ruhlu can, yükselen çıtanın kendisi olmakta. Bu denli büyük ve ulaşılamaz ayrıca tarifi zor olan feda oluşun kendisi olan şehit yoldaşlar; kendilerini Önderliğin yükselttiği çıtanın kendisi haline getirmekte.
Korku bu çıtaya karşı yaşanıyor. Korku bu çıtanın kendisi olan insanlık güzeli fedai yoldaşlarımızın vuruşları karşısında yaşanmakta. Kim ne derse desin asıl iman sahibi, asıl doğru duruşun sahibi onlar. Bu Önderlik bizim ve biz de onun militanlarıyız diyenlerin en katıksız bir şekilde onu savunma biçimini uyguladılar. Korku bu katıksız sevgiye karşı yaşanmakta; korku bu katıksız sevginin sahiplerinin vuruşu karşısında cayır cayır yaşanmaktadır.
Kirlenen, tücarlaşan, alım-satım haline getirilen ramazana, oruça dair her şey, her üsulde bu görkemli yürüyüşler karşısında aslında temizlenip tekrar kendi özüne dönüyor. Bu kadar yalan, işkence, Önderliğimiz tecrit altındayken en temel varolma hakkına işlerlik kazandırıyorlar. Bu kadar kanın üzerinde tutulacak orucun bu fedaice duruş olduğunu herkesi titretircesine söylüyorlar.
Devrimci operasyonda her bir şehadet unutulmaz bir cığlık ve böyle düşen her bir yoldaş zalimi titretiyor, konuşamaz hale getiriyor ki bu yüzden ancak yazılı açıklamalar yapabiliyorlar. Zaten doğruluk hakkına konuşacak hiç bir şeyleri de kalmamıştı. O yüzden yoldaşlarımız yaptıkları devrimci operasyon ile onların elinden bunu da aldılar. Bu onları ne kadar yüreklerinden vurduğunun ispatı, bu ise göze görüneni sadece.
Asıl korku ölen asker sayısı, bombalanan mevzinin sayısı da değil. Vuranların vuruş tarzı, baskın yapanların amansızca kendi değerlerini savunmadaki amansız, heybetli, olağanüstü cesaretleridir. Korkuyu salan bu eyleme giden yoldaşların Önderliğine ve şehitlerine karşı olan bağlılığının doğan bir güneş kadar net bir şekilde görülmesidir.
Öyle vuruyorlar ki öyle giriyolar ki içine içine düşmanın Apocu kişilik biziz biziz, bizi yenemezsiniz. Bu yüreği yenemezsiniz. Bu yüreğe ulaşamazsınız çünkü hiç bir çıkara bulaşmamış yürek sahibidir onlar. Çünkü gözlerini Önderliğinden bir an bile ayırmamış, gözlerini şehit yoldaşların ardılı olmaktan bir an bile ayırmamış dürüst yürek sahibidir onlar. Onlar ki şehadet çizgisine en onurluca sahip çıkmaya adanmış akıl ve düş sahibiydiler.
Korkuyorlar ve korkularında en kazançlı çıkan da yalanın kendisi oluyor. Ve yalanlarına biraz içerik katmak için bu yalanları teorileştiriyorlar ama ne iş ki yüzleri bile kızarmıyor bu mübarek ramazanda. Oysa ki Apocu yaşamda korkaklık ve yalan yenilmek zorundadır. Ve Apocu yaşam kendini aşan insanın kendini adamaya hazır insanın öyküsüdür. Asıl teoriler kendini gerçekleştirerek söylenir. Ve böyle gerçekleşene doğru yürümek teorinin özü olmaktadır. Ve her zaman yaşam klavuzumuz en somut haliyle ONLAR olmaktadır. Çünkü bu güçlerini en yalın en sade bir biçimde Önderlik Gerçeğinden alırlar.
O yüzden “biz bağlıyız”, “Önder Aposuz asla” dedik ve “böyleyiz” diyenin ve böyle yaşayanın kendisini ifade etmesidir tepede yapılan fedai eylem. Fedailik yalansızlıktır çünkü. Bu yalansızlıktandır düşmanın asıl korkuları, bu yalansızlık dehşet saçıyor tüm adiliklere Önderliğimizin üstüne gitmeye çalışanlara.
Korku öyle bir psikoloji ki düştüğü yeri için için yer, bunun azabı sonucu başlayan şaşkınlık, paniklik, benizin atması, soluğun kesilmesi, ağız kenarlarının kuruması ve çürümüşlük de çabası. Korkunun olduğu yerde herşey konuşulur da lakin doğru konuşulamaz. Ramazanın bile kutsallığı yetmez onu aştırmaya çünkü doğası gereği yalancı olmak, inkarcı olmak ve saldırmak zorundadır.
Kendi insan olma, kadın olma, özgür bir halk olma savaşımımızı, yenileyerek verdiğimiz bir dönemden geçiyoruz. Bu dönemin yaratılması bu günlerin daha onurlu bir şekilde verilmesi ancak ve ancak şehit düşen arkadaşlarımız sayesinde oldu. Ve bu yolda amansız başarı temelinde çalışan militan gerçeklik karşısında oldu. Bu şehit yoldaşlarımız her yerde halkımızın onurlu ve görkemli karşılamasıyla toprağa verildi. Bu yoldaşlarımız herşeyimiz ve her anımız olarak bizler ile var oldular.
Bizler Önderlik gerçeğinin kendisinden de pek yaman bir şekilde biliyoruz ki şehit toprağa gömülmez, yüreğe gömülmez; şehide başarı temelinde büyük devrimci pratiklerle sahip çıkılır.
İçinden geçtiğimiz bu ağustos ayı da böylesi bir ay olmaktadır. Ağustos denince Agit akla gelir. Ve Önderlik büyük önderliksel yürüyüşü ile binlerce Agit yarattı bu topraklarda. Agit’in ardılları olarak büyük Botan Komutanı Erdallar, Dersim yolunda Beşiri ovasında şehit düşen Nucanlar, Dersim’de Agitçe desta yazan özverili Komutan Medeniler, Dersim’in özgün ve nadide Komutanı Tekoşinler, Garzan yolculuğunda 11 yoldaşı ile destan yazan Komutan Rozalar; sesi ile içimizdeki büyü olan Delilalar ve daha adını sayamayacağımız kadar çok olan biiinlerce onurlu yoldaşlar da bu ayın şehididir. Değişmeyen bir gerçek olarak bir Agit binlerce Agit olarak bu topraklarda yeşerdi. Ve halen yeşermeye devam ediyor.
Ve bizler de Ş. Arjin Garzan ve de Ş.Mahir Başkale adıyla yapılan Çelê Devrimci Operasyonunda şehit düşen her bir yoldaşımızı Agitlerin ardılları olarak tüm görkemliliğiyle selamlıyoruz. Ve şehitlerin sadece toprağa ve yüreklerimize gömemeyeceğimiz bir gerçek olduğunun bilinciyle yalan karşısında korkusuz, özverili, cesurca durmak isteyen tüm genç kadınları ve erkekleri dağlara çağırıyoruz.
Şehadet gerçeğine tüm benliğiyle kendini katmak isteyen, şehide sahip çıkmayı isteyen en temelde Onu yaşamak ve yaşatmak temelinde kendini katmak isteyen tüm Kürt gençlerini özgürlük dağlarına çağırıyoruz. Şehidi ve onun çizgisini, kimliğini, kişiliğini bir bütünen her nerde olursa olsun savunmaya ve bunu bir meşru savunma hakkı olarak uygulamaya çağırıyoruz. Bu savaşın engin tecrübeleri çerçevesinde kayıp nedenlerini anlayıp aşmaya çalışarak ve kazanımlarına da binlerce kez kendimizi katarak görkemlice büyütmeye çağırıyoruz.
Nupelda ENGİN
- Ayrıntılar
TC devleti ve onun iktidar odakları artık çok sıkışıklar. Sıkışıklık her zaman iyi bir ruh hali değildir.
Biliniyor sıkışık olanların hal hareketleri çok dengesizleşir. Aklıselimi yitirirler. Böyleleri var olan duruma göre, var olan durumu kurtarmak için harekete geçerler. Bu ise aklın yerine anlık çıkarların, duyguların, tepkilerin ve reflekslerin konuşturulması anlamına gelir. Özcesi akıl geri plana itilerek toplumsal baskı, mahalle baskısı derken böyle birçok baskı gündeme gelerek bu durumu yaşayan bireyi, topluluğu ya da bunlar bir iktidar güçleri ise bu iktidar odaklarını hata üzerine hata yapmaya zorlar.
Evet, TC devleti ve iktidar odakları bayağı sıkışıklıklar. Bu sıkışıklığın onlarla olan ayağı mutlaka vardır. Ancak bu sıkışıklığı yaratan en önemli güç odağı özgürlük güçleridir. Özgürlük güçlerinin dağ ayağı, özgürlük güçlerinin şehir ayağı, özgürlük güçlerinin güney ayağı, özgürlük güçlerin gençlik, kadın derken tüm ayakları ve bileşenleri, özgürlüğe gönül vermiş tüm kesimler bir noktaya bilinçli bir şekilde atış yapıyorlar. Bir noktaya ortak atış yapmak önemli oranda bir örgütlülüğü ifade eder. Çok disipline olmuş bir yapıyı ifade eder.
Evet, özgürlük güçleri tarihin bu önemli an’ında topyekûn bir eş güdüm içerinde özgürlükleri için hareket ediyorlar. Bu ise güçlerine güç katarak sinerji yaratıyor. Kelebek etkisi dedikleri etki burada da gündeme geliyor. Özgürlükçü Kürtler bu etkinin bilinciyle tarihin bu önemli anına ortak yükleniyorlar.
Evet, özgürlük sevdalısı Kürtler ve dostları bu tarihi ana yükleniyorlar. Tarihi ana yüklenmek demek dediğimiz gibi öncelikli olarak çok güçlü bir örgütlülüğü gerektirir. Büyük özveriyi gerektirir. Ortaklaşmayı ve birliği gerektirir. Bir noktaya odaklanarak ortak hareket etmeyi gerektirir. Ve tabii ki düşmanların sayısını azaltarak dostların sayısını çoğaltmayı gerektirir.
Özgürlükçü Kürtler öncelikli olarak Kürtleri bir araya getirmeye doğru hızla ilerliyorlar. Yine Türkiye cephesindeki demokrat sosyalist çevreler başta olmakla üzere faşizme ne kadar muhalif güç varsa hepsiyle bir araya gelerek faşizme karşı güçlü bir duruş içerisine giriyorlar. Yine uluslar arası alanda katkı sunacaklara eskisinden çok ileri düzeyde ilişki içerisine girerek faşizme karşı bloklarını genişletiyorlar. Ve tabii birçok aydın, liberal, farklı çevrelerle de ilişkilenmeyi unutmadan özgürlük değerleri etrafında bir araya geliyorlar.
Tüm bunlar tarihi bir an’ın yaşandığını ve daha güçlü bir şekilde tarihe not düşüleceğinin işareti olmaktadır. Bir şehit yoldaşımızın dediği gibi: “Bir çentik de biz atmalıyız bu kayalıklara” diyerek, “Yüzyıllar, bin yıllar sonra bile sürülebilecek bir izde biz olmalıyız” felsefesiyle tarihe ve an’a yüklenilmektedir.
Ancak biz özgürlük savaşıyla uğraşanlar da biliyoruz ki iktidar odaklı güçlerin onlarca hatta yüzlerce hileyle her zaman yeniden kendilerini yenileme taktikleri bulunuyor. Bu taktiklerinin başında ilk günden bugüne kadar uygulananı özgürlükçülerin içinde ya da özgürleşmek isteyen halkın içinde keklik takımları çıkartarak bu tarihi an’ı tersine çevirme marifetleri geliyor. İhanet, işbirlikçilik esasta bu iktidar odaklarının kullandıkları en güçlü yöntemleridir. Halkları parçalamak, birbirine bırakmak, zayıf düşürmek hep ağırlıklı olarak bu keklik takımları elleriyle yapılmış ve bugün de, ileride de bunların elleriyle yapılacaktır.
Gönlünü özgürlüğe yatırmış olanlar, tarihi an’ı doğru değerlendirmek isteyenlerin yapacağı ilk iş bunun için örgütlenme, birlik yaratma, dayanışma ve sert kavga vermenin yanı sıra birde yukarıda dile gelen keklik takımlarına yönelmek ve pasifize etmek olmalıdır. Özgürlük elde edinmek isteniyorsa bugün faşizmin cephesinde yer alan tüm keklik takımlarını ülkemizde söküp atmamız gerekiyor. Böyle ihanetçi, işbirlikçi tipleri ülkemizde yaşamasına izin vermemiz gerekir. Böylelerine ülkemizde cirit atmalarına izin vermemiz gerekiyor. Böylelerini sadece teşhir etmekle yetinmeden, böylelerini ülkemizde kuyruklarına teneke takarak köy köy dolaştırılması gerekir.
İhanetçi, işbirlikçi keklik takımlarına ülkemizde at koşturmalarına izin vermemeliyiz. Gelip gitmelerine izin vermemeliyiz. Böyleleri eğer faşist cephede direk yer alıyorlarsa bunları faşist devletin resmi silahşorları bilerek gerekli yaklaşımı göstermemiz gerekiyor.
Evet, Kürdistan’da iktidar odakları yani Akepe’nin yanında duran, statükocu faşist yapılarla danışıklı dövüş temelinde halkımızın değerlerine, kendi birkaç kuruşluk kirli kazancı için saldıranlara gerekli cevabı her Kürt genci mutlaka vermelidir. Böyleleri ülkemizin sokaklarında dolaşmamalı ve böylelerine buralarda dolaşmalarına izin vermemeliyiz.
Az da olsa Kürdistan’da Kürdistan gerillası denetimi eline almıştır. Bu denetim daha da çoğalacaktır. Yollar daha fazla kontrol altına alınacaktır. Faşist devletle işbirliği yaparak milyarlarca parayı halkımızın aleyhine askeri inşaatlarda kazananlara da giderek daha sert yaklaşımlar sergilenecektir. Ve tabii birde Kürdistan’da bu faşist yapının tüm alt yapı kurumlarına karşı da bir hareketlenme yaşanacaktır.
Bunun için diyoruz ki: Kürdistan’da artık at koşturmayacaksınız. At koşturtacaksanız da o zaman yukarıda söylenenlerin bilincinde ve sorumluluğu almaya hazır bir şekilde koşturun.
Şıho Dirlik
- Ayrıntılar
Sahiden, Şemdinli’den size selam var. Hani TC devletinin “19 gün boyunca operasyon yaptık ve bitirdik” dedikleri Şemzinan’dan.
TC devleti operasyon yaptı ve “kökümüzü kazıdı,” ancak ne tuhaftır ki biz bu topraklarda yeniden fışkıranlar, her gün her gün eylem yapıyoruz. Yol kontrollerini daha sık yapıyoruz. Söyleyeceklerimizi sadece yol kontrollerinde söylemiyoruz, hayır şehirlere inerek şehir merkezlerinden de yol kontrolleri yapıyoruz.
TC devleti devasa bir operasyon yaptı ve kendi deyimleriyle “175 terörist öldürdüler.” Ve bu tespit ettikleri öldürülenlerin kanıtlardı nerde(?) diye sorulduğunda verdikleri ilk cevap: “İnsansız Hava Uçakları.” Tabii birde gerillalarının kendi aralarında yaptıkları “muhabereleri.”
1990’ların ortalarını hatırlayanlar bilir. Osman Pamukoğlu ki gerilla bu kişiye Osman Xurifioğlu diyordu. Bu kişi o zaman yüzlerce “terörist” öldürdüğünü kameralara kızarmadan-bozarmadan söylüyordu. Bir iki gazetecinin “peki bize cenazeleri gösterin” demesi ve istemlerinde dayatmalarına üzerine sinirlenerek;“ben askerlerime leş toplatmam” demiş, “saymak isteyenler gidip kendileri sayabilirler” gibi oldukça inandırıcılıktan yoksun açıklamalarda bulunmuştu.
Bir parantez açarak yıllar sonra yaptıkları bir programda Osman Xurifioğlu “Xakurk’ta 400 terörist öldürüldü diye bir haber geçmişti. Hâlbuki Xakurk’a operasyon bile yapılmamıştı” gibi özel savaşın propagandasını nasıl yürüttüğünü bizatihi onun ağzından duyuyoruz. Duyuyoruz ve de “leş toplatmam” sözlerine daha fazla anlıyoruz. Parantezi kapatıyoruz.
Biz o yıllarda Türk özel savaş sisteminin, Mehmetçik basınının ve de iktidar güçlerinin yalan söylediklerini iyi biliyorduk. Çünkü kendimiz olayların içerisinde yaşıyorduk. Ancak bu yalanları bizim medya aracılığıyla yalanlamamız mümkün değildi. Teknoloji o kadar gelişkin değildi. Dünya bugünkü kadar küçük değildi. Ve tabii sanal dünya bu kadar gelişmemişti. O yıllarda “ben attım, alan alsın” diyebilirdiniz. Gerçi Kürt halkı o zamanda yalanlarınıza inanmıyordu ancak yinede bir çevreyi manipüle etmeyi başardığınızı söylememiz gerekiyor.
Lakin çağ değişmiştir. Teknoloji o kadar gelişmiştir. Olup bitenleri anında ekranlara ya da radyolara aktarma imkanı bulunuyor. Birde özgürlük gerillasının da artık kameraları bulunuyor. Onlarda artık bir şeyleri çekip dünya kamuoyuna suna biliyor.
“19 gün sonra TC faşist devleti gerillayı süpürdü geçti. Hiçbir gerilla artık Şemzinan’da kalmamıştır. Çünkü temizlenmişlerdir.” Ancak tuhaf olan ise faşist devletin yaptıkları resmi açıklamanın hemen ertesi gününde gerillalar yol kesiyor, onlarca aracı durduruyor, kameralara alıyorlar. Hatta bu eylemlerden bir tanesinden Türk ajansları da tesadüfen hazır bulunarak çekim yapıyorlar. Ve gerilla her gün yol kesiyor. Gerilla her gün sağında solunda Şemzinan’ın düşman güçlerini vuruyor. Eylem yapıyor. Gerillalar güçlü tahkim edilmiş taburlara da ağır silahlarla dövüyorlar. Ve tabii gerillaya bu yetmeyince şehir merkezine girip halkımızın 15 ağustos ulusal ve zafer bayramını kutluyor.
Evet, Şemzinan’da size selam var dedik. Gerilla eylemiyle, vuruşlarıyla ve birde tabii yaptığı toplantılarıyla size selam gönderiyor.
Gerilla günlük olarak eylem içerisindeyken, günlük olarak alanda bulunan karakollara erzakın gitmesini hem karadan hem de havadan engellerken, TC devleti her gün değil her saat, hatta ekranlarda alt yazı olarak “teröristleri Şemdinli’de süpürdük” diye yazsınlar. Ve önce kendilerini sonra da Türkiye halklarını kandırsınlar.
Onlar bu kirli özel savaş yalanlarıyla yaşamaya devam etsinler, bizler Şemzinan’da gerillanın gönderdiği selamın karşılığını vermeye hazırlanalım. Gerillanın selamına en iyi cevabı verecek olan gençliktir. Gençliğin selamı herkesin gibi elbette olmayacaktır. Gençliğin selamı gerillanın bulunduğu mekanda ona vereceği selamdır.
Hayri Engin
- Ayrıntılar
Jîn yüzlerce kez Jîn, milyon kere Jîn, Kürdistan’ın bütün ırmaklarında Jîn, dağlarda, Kürdistanî bütün soluklarda Jîn. Evet bir volkan daha patladı, bir çığlık daha koptu ülkemin kalbinde. Bir kadın daha selamlaştı yıldızlarla. Bir tomurcuk daha Zilan çiçeği açtı. Dünyalar güzeli bir kadın gerilla daha özgürlüğün ölümsüz zılgıtı oldu. Adı Jîn, soyadı yine Jîn. Yaşam gerekçesi Jîn, ölüm gerekçesi Jîn. Savaşın kuşatmasında, ölümün kol gezdiği bir mekanda çocuksu bir gülüşün zamanıydı Jîn. Somurtkan dünyanın en masum tebessümüydü Jîn. Ölümün barınmadığı, ölümün dışında olan… Adı yaşam, yani Jîn olan.
Jîn öyle bir ülkenin çocuğuydu ki, bin yıllardır anaların ağıtıyla yıkandı bu ülke. Belki de bu yüzden bu kadar zılgıt olmayı sevdi. Kadınlığın bütün çığlıklarını ruhunda hissetti. Ve o asla kabul etmedi ruhunun kuşatmaya alınmasını. Belki de bu yüzden özgürlük halayının başını çeken, ülkesinin en nazenin kızlarından olmayı seçti. Jîn, hepimizin yüreğindeki şarkının sözü oldu. Hayalini kurduğumuz özgür ülkenin şiiri oldu.
Ve 5 Ağustos’da Çukurca’da bedenine bağladığı bombalarla fedai eylemi gerçekleştirdi Jîn.
Mücadelemizin katmerleşerek devam ettiği bu süreçte, her zamankinden daha fazla karşımızdaki düşman AKP maskesi ile üç maymunları oynamaya devam ediyor. Bütün bu kahramanlıklara, yiğit Kürt kızlarının zılgıtlarına rağmen görmedim, duymadım ve bilmiyorum pozisyonundan bir adım ileriye gitmemeye yeminli adeta. Bir de herkesi kendisi gibi sanmaz mı? Bu direnişin görkemini, bu yüce ruhun irade ve azmini dış ülkelerin desteğine bağlamaz mı? Kendi yörüngesinin dışına çıkamayan bir fukaralık örneği. Her defasında soluğu Amerika’da alan Türkiye’yi parsel parsel Batı’ya peşkeş çeken bu zihniyet, herkesi kendisi gibi dışa endeksli sanıyor. Oysa Jîn’in dağ kadar yüreği varken, Kürdistanî bir ezgiye sahipken ve yüreğinin öfkesi bugün patlamayı bekliyorken, neden dışa sığınsın ki? Bu militanların bu kadar içsel gerekçeleri varken, dış da neyin nesiymiş? ‘Dış’ AKP’ye ait olan bir kavram. Biz baştan ayağa ‘İç’ olanız. Ülkemizde kuşatmayı, işkenceyi, esareti kabul etmeyen bir özgürlük hareketinin "militanlarıyız. Jîn’in yoldaşlarıyız. Buna rağmen bu fedai ruhu görmezden gelen, duymak istemeyen ve asla bilmek istemeyen bu kof beyniyle asla bilemeyecek olan bir gerçekle karşı karşıyayız. Ama bilinsin isteriz ki, Apocu militanların hiçbir dış güce ihtiyacı olmaksızın ve bir halkın yüreğini fethetmişken, volkan gibi yüreklere sahipken dünyalar yerle bir edilebilir. AKP ve AKP jandarmaları bu öfkeyle, bu isyanla her zaman karşı karşıya geleceklerdir. Onlar görmek istemezse de, bu yüreği baştan ayağa isyan olan halkın çocukları, bu gerçeği onların gözünün içine koyacaktır.
Sıkıysa duymasınlar. Ama biz, yüreğimizdeki çığlığı her gün haykıracağız. Esaret varoldukça, işkenceler sürdükçe, annelerimiz sokaklarda süründürüldükçe varolmaya da devam edeceğiz. Sıkıysa bilmesinler. Kendi ülkelerindeki dehşeti görmeyip Suriye’ye, Mısır’a perspektif versinler. Ama bu hiç bilmezlikten, görmezlikten, duymazlıktan geldikleri bu ateş, en çok da onları yakacaktır. Bu dağlarda kimse canından bezmemiştir. Bu yaşam dolu gençler, bedenlerini paramparça ediyorsa Erdoğan’ın idrak edemeyeceği kadar büyük gerekçeleri vardır. Ve bu savaş devam ettikçe bu diyalektik hep böyle de sürecektir. Hadi diyelim ki bilinmedi, duyulmadı ve görülmek istenmedi, ama insan biraz başını iki eli arasına alır düşünür. Geceleri niye rahat yatamıyorum diye kendine sorar. Dağ yürekli Jîn ve Jîn’in yoldaşları, artık sadece eylem değil, harekat insanlarıdırlar.
15 Ağustos’a sayılı günler kala yola çıktığımız ilk gerekçeyle hala meramımızı anlatmaya çalışıyoruz o çok bahsi geçen ‘dış dünyaya’, bize çok uzak olan dış güçlere. Sormazlar mı adama, bu kadar destekçiyse bu dış olan her şey neden hiç anlamadı şimdiye dek bu gençlerin savaş gerekçesini? Canını hiç çekinmeden feda eden bu yiğit genç kızları? Bütün dünya anlamsızlığa doğru giderken, bir de başımıza ‘dış’tan bir maske musallat ettiler.
Anlamak istemeyen Türkiye iktidar elidi Kürtlere dair Suriye’de olanların Kuzey Kürdistan’a sıçramasının paranoyasını yaşadığı için anlamayan ruh halinden kurtulamıyor bir türlü. O zaman neden paranoya yaşıyor? Neden bu kadar korku? Ve bu korku neden bu kadar içe işlemiş? Hem de bu kadar dış gerekçeleri güçlüyken… İnsanın gücüne gidiyor doğrusu. Adı Amerika uşağı diye bilinen, bir başbakanın bu kadar dıştan bahsetmesi komik kaçıyor. Bu kadar içsel bir korkuya kapılması kafalarda bir sürü soru işareti yaratıyor. Neyse…
Biz içsel olan çığlığımıza dönelim. Yüreğimizde hiç silinmeyecek olan, beynimizde özgürlük yankısı olarak anılacak olan Jîn-imize… En çok bu dağlarda savaşanlar savaşın bitmesini ister. Bunun için hiç kimsenin yapamadığı, yapamayacağı fedakarlıklara katlanır. Jîn bunu en anlamayana, en bilmeyene, en duymayana, en görmeyene de göstermeyi bilmiştir. Sıkıysa kör olun, isterseniz kaçın bilmemek için. Çok başarabiliyorsanız sağır olun. Siz nerede olursanız olun Jîn ve Jîn’in ardılları ülkelerinin içinde, halklarının içlerine işlemiş olan özgürlük çığlığı olmaya devam edecektir.
Medya DOZ
- Ayrıntılar
Kürdistan’da her zamankinden çok ileri düzeyde bir sıcaklık yaşanıyor. Ve bu sıcaklık sadece bir yazın sıcaklığı değildir elbette. Bu sıcaklık 14 Temmuz’dan bizlere bugünlere kalan bir sıcaklık. Öyle ki 30 yıl önce sergilenen direniş bugünlere büyük bir meşale olarak yansıyor. Ve aynen o günlerdeki gibi bizlere umut saçıyor. Boşuna büyük insan ve büyük devrimci militan Mehmet Hayri Durmuş yoldaşımız bu en zor koşullarda “Kürdistan Vietnamlaşıyor duyuyor musunuz?” dememiştir. Ve boşuna büyük militan Kemal Pir yoldaş: “Yaşamı uğruna ölecek kadar seviyoruz” da dememiştir.
Evet, onlar 30 yıl önce Mazlum Doğan yoldaşın çaktığı ilk kibrit ateşini bedenlerini açlıklara vererek devasa bir direniş mirası ekerlerken biliyorlardı ki aynen temmuz aylarında, yine sıcak bir yaz gününde Kürdistan TC faşist devletine mezar olacaktı. Ve onlar biliyorlardı ki 23 Temmuz 2012 gününde bugüne Şemzinan’da başlayan gerilla direniş adım adım, karış karış tüm Kürdistan’a yayılmanın fitili olacaktır. Ve onlar biliyorlardı ki direnişleri “ihanetin göğsüne hançer gibi saplandı” ve saplanacaktı.
Evet, bugünlerde Kürdistan sıcak geçiyor. Ve dediğimiz gibi bu sıcaklık sadece ve sadece yazın sıcaklığı değildir. Gerçi biz Kürtler ve belki de tüm Ortadoğular yazın sıcaklıklarından tez canlı oluruz. Canlanırız. Hareketleniriz. Ve belki de bu hareketlenmeyi buralı insanlar önceden baharla başlarlar. Sonradan bu bahar atikliğini adım adım yaza taşırlar. Ve bir yaz olmayı görsün artık hiç kimse buralı insanların sıcaklığını durduramaz.
Bu sıcaklıklara birde halkların baharını tetikleyen başka halkların özgürlük yürüyüşleri eklensin. Yani Arap baharı gibi, Ortadoğu baharı gibi. Siz artık buralı insanın duracağını düşünüyorsanız büyük hatta işliyorsunuzdur. Ve hele birde Kürt halk önderliğinin yıllar önce hem de çok yıllar önce halkların baharının geleceğini bilerek buralı halkı bu gelecek bahar günleri için nefes nefese hazırladığını da keşke bir bilseniz!
İşte o zaman 2012 yılının bu günlerinde Kürdistan’da yaşanan sıcaklıkları anlardınız. Bu sıcaklıkların dediğimiz gibi sadece mevsimle ilişkili olmadığını da anlardınız. Ve sizler bu sıcaklıkların bir halkın umudunun giderek zirvelere taşıyarak artık köle zincirlerini kabul etmediğini ve giderek kendi yolunu çizmek için daha büyük adımlar atmaya hazır olduğunu da anlardınız. Ve artık bir halkın tümden özgürlük için tırnağını dişine takarak kavganın tam ortasına atıldığını anlardınız.
Evet, Kürdistan’da bu ağustos her yıldan daha fazla sıcak geçiyor. Ve öyle görülüyor ki bu sıcaklar Kürdistan’da bu yıl eylüle ve ardından da ekime sarkacaktır. Çünkü bu sıcaklıklar insan ruhunu ısıtan sıcaklıklardır. Çünkü bu sıcaklıklar umut taşıyan sıcaklıklardır. Ve çünkü bu sıcaklıklar bir halkın kaderini tayin etmenin arifesinde yaşanan sıcaklıklardır.
Bunun için diyoruz ki bu yaz aylarının sıcaklığını daha da arttırmak için her Kürdistanlı, her Türkiyeli demokrat, her sosyalist, her faşizm karşıtı kesim ve kişiler, her bu sistemden rahatsız olan birey ve kurumlar ve tabii her insan olmak için direnen tüm toplumsal kesimler hep bir elden güçleri oranında bu bir şeyler yapmalı. Boşuna zamanında bir şair; “bir şeyler yapmalı” dememiştir.
Evet, bir şeyler yapmak isteyenler, geçmiş yılların eksikliklerini telafi etmek isteyenler, vicdan kirlenmesini aşmak isteyenler, kendilerini kendi vicdanları karşısında af ettirmek isteyenler mutlaka ama mutlaka bu yaz sıcaklıklarına destek sunarak özgürlük savaşçılarının yanında bir halkın özgürlük umudunu pratikleştirmenin tüm çabasını sergilemelidirler.
Ve unutulmasın ki bir halkın umudunu gerçekleştirmek hele bir de bu halkın adı Kürt halkı ise her şeyden önce kendi umudunu ve hayallini gerçekleştirmek olacaktır. Nedeni ise basittir, Kemal Pir yoldaşımız yıllar önce: “Türkiye halklarının kurtuluşu Kürt halkının özgürlüğünde geçmektedir” derken kast ettiği Kürt halkın özgürlüğünün mutlaka ama mutlaka beraberinde bu coğrafyalarda başka halkların özgürlüğünü de getireceğidir.
Ve işte bunun için yeniden diyoruz ki; ağustosun bu sıcağında dağlarla yeniden daha güçlü buluşmak için Türkiyeli, bu coğrafyalı ve tabii ki Kürdistanlı tüm gençleri yanımıza davet ediyoruz. Dağlara davet ediyoruz. Özgürlük dağlarına davet ediyoruz.
Engin Sincer
- Ayrıntılar
Kürdistan’da kıyasıya bir mücadele sürüyor. Ve bu mücadele daha da kapsamlı sürdürülecektir. Artık özgürlük kavgası sadece vur kaç taktiğiyle yürütülmeyecektir. Vur kaçta olacaktır ancak esas olan TC faşist sistemini Kürdistan’da felç etmek olacaktır. Felç kelimesini bilirsiniz, bir şeyi hareketsiz bırakmak manasında kullanıyor. Ve sözün tam manasıyla yeni gelişen devrimci dalga faşist TC devletini tam hareketsiz ve felç etmek olacaktır. Bu ise inanılmaz ölçüde sert bir mücadele süreci demektir. Kavganın dozajı daha da artacaktır. Şimdilik olup biten bir yoldaşımızın yazdığı gibi ve sadece bir lele provasıdır.
Şimdi bunun için diyoruz ki öncelikli olarak tüm Kürt gençleri böylesine bir süreçte TC askerliğine gitmeyin. Hem bize karşı sizi çıkartıyorlar, savaştırıyorlar. Sonra da çıkıp kendi kirli özel savaş televizyonlarında “bakın bir kürdü vurdular” diyerek bize hakaret yağdırıyorlar. Halbuki dünyanın neresine giderseniz gidin işgal edilmiş topraklara karşı verilmesi gerekli olan haklı olarak bir özgürlük direnişi ve kavgasıdır.
Bugün dünya Kürtler için “en büyük nüfuslu olupta devleti olmayan halk” diye söylüyor. Biz bir devlete sahip olmaya çok meraklı değiliz. Ancak anadilimize bu kadar hakaretler yağdırılmışken, kendi ülkemizde köylerimize, çocuklarımıza, şehirlerimize velhasıl ne kadar bu topraklarda halkımızın değerleri olan isimlerimiz yasaklanıyorsa, analarımız coplanıyorsa, kızlarımız YİBO’larda tecavüze ve fuhuşa zorlanıyorlarsa ve ardından da “dağa gideceklerine fuhuş yapsınlar” deniliyorsa, zindanlara attıkları Kürt çocuklarını psikopatlara bilinçlice tecavüz ettirilerek onurlarıyla oynanarak kişilik travmaları yaşatıyorlarsa, siyasetçilerimiz sebepsiz yere yıllarca zindanlara atılıyorsa, Kürt legal sivil toplum örgütlerine her gün ama her gün saldırarak baskılıyorlarsa, Kürtlerin özgür birlikteliğini ve örgütlülüğünü dağıtmak için inanılmaz ölçüde yok etmek için tasfiye ediliyorlarsa, adeta biten biber gazları için yeniden ödenek harcayarak meydanlarda insanlarımız biberleniyorsa, Kürdistan özgürlük gerillasına kimyasal silah dahil her türden katledici silahlar ve teknikler kullanarak yok edilmeleri için her şey ama her şeye yapıyorlarsa ve birde nerede bir Kürt kıpırdaması varsa İspanyol boğası gibi saldırıyorlarsa o zaman bize düşen, tek bir seçenek kalmıştır. Artık “vur kaç”ı terk ederek bir yoldaşın dediği gibi “vur kal” taktiğini uygulamaktır. Birde bize artık sadece ve sadece yukarıda belirttiğimiz bu faşist rejimin tüm nefes borularını felç etmek kalıyor.
Felç etmek öyle sanıldığı gibi kolay gerçekleşecek bir iş olmamaktadır. Felç etmek için büyük bedeller vermeniz gerekir. Nedeni ise felç etmek çok daha büyük bir savaş biçimidir. Bunun için felç etmenin bir bedeli de savaşın sert geçmesi olacaktır. Dozajı çok yüksek bir savaş demektir.
İşte diyoruz ki Kürdistan’da çok sert bir savaş ve özgürlük kavgasına bizler girişmişken öncelikli olarak hiçbir Kürt genci TC askerliğine gitmesin. Gerillaya gelmek isteyenler gerillaya gelsin. Yapamayanlar evini terk etsin ve yakasını bu faşist devletin eline vermesin. Bunu da yapamıyorlarsa vicdani ret hareketlerine katılsınlar. Ama kesinlikle TC devleti için askerliğe gitmesin. Hele hele Kürdistan’da askerlik yapmaya gelmesin. Eli silah almasın. Kürdistan’a TC devleti adına ayağını atmasın.
Evet, aynı şeyi Türkiye gençleri özelde de yoksul ailelerin çocukları için söylüyoruz; lütfen ama lütfen TC devletinin silahını alıp Kürt özgürlük savaşçılarına karşı savaşmayın. Kandırılarak, meydanlarda omuzlardan omuzlara sıçrayarak, bayrakları yükseklere çekerek, militarist ve ırkçı parçalar eşliğinde halaylar çekerek gelmeyin. Burası Kürdistan ve bazılarına göre “buralar herkesin terk ettiği diyarlardır.” Bunun için diyoruz ki, herkesin buraları terk ettiği diyarlara gelmeyin.
Gelmesi gerekenler bellidir. Bu savaşta rant elde edenler gelsin. Çocuklarını Amerikalara okul okutmaya gönderenler gelsin. Irkçı söylemlerle Türkiye toplumunu kışkırtanlar gelsin. Akıl yoksunu ve bir yazarın deyimiyle marangoz hatası olan psikopatların çocukları buralara gelsin.
Evet, bu savaşta çıkar sağlayanlar gelsin. Senin gibi Allahın fakir fukarası, üç aylık acemi er eğitim sürecinde geçmiş halk çocukları gelmesin. Sen gelme. Seni buralara gönderenlerin çocukları gelsin. Sende Kürt gençleri gibi ya özgürlük dağlarına Kürt kardeşlerinle birlikte bu zulüm rejimine karşı savaşmaya gel, ya da gelemiyorsan evini terk, ayrıl oralardan. Ya da sende vicdani ret hareketinin bir üyesi olarak bu savaşı durdurmaya çalışanlara katıl. Çalış ki bu savaş bir an önce bitsin. Bir an evvel kan akması dursun. Ve halklarımızın kardeşliği yeniden pekişsin.
Yeniden söylüyoruz: “KÜRT GENÇLERİ ve TÜRKİYE’NİN YOKSUL ÇOCUKLARI TC ASKERLİĞİNE GİTMEYİN.”
Aksi taktirde Kürdistan’da başınıza geleceklerden sadece ve sadece vebali sizin olacaktır. Arkanızda bıraktığınız ailenizin günahı sizin hanenize yazılacaktır. Onca arkanızda ağıt yakacak anaların feryadı yine sizin vebaliniz olacaktır.
Şıho Dirlik
- Ayrıntılar