Fikirlerimize güveniyorsak ruhsal davranışlarımız rahat olur. Oraya buraya höt demeyiz. Söyleyeceklerimizi sakin bir şekilde ifade edebiliriz. Fikirlerine güvenmeyeler ise hoşgörülü ve tahammülkar olamazlar.
Fikir zafiyeti yaşayanların ortak ruh halleri genelde agresif oluşlarından fark edilir. Düşünce olarak gelişkin olmayanların başvuracakları ilk yol ya da yöntem pazuları olur. Ve tabii biz biliyoruz ki pazularının dışında imkânları olanlar daha farklı araçlarda devreye koyarlar. “Sinirlidir, tabiatı böyledir” sözleri lafı güzaftır. Sinirli olmak ruhi sıkışmışlığın, duygusallığın, tepkiselliğin emareleridir ki bunların temel kaynağı ise düşünsel yetersizliklerden ileri gelir.
Özcesi düşüncesi gelişkin olanın kızmaya, daralmaya, oraya buraya laf atmaya ihtiyacı olmaz. O zaten kendisine güvenendir. Bu öz güvenden kaynaklı da sabırlıdır, tahammüllüdür. Erken rayından çıkarılamaz.
Düşünce olarak gelişkin olanlar düşüncelerin dışında araçlara başvurmazlar mı? Elbette düşünsel olarak gelişkin olanlar da, kendine güvenenlerde başka araçlara -hatta silahlara da -başvurabilirler, ancak bu ne zaman başvurulacak bir yol ya da yöntem olabilir diye sorarsak; ancak ve ancak düşüncelerimizi açıklamaya izin verilmediğinde, bizi imha etmek amaçlı saldırı geliştiğinde, var oluşumuza cebren bir kasıt hedeflendiğinde bu yola başvurulabilir. Özcesi bize ve görüşlerimize yaşam hakkı tanınmadığında kavganın en sertine de kalkışabiliriz. Buna insanlık: direnme hakkı diyor.
Özgürlük hareketi ilk günden başlayarak düşünceleriyle meydana çıktı, ancak kısa bir süre sonra bu düşünceler tehlikeli bulundu ve özgürlük hareketinin liderlerinden yani öncülerinden olan Haki Karer yoldaş, çirkin bir komployla katledildi. Ve düşüncelerimize tahammül gösterilmeyeceğini o zaman öğrendik. Ve işte o günden itibaren de düşüncelerimizi yayabilmek için silahta dahil her türlü savunma aracına başvurulmuştur. Özü öz savunma olmuştur. Meşru müdafaa olmuştur.
Biliyoruz kimisi diyecek ki devasa özgürlük savaşı sadece meşru savunma ekseninde mi gelişti? Evet devasa mücadele sadece ve sadece meşru savunma ekseninde gelişti. Maksadını aşan durumlar hiç mi yaşanmadı? Maksadını aşan durumlar yaşandığında da Kürt Halk Önderliği en sert tavrını koyarak, soruşturmalar açarak bu durumu yaşayanların bir daha bu durumları yaşamamaları için her türlü tedbiri almaya çalıştı. Islah olmayanlara karşı ise ideolojik politik mücadelesini aralıksız sürdürmüştür. Ve kimi zaman ise bu bireyleri partinin mahkemelerinde yargılayarak partinin dışına atmıştır.
Evet, PKK ilk günden başlayarak her zaman düşüncelerini yaymak için bunun ortamının yaratılması için mücadele etmiştir. Ancak buna her zaman fırsat verilmediği için direnme hakkını kullanmıştır.
Bugünlerde herkes düşünce özgürlüğünden bahsediyor. Bizde düşünce özgürlüğünden dem vuruyoruz. Bırakın düşüncelerimizi özgürce ifade edelim, bırakın düşüncelerimizi alenen herkesle paylaşalım. Bırakın da düşüncelerimizin yanlışlığına ya da doğruluğuna halk karar versin. Kamuoyu karar versin.
Madem çok özgürlükçüsünüz, madem buraya kadar düşüncelerle geldiniz, bırakın bizde görüşlerimizi herkese iletelim. Bu yasakçı zihniyeti terk edin. Ve iki de bir faşist bir ortamda oluşturulan, meşru olmayan bir anayasayı karşımıza çıkarmayın. İkide bir anayasanın ilk üç yasasının değiştirilemez olduğunu önümüze koymayın. Dikta bir süreçte oluşturulan yasaların halkların vicdanında yeri olamaz. Kaldı ki bu anayasa maddeleri Kuranı Kerimin ayetleri değildir ki değişmezsin! Hani düşünce özgürlüğü vardı, bırakın bizde görüşlerimizi ifade edelim. Senin anayasan senin olsun, madem çok sağlam temellerde ve ilerici insanlık için hizmet ediyorlar, o zaman kimse zaten onlara dokunamaz. Çünkü o zaman bu anayasa maddeleri halkların vicdanında yer bulmuştur. Yok, eğer bu anayasan ve anayasa maddelerin halkların vicdanında yer almamışsa değiştirilir. Kaldı ki hiçbir belge -bu hukuk bir belge de olsa-bir insanın toplumsal var oluş haklarını, kültürel haklarını, insan olma hakkını sınırlama ve yasaklama hakkına sahip olamaz. Varsa böyle anayasalar sadece ve sadece çiğnenmek için vardırlar. İnsan olmanın erdemi direnme hakkını köklü kullanmaktan geçer.
Tekrar ifade edelim: fikirlerinize güveniyorsanız bırakın özgürlük hareketi de fikirlerini alenen tartışsın. Fikirlerimizi daha ifade etmeden savcılarınızı harekete geçirmeyin. Yargıçlarınızı devreye koymayın, polislerinizi üzerimize salmayın, asker potinlerinizle topraklarımıza basmayın.
Evet, düşüncelerinize ve de haklılığınıza güveniyorsanız bırakın biraz tartışalım. Ama her şeyi tartışalım. Her şeyi ifade edelim ve tabii sizde ifade edin. Ne de olsa devasa bir medyanız var. O kadar hünerli bir medyadır ki yirmi yalanı bir doğruya çevirebiliyor.
Evet, yirmi yalanı bir doğru yapacak kadar maharetli olan medyanıza rağmen, dil konusunda usta hitabetçi olan başbakanınıza rağmen bırakın sadece fikirler kavga etsin. Kan akmasın. Kavgalar çıkmasın.
Evet, var mısınız fikirler kavgasına?
Hayri Engin
- Ayrıntılar
Hastalığın en basit anlamı; herhangi bir canlı organizmada yaşanan aksaklık ya da çeşitli nedenlerden ötürü ortaya çıkan sağrılı durum hali olmaktadır.
Toplumun kendisinin de canlı bir organizma olduğunu düşündüğümüzde; toplumsal hastalığın sağaltılmadığı müddetçe nasıl nevroz haline dönüştüğünü son günlerde bir kere daha canlı bir şekilde görmekteyiz.
Özellikle son günlerde başlatılan cemaat-PKK ilişkilerine yönelik aslı astarı olmayan yorumlarda ve görüşlerde, toplumsal katman olarak ne kadar hastalıklı bir haleti ruhiyenin mevcut olduğunu da çok iyi bir şekilde görebilmekteyiz.
Bu hastalık hali özellikle PKK veya Kürt sorunu kelimeleri karşısında hep nüksetmektedir. Bunun kendiliğinden olduğunu elbette kabul edebilmek veya varsaymak mümkün değildir.
Bununla birlikte toplumsal hastalık dediğimiz bu durumun yelpazesi de çok geniş ve grift olmakta. Örneğin bu kesimlerin birçoğu, sorunun çözülmesinden ve barış’ın gelişmesinden her daim dem vurmaktadır. Hatta bu konuda önleri açıldığında mangalda kül bile bırakmazlar.
Bunlara bu konu hakkında çözümünüz nedir diye soru sorulduğunda ise genelde nabza göre şerbet vermeye çalışırlar. Yani öyle kökten bir yaklaşımları veya adam akıllı bir yol haritaları yoktur.
Gün olur çözüm için silahı-uçağı, tankı-topu gösterirler, gün olur çözüm için bütün aktörlerin inisiyatif alması için yarım ağızla çağrılarda bulunurlar.
Bu kesimlerin tutarsızlıklarını, bir dediği bir diğerini tutmayan civanmertliklerini! Yüzlerine vurduğunda ise kuyruklarını bacaklarının arasına kıstırarak, bir köşeye sinerler. Ondan sonra da hümaniter argümanlarla kendilerini, fikir savaşçıları ve düşünce adamları olarak göstermeye çalışırlar.
Örneğin bir tanesi ya da bir kesim çıkıp da; Hükümetin bu konu hakkında şöyle bir çözüm planı var diye herhangi bir şeyi söyleyemez.
Ama aynı zamanda konu hakkında en çok kafa yoran, gece-gündüz demeden, insanlık tarihinin görmediği işkencelerle bir ada hapishanesinde çözüm için her türlü görüşünü ve eylemini bütün kamuoyuyla paylaşmaya çalışan, Kürt halk önderliğine yönelik de her türlü çarpıtmayı ve ucuzluğu da kendilerinde mahir görmekteler.
Bugünün yönetim biçimi olarak özerklik denildiğinde; “bunlar gizliden gizliye devlet yapıyorlar” diye avaz avaz bağırıyorlar. Bunun yanında Ankara’dan yönetilen Türkiye’nin yetersizliğini de çok iyi bilmektedirler. Devletin gündelik yaşamdaki sınırlarının daraltılması yönündeki “yerel yönetimler güçlendirilsin, halk kendi meclisleriyle kendi sorunlarına çözüm bulmaya çalışsın” denildiğinde, bunlar kıyameti koparırlar; “esas maksatları devleti bölmektir” diye. Ama herhangi bir durumda da, yine bu kesim “nerede bu devlet” diye gazete köşelerinde yazılar yazar ya da ekranlarda bol bol kafa ütülerler.
Yani hem kel’ler, hem de fodul’lar.
Ne bir çözüm projeleri var, ne de siyasi erke bu konu hakkında ciddi eleştirileri var. Fakat çözüm için söylenenlere, ortaya atılan fikirlere ise daha başından set çekerek, rengi belli olmayan söylemleriyle yönelmeye çalışmanın dışında bir duruşu olmayan bu kesim, aslında bu toplumsal hastalığın nedeni olan ur olmaktadır.
Bunların durumları aslında biraz da hani o meşhur görmemişin hikayesine benzemektedir. Bunlar böyledir, barışa yönelik ya da sorunun çözümüne yönelik bir tansiyon artışı toplumda oluştuğunda, hemen efendilerinin serçe parmaklarına, kol bileklerine iki elle sarılırlar.
Halbu ki, tuttukları kendi parçalarının bir uzvu değildir, işte bunun da farkında olamamaları da başlı başına bir içler acısını oluşturmakta.
Barışın, kardeşliğin ve birlikte yaşamanın isim boyutuyla kalmasını isterler hep. Bunların cisme dönüştürülmemesine yönelik her türlü kışkırtıcılığı yaparlar. İnsana ve dünyaya dair sevgileri/görüşleri, nemalandıkları parsanın ebatlarında sıkışık kalmaktadır.
Tüm bu sebeplerden dolayı bunların bu şekilde barışa, kardeşliğe hizmet etmesi, öncülük edebilmeleri ufukta görünmemekte.
Toprak Cemgil
- Ayrıntılar
Doğanın en genel kurallarından biri olan etki-tepki olayını açmak gereksiz olsa da toplumsal sorun ve olgularda da bunun çok geçerli bir kural olduğu herkesçe bilinir. Kürt halkının değerleri, ilkeleri ve varlığının tehlike altında olduğu, fiziksel tehditle sindirilmeye çalışıldığı bir ortamda tabii ki savunma ilkelerinin, diğer bir deyişle savunma reflekslerinin gelmesi gayet doğal, insani bir tavırdır.
Her gün yeni bir ölümün altına imza atan devlet karşısında tabii ki Kürt iradesi de kendi tavrını sergileme, savunmasını sağlama yükümlülüğüyle karşı karşıyadır. Bu savunma saldırının niteliğine ve şekline göre tabii ki karşılık alacaktır.
Kürt halkının bu bilinci geçen 32 yıllık PKK mücadelesinden çıkardığı dersler sonucunda edindiği bilinse de Kürt halkının davasının yanında olduğunu iddia edenlerin yaklaşımlarının halen üç maymunlar üzerinden gidiyor olması yürütülecek savunmayı içten bölen, zedeleyen bir konuma karşılık geliyor.
Hem savaşın, haksızlığın, sömürünün, kanın durmasını isteyeceksin, hem de sorunun çözüm kaynağına yönelerek bunu boşa çıkaracaksın. Saldırganın değil, saldırıya uğrayanın elini bağlayacaksın. Bir nevi katilin, tecavüzcünün, hırsızın tarafında duracaksın.
Son günlerde gelişen kimi olaylar karşısında üslubumuzun sertleştiği, kimi noktalarda ‘kibar’ devlet yetkilisi ve yarenlerini rahatsız edecek bir düzeye geldiği eleştirisi alıyoruz. Haklarımızı “talep” etmekten, “elde etme” sürecine geçişimiz zorluyormuş. Haklılığımızı daha uygun, ikna edici bir dille de savunabilirmişiz. Hassasiyetleri gözetmeliymişiz…
Kusura bakmayın ama sanırım biraz geç kaldınız. Bu, bir.
Hatırlanırsa 1 Haziran 2010 tarihinde kaldırılan eylemsizlik sürecinin açıklamasında hareketimiz yeni bir döneme adım attığımızı belirtmişti. Üçüncü dönem dediğimiz ve barışçıl, demokratik siyaset ve diyalog yöntemiyle çözümün artık zeminini yitirdiği gerçeğine vurgu yapılarak yaşadığımız bu değişimin gerekçelerini de ortaya koymuştuk.
Kör bir şiddetin, fazladan acının ve kanın dökülmesinin meşrulaştırılması olmayan bu stratejik değişim Kürt iradesinin kendi sistemini, yaşam koşullarını, kültürünü, haklarını bir yerlerden beklemeden ve istemeden kendisinin yaratmasını öngören bu stratejik döneme en somut haliyle Kürt halkının “varlığını koruma ve özgürlüğünü kazanma” dönemi dedik. Çünkü Kürt halkının katliam riskiyle karşı karşıya olduğu ve artık çektiği tüm acıların sonlandırılarak bir toplum ve halk olmaktan kaynaklanan haklarına kavuşması gerektiği gerçeğiyle yüz yüzeydik.
Bu dönemin karakteri ile birlikte yöntemleri, dili de değişti. Kaçıranlara hatırlatalım. Bu, iki.
Bu da üç… Geçmiş dönemde kullandığımız, hassasiyetleri gözeten, çoğu zaman alttan alan, niyetleri ve amacı kavratmaya çalışan üslup, hep kendinden taviz veren yaklaşım ve oldukça sınırlandırılmış taleplere alışmış olanlar tarafından bu değişime alışmak zor olacaktır. Ama olacaktır.
Herkes buna her şeyden önce dilini ve üslubunu düzelterek başlayacaktır.
Dünyayla, en faşist devlet ve sistemlerle hem de Ortadoğu gibi bir coğrafyada mücadele etme yeteneğine sahip bir hareket karşısında, onun lideri karşısında söylenecekler, kırk defa oturup düşünmeyi gerektirir. Eleştiri yapmak, öneri sunmak, görüş belirtmek ayrı, kalkıp yol göstericiliğe soyunmak ayrıdır. Unutulmasın ki PKK’nin yıllardır yürüttüğü mücadele ve yarattığı siyasi, teorik, kültürel, askeri birikim şu anda kalkıp da Kürt sorununun kaderi hakkında atıp tutanların tahayyül edemeyecekleri enginliktedir. Ve bu birikimin sentezlenmiş hali Önderliğimiz şahsında yaşam bulmaktadır.
Eğer on binlerce yeminli militanı, milyonlarca insanı tek bir söylemiyle harekete geçirebilecek bir insan, yıllarca her türlü eziyete rağmen direnerek barışın yolunu göstermeye çalışıyor, mütevazıca diyaloga ve tartışmaya, eleştiriye açık olduğunu söylüyorsa bunun ne anlama geldiğini gelin bir daha düşünün.
Önce tanıyın. Hakkında konuştuğum, yazdığım, tartıştığım bu şey, kişi, olgu ne diye bir sorun kendinize. Kalkıp Abdullah Öcalan gibi özgür bir insanın, Önderliğimizin yaşadığı koşullardan kaynaklı sağlıklı düşünemeyeceğini bile iddia edecek kadar kendini kaybetmiş, nerede ve ne olduğunu unutan kimseleri biraz daha düşünmeye davet ediyoruz.
Ve sonuç yerine;
Açıkça söylemekte bir sakınca yok. Biz, artık bir şey beklemiyoruz. Ne devletten, ne hükümetten, ne düzen partilerinden, ne onlarla işbirliğiyle yaşayan kurum ve kuruluşlardan, ne bürokrasiden hiçbir şey beklemiyoruz. Yıllarca kapı kapı gezerek barışçıl çözüm için desteğini almaya çalıştığımız, adeta yalvarır olduğumuz, gelin birlikte barışı kuralım dediğimiz kesimlerden de bir şey beklemiyoruz. En azından kendimiz adına bir şey beklemiyoruz.
Eğer yaşadıkları ülkede boşa geçirilen, saptırmalara uğrayan her geçen gün ile birlikte ihtimali artan şiddetli çatışma ve savaş halinden kendileri ve birlikte yaşadıkları toplumun etkilenmesini engelleyecek yolları bulmak istemiyor ve bundan vicdanen de rahatsızlık duymuyorlarsa onlar adına yapabileceğimiz bir şey de yok.
Yok, ben duyarlıyım, bu ülkenin sorunlarına karşı ilgiliyim, ben de barışta çaba sahibi olmak istiyorum diyorlarsa o zaman kendilerine saflarını bir kez daha gözden geçirmeleri gerektiğini hatırlatalım. Ve herkesi biraz da edepli olmaya çağıralım. Haklının yanında olmanın bir talep, istem ve dilekle gerçekleştirilebileceği yanılgısından vazgeçmelerini dileyelim. Eğer biraz da olsa Kürt halkının taleplerine saygılıysalar Che’nin sözünü hatırlatalım “İlerici insanlığın iyi dilekleri pleblerin gladyatörleri alkışlamasına benziyor. İyi dilek değil, zafere ya da ölüme kadar omuz omuza yürümek gerekir.”
Gerisi boş…
Pir Kemal
- Ayrıntılar
Acıyı katlayarak başladık yılın son ayına. Kürt halkının en nadide iki genci üç gün arayla aramızdan ayrıldı.
Kürdistan gerillaları olarak yoldaşlarımızın gidişlerine yabancı değiliz. İnandığımız özgürlük mücadelesinde tanıdığımız, yaşadığımız ve paylaştığımız nice genci uğurladık uzun yıllar boyunca. Her biri büyük bir iz, her biri büyük bir yara bırakarak gitseler de acılarını yarınlara ulaşmakta katık yaparak yürümesini de bildik. Çünkü düşen ya da giden her canın istediği de budur. Hedefe, amaca ilerlemek.
Çünkü düşenler de onlardan öncekilerden devraldıkları bayrakları taşıyorlardı. Güzel günlere inanan civanmert gençlerin hayallerini, sözlerini, duygu ve düşüncelerini omuzlayarak yürümek biraz da yaşamımızın adı…
Bu yüzden her düşen yarım bıraktıklarının yarına ulaşacağını bilir. Onu önemseyen, onun için yaşayacak olanların olduğunu bilir.
Fikri ve Bedran yoldaşlarımız da beraber yaşadığımız, paylaştığımız, acıyı ve sevinci bölüştüğümüz iki değerli Kürt genci. Her bir anısı kitaplarla anlatılabilecek bu iki gencin en önemli ortak özellikleri bağlılıkları, sarsılmaz inançlarıydı. Ve de adalet duyguları. En yakınında, en samimi olduklarına karşı bile eleştiri dozunu hesaplayarak gerektiğinde her türlü bedeli göze alarak cesurca düşüncelerini dillendirmeleri bir de. Ve daha birçok özellik…
Böylesi değer verdiğimiz iki insanın çok acıtacak gidişleri karşısında elbette hüzünlü, duygulu ve öfkeliyiz.
Hüznümüzün ve duygusallığımızın nedeni halkımızın en kutlu çocuklarıyla yaşadığımız güzel günlerin hatıraları ve artık onlardan mahrum kalmış olmamız. Öfkemizin nedeni ise yiten gerillaları görmemekte direnen ve “sözde” yaşayan kişilerin densizliği, duyarsızlığı, reflekssizliği. İlan edilmesi için her kesimin neredeyse PKK’yi tehdit etmede yarıştığı eylemsizlik kararı sürecinde yiten 32 can karşısında takınılan suskunluk.
Biz gerillalar olarak birilerinin bir şeyler söyleyip söylememesini çok önemsemediğimizi sanırım geçen yıllar içinde iyi bir şekilde göstermiş bulunuyoruz. İnandığı doğrular için ölümü göze almış bireyler topluluğunun birilerinin kendisine yönelik söz söylemesine (tabii ki değerli görüş, öneri ve eleştiriler dışında) çok meraklı olmadığı da bilinir.
Fakat halkların yaşadığı sorunların barışçıl ve demokratik çözümü için önemli, tarihi ve hatta son olabilecek bir imkanı değerlendirmek konusunda yaşanan vurdumduymaz ve bencil tutumların bir geleceği kaybettireceği ihtimalini görmezden gelerek sözde vicdanlarının rahatlığıyla yaşayan insanların durumlarını irdeleme gerekliliğini de önemsiyoruz.
Artık çok iyi biliyoruz ki Türkiye’nin birçok sözde gazetecisi, sözde aydını, sözde duyarlı, sözde sorumluluk sahibi kişisi sitemizi yakından takip ediyor. Ve yayınladığımız açıklamaları, yazıları, değerlendirmeleri yakından takip ediyor. Ayrıca HPG olarak yaşanan her gelişme karşısında kamuoyuna yönelik açıklamalarla enformasyon görevimizi yerine getirdiğimizden Kürdistan’da yaşanan olayların gizli kalması, bilinmemesi gibi bir ihtimal kalmıyor.
Yazılan her kelimeyi cımbızlayarak, laboratuar ortamında incelemeye alan birçok “sözde” kesimin bize karşıtlıktaki istem ve arzusunun toplumsal sorunlar karşısında neden aynı duyarlılıkla açığa çıkmaması doğrusu düşündürüyor. Kendi çıkar dünyalarında, nemalandıkları, eline baktıkları iktidar odaklarına yaranmak için Kürt Özgürlük Hareketi gerillalarının bir açığını bulurum da yüklenirim uyanıklığını gösteren tüm bu “sözde”ler nedense en büyük refleksin sergilenmesi gereken noktalarda da sus pus olabiliyor.
“Ölene kadar Kürt” kalan “Apo’yu özleyen” Ahmet abiye yönelik olur olmaz sahiplenmelerle düzey düşüren yine bu kesimlerin yıllar öncesinde, yani duyarlılığını ve tepkisini zamanında göstermesi gereken zamanda sessiz kalmaları; linci onaylayan, ırkçılığı körükleyen, toplumsal hassasiyetleri baltalayan, halklar arası çatışma ihtimalini yükselten, toplumsal bellekte bir tümör oluşturan, yüzlerce gencin kanının dökülmesine, halklarımızın emeklerinin bombalarla, kurşunlarla kendisine dönmesine neden olmamış mıydı?
Şimdi sözde özeleştiriler, anma ve kutlamalarla yitenin geri geleceği, toplumsal vicdanın aklanacağı mı düşünülüyor?
O da bir yüz karasıydı bu tüm “sözde”ler için. Bugün yaşadıkları sessizlik de.
Fikri ve Bedran’ın toprağın göğsüne düşüşleri ancak özgürlük çiçeklerinin çoğalmasına neden olur. Öfke ve tepkimizi biler. Savaşma azmi ve mücadele ısrarımızı çoğaltır. Bunun dışında biz gerillalar için anılarıyla ve acılarıyla yaşamak ve savaşmak kalır geriye. İnadına, iradeyle, bilinçle, sevgiyle inandığımız davaya bağlı kalmak ve yürümek. Bunun onurlu ve haklı bir yol olduğu gerçeği kalbimizde var olduğu müddetçe de hiç kimse bunu değiştiremeyecektir.
Son ve açık bir söz daha.
Tüm “Sözde”lere;
HPG olarak 13 Ağustos 2010 günü ilan edilen eylemsizlik kararına yüksek bir disiplin ve üstün bir duyarlılıkla uyuyor, süreci sabote edecek herhangi bir girişime mahal vermemek için kendimizi sınırlandırıyoruz. Buna rağmen ilan edildiği günden bu yana tam 32 arkadaşımız Türk ordusunun imha saldırılarında yaşamını yitirdi.
Yürüttüğümüz iki buçuk aylık savaş sürecinin de gösterdiği gibi silahı kullandığımızda, kullanmak istediğimizde ülkeyi felç edebilecek kapasitedeyiz ve yaz kış demeden her yerde her türlü eylemi geliştirebilecek örgütlülüğe sahibiz. Buna rağmen Türk ordusunun saldırıları karşısında neredeyse misilleme eylemlerine bile başvurmamamız gösterilen iyi niyetin düzeyini gösteriyor. Bunu toplumun hassasiyetlerine gösterilmiş bir duyarlılık olarak adlandırabiliriz.
Bu gerçeğe rağmen üzerimize geliniyor ve imha hedefi ile yönelim gerçekleştiriliyor. Siz, gerekmeyen yerde çığırtkanlık yapan fakat toplumsal barışı bombalayan, sabote eden yaklaşımları sessizce izlemekle ne yapmak istiyorsunuz? Gerçekten üstlendiğiniz sıfatları hak ettiğinize inanıyorsanız, toplumsal sorumluluk ve toplumu aydınlatma, örgütleme görevinize sahip çıkmanız gerekmez mi?
Ha, bilmiyor, görmüyor ve duymuyorsanız; en büyük silahınız olan cahilliği kullanacaksanız söyleyin, biz de o zaman kiminle muhatap olduğumuzu bilelim ve ona göre davranalım.
Mahir Cudi
- Ayrıntılar
Son zamanlarda gençlik çok tartışılıyor. Daha önceleri genç olanlarda bu tartışmaya giriyor. Anılar tazeleniyor. Kiminde romantizm duyguları kabarıyor, kiminde nostalji, hayranlık karışımı bir duygu. Ve kiminde ise devletçi zihniyetlerin binyıllarca savundukları ve herkese kabul ettirmek istedikleri: gençtir bilmezler, gençtir sıcakkanlıdırlar, düşünemezler, gençtir yanlışlıklar yapabilirler ancak aşırıya kaçmamalıdırlar gibi oldukça küçümseyici, hakaret edici ve de onur kırıcı yaklaşımları görüyoruz.
Gençlerin ezelden beri tarihi en ileriye devindiren bir güç olduğu unutulur. Gençliğin çok sıcakkanlı, duygu yüklü, manipüle edilmeye açık yanları elbette vardır, ancak birde yeniliğe hep özlemlidir, boyun eğmeyi kabul etmez, adalet arayışları yüksektir, dik duruşuyla tanınır, iki yüzlülükler yerine dobra karakteri ile bilinir. Özcesi birkaç düzeltilmesi gereken yönü olsa da toplumu ileri taşırmada en insani talepleri sürekli yüreğinde taşıyan bir kesimdir. Ve ağırlıklı olarak ele alınması gerekenlerde bunlar.
Birkaç gencin haksızlıklara, adaletsizlikler başkaldırışı –kaldı ki taleplerin çoğu direk kendileriyle ilgili yani ekonomik sosyal talepler olmasına rağmen bu kadar büyük saldırılarla karşılaştılar. Demek ki gençliğin asıl karakteri olan kendisini ileri insanlık için feda eden yönleri biraz öne çıksa sadece meydanlarda coplamayacaklardır, alenen infaz edeceklerdir. Denizlere yaptıkları gibi idam sehpalarında sallandıracaklardır, Kızıldere’de yaptıkları gibi acımasızca infaz edeceklerdir ve 1 Mayıs olaylarında gördüğümüz gibi kurşunlara dizeceklerdir.
Evet, gençlik ekonomik ve sosyal talepler için bu kadar hedef gösteriliyorsa demek ki copları kullananların, coplarla vuranlara talimat verenlerin, sözde aydın geçinipte kalemleriyle saldırarak akıl verenlerin, siyaset kürsülerinde gençlere “yaptığınız faşizmdir, akıllanın, yumurtalar omlet yapın yiyin” diyenlerin bir bildikleri var ki gençlere saldırıyorlar. Akıl vermelerde ve tehdit etmelerde hızını alamayanlar dünyayı en ileriye taşıyan devrimci direniş hamlesine dil uzatarak, karalamalarda geri durmuyorlar. 68’li yılların küresel çapta kapitalizme kafa tutarak, farklı bir yaşam ya da “farklı bir dünya mümkündür” umudunu yarattığını unutarak saldırıyorlar.
Onlar saldırsınlar, biz onların niçin saldırdıklarını biliyoruz. Onlar deli dolu olan, bildiğini okuyan güzel ve adil bir yaşam isteyen, özgürlüklere ket vurulmasını asla tahammül etmeyen, ortakçılığı savunan, boyun eğmeyen ve tüm boyun eğdirmelere karşı duran bir gençlik istemiyorlar. Onlar güdümlenmeye açık, höt dediğinde hizaya geçen, kendi ırkçı-milliyetçi ve militarist politikalarını uygulamak için uydu bir gençlik istiyorlar. Onlar sadece kendini bencilce düşünen, inekleyen, topluma karşı sorumsuz, “köşeyi dönen kaptandır” özdeyişinde ifade edildiği gibi sadece ve sadece çıkarcı, bireyci, menfaatçi ve evetçi bir gençlik istiyorlar. Biz bunun için bunları anlıyoruz. Anlamaktan zorlanmıyoruz.
Ancak asıl zorlandığımız bu kadar katı faşizme doğru hızla yürüyen bir dikta rejimine karşı neden gençlerin sessiz kaldığıdır. Bu kadar hakaret yağdırılacak ancak gençler sessiz kalacaktır. Bunlar kabul görecek hususlar olmamalıdır.
Şunu herkes ama herkes görmelidir, özel de gençlik görmelidir: Yüksekova’da az bir şey aktivite göstermiş bir genci, Sedat Karadağ’ı, siyasal bilinç yaratan bir genci, sokak ortasında infaz etmekten geri durmayan bir zihniyetle karşı karşıyayız. Arabayı durdurup bir kısmını ayrıştırmak ardından da bir genci katletmeye kalkışmak sadece ve sadece bilinçli yapılan bir infaz girişimidir. TSK sitesinin yayınladığı gibi “genç kendi kafasına sıkmıştır” sadece bir safsatadır. İstanbul’da herkesin gözünün önünde, anne olacak gencecik bir kızın karnına kuduzlar gibi vurarak çocuğu katleden bir zihniyetle karşı karşıyayız.
İşte bunun için gençliğin yapması gereken işleri vardır. Zaman kenetlenme zamanıdır. Zaman ortaklaşma zamanıdır. Zaman tüm gençliğin siyasal bilinç edinerek topyekûn ve faşist zihniyete karşı durma zamanıdır. Zaman ileriye atılarak Türkiye’nin dört parçasındaki gençlerle ittifak kurma zamanıdır.
Evet, zaman gençliğin ortaklaşarak meydanlarda birleşme zamanıdır.
Kasım Engin
- Ayrıntılar
KCK’nin eylemsizlik kararını Haziran 2011’e kadar uzatmasından sonra AKP’nin Özel Savaş Karargahı tarafından bir tartışma başlatılmış ve devam ediyor.
Her ne hikmetse, bu konuda Katı-Türk ırkçılığının medyası Doğan Medya ile Yeşil-Türk ırkçılığının medyası AKP’li Yandaş Medya ile Fetullahçı Medya aynı terminolojiyi kullanıyor.
Doğan Medya’ya ait Radikal gazetesi de bir kampanya başlatmış.
Kampanyanın ismi “Savaşma Konuş”.
Kampanyada kullanılan simge önemli.
Bir keleşin namlusunu eğmişler. Namluya mikrofon bağlamışlar.
Kalaşnikof gerillanın direniş simgesi olduğu için kalaşnikofu simge seçmişler.
Bununla esas olarak, saldırıda bulunan ve savaş çıkaranın gerilla olduğunu zihinlere kazıyorlar.
Böylece savaşın esas sorumlusu olarak gerillayı gösteriyorlar.
Bununla Türk devleti ile ordusunun tüm kurum ve kuruluşlarıyla Kürdistan’ı işgal etmesini meşruluk kazandırıyorlar.
Türk ordusunu mazlum, HPG gerillalarını ise zalim ve işgalci konuma sokuyorlar.
Gerçek tam tersidir.
Kürdistan bizim ülkemiz.
Kürt halkı bizim halkımız.
Her türlü soykırımdan geçirilen bizleriz.
Bebekleri, çocukları, gençleri, anneleri, babaları, dedeleri ve nineleri katledilen bizleriz.
Tüm zenginlikleri talan edilen bizleriz.
Kürdistan’ı işgal eden ve bunları yapan kim?
Türk devleti.
Türk ordusu.
AKP hükümeti.
Gerçek böyle iken Kürdistan’dan defolması gereken kimdir?
Türk devletidir.
Türk ordusudur.
Türk polisidir.
AKP hükümetidir.
Tüm Türk kurum ve kuruluşlarıdır.
Buradan şu sonuç çıkıyor.
Radikal gazetesi kilaşnikof yerine ya bir Türk tankını ya da bir topunu simge seçmesi gerekiyor.
Tankın ya da topun namlusunu eğip, namlunun ucuna mikrofon takması gerekiyor.
Çünkü Kürdistan’ı işgal ederek, savaş yürüten Türk devletidir.
Savaşı bırakması gerekende Türk devleti ve AKP hükümetidir. Dünyanın her yerinde kim işgalci ise O suçludur. O savaş suçlusudur. O soykırımcıdır. O işgalciye karşı direnen kimse O haklıdır ve O’nun direnişi meşrudur.
HPG’nin de yaptığı budur.
HPG gerillaları, Türk devletinin Kürdistan’ı işgal etmesine karşı direnen özgürlük savaşçılarıdr.
Hakikat böyle iken, HPG gerillalarının direniş simgesi olan kalaşnikofun ucuna mikrofon bağlamak Türk işgalini meşrulaştırmaktır.
Kürtler bu kampanyaya karşı, karşı kampanya başlatmalıdır.
Aynı şekilde gerillayı tartışmaya sokan, gerilla silahsızlansın diyen, gerilla Güney Kürdistan’a çekilmesinin tartışmasını sürdüren her kim oluyorsa olsun onlara karşı çıkılmalıdır. Bu tartışmayı ağırlıkta AKP’li yeşil kont-gerillacı medyasının yazarları ve siyasetçileri yapmaktadır.
Bunlar padişah vakanuvusçüleri gibidirler. Padişah gibi gördükleri Erdoğan ve AKP’ye palyaçoluk yapmaktan başka yaptıkları bir şey yoktur.
Kürtçe’nin Zazaki lehçesinde bu gibilerine ilişkin güzel bir söz vardır.
O söz şöyledir. “Kûtik verê berê wayîre xo de lawen o”. Türkçe anlamı ise “Köpek kendi sahibinin kapısı önünde havlar”. AKP’den yemlenen devşirme Kürtler ile yeşil kont-gerillacı Türk yazarların durumu bu söze tıpa tıp uygundur.
Kürt halkı ve herkes bilmelidir ki, bunlar leşkargaları gibi Kürdistan üzerine üşüşen eli kalemli katillerdir. Gerillanın yarattığı değerler ve açtığı özgürlük alanları üzerinden kendini yaşatan parazitlerdir.
Esasında Yeşil Faşist AKP’nin Kürdistan’da katliam yapmasını meşrulaştıran bu tiplerdir.
Onlar olmadan, AKP’nin Özel Savaş Karargahı bir hiçtir.
Bunlar liberal maskesiyle AKP’nin yeşil Türk ırkçılığını ve soykırımını, Kürdistan’da sürdürmesine neden oluyorlar.
Bunlara şu söylenmelidir.
Gerilla Kürdistan halkının ve tüm insanlığın en kutsal direniş gücüdür. Fedaileşmiş ölümsüzler örgütüdür.
Gerilla sayısı ne kadar artarsa, gerillaya katılımlar ne kadar artarsa, Kürdistan özgürlüğü de o kadar yakınlaşacaktır.
Gerilla Kuzey Kürdistan’da ne kadar mevzilerini güçlendirirse, barış umudu o kadar artacaktır.
Ve şöyle cevap vererek devam edilmelidir.
Türk ordusu Kürdistan’dan çekilmelidir.
Türk polisi Kürdistan’dan çekilmelidir.
AKP, Kürdistan’dan defolmalıdır.
Tüm Türk kurum ve kuruluşları Kürdistan’dan çekilmelidir.
İşgalci Türk devletinin ordusu ve polisinin yerini HPG gerillaları ile Kürdistan halkının öz savunma güçleri yer almalıdır.
Tüm Türk kurum ve kuruluşlarının yerine Kürt kurum ve kuruluşları yer almalıdır.
Tartışmanın bu şekilde yürütülmesi ve denilenlerin yerine getirilmesi eylemsizliğin çözüm sürecine evrilmesini sağlar.
Özgür Bilge
- Ayrıntılar
Bazı tarih kaynaklarına göre Sezar zamanında kendi elçilikleriyle gerçekleştirdiği haberleşmede kendine has algoritma kullanıyormuş. Latin alfabesi üzerinde yazılan notta, kendinden sonraki harfler kullanılarak metin bu durumdan haberdar olmayanlardan gizleniyormuş.
Günümüz dünyasında wikileaks adıyla gerçekleştirilen operasyondan sonra, birçok çevrenin tartışmaya başladığı bu konularda ortaya daha nelerin çıkacağı ise başlı başına bir muamma olmaktadır.
Sıkça denildiği gibi diplomasi adına eğer dünya “11 Eylül’ü” yaşıyorsa, o zaman; BSUİL IJD CIS ŞFZ FŞLJŞJ HJCJ ÖMNBZBÇBL!
Diplomatik ve uluslar arası ilişkilerde zamanın durduğu bir anı yaşıyor bütün dünya. Ortaya dökülenler, saçılanlar ve birbiri ardına gerçekleştirilen açıklamalar. En basit bir deyimle; kuyuya taş atıldı, bütün dünya bunu çıkarmaya çalışıyor.
Çeşitli senaryolar oluşturuluyor ve mümkün olduğu kadar bu depremden, tsunamiden en az hasarla kurtulmak isteniyor.
Birçok çevrenin mutabık olduğu nokta ise ortaya çıkan ve bu kadar etki yapan bu belgelerin, aslında buzdağının görünen kısmı olduğu ve bundan sonrasında ortaya nasıl bir görüntünün çıkacağıdır!
Belgelerde Türkiye’nin resimlerinin ve resmi karikatürlerinin çok geniş yelpazede çiziliyor olması ise başlı başına önemli olmaktadır.
Gerçi şu ana kadar ihtiyatlı açıklamalarıyla birlikte, adı geçen kurumun güvenilirliğine yönelik bir tedhiş harekâtının başlatıldığını da anlayabilmekteyiz.
Fakat birçok farklı konuda olduğu gibi böylesine dünyayı sarsan belgeler karşısında dahi Türkiye’nin ve mevcut kamuoyunun bu kadar cılız tepki vermesi, hatta tepkinin yerine sanki bir kenetlenme havasını teneffüz etme ihtiyacını arıyor görünmesi oldukça şaşırtıcı olmakta.
Belki de bu konu üzerine en gerçekçi açıklamayı Erdoğan yaptı!
Erdoğan; “eteklerindeki taşları döksünler” diyerek, kendi eteklerinin de nasıl zil çaldığını hiç istemediği halde göstermek zorunda kaldı.
Eteklerdeki taşlar dökülmeden, tutuşan eteklerin zil çalıyor olması kimsenin dikkatini çekmemekte.
Hatta bunun da ötesine gidilerek yandaş basın başta olmak üzere, birçok kesimin “yarabbim şükür” demeye hacet etmeleri, pişkinliğin bu kadarı da mı olur diye insanı düşündürtüyor.
Demek ki; bazı erdemler mayada olmak zorunda. Aksi halde sözü edilecek insan kalitesini yükseltme ayarlarının, Erdoğan ve çevresinde pek de olmadığı görülmekte ve olamayacağı da anlaşılmaktadır.
Öteden beri Türkiye toplum nezdinde, ABD’ye yönelik; stratejik dostluk, müttefiklik gibi söylemler hep dile getirilmişti. Belki de bunlar soğuk savaş yıllarının diplomasisi ve siyaseti gereği yürütülmüştü.
Hâlbuki “büyüyen/değişen ve kirlenen bir dünya” söz konusu olmaktaydı.
Berlin duvarının yıkılmasından bu yana 21 yıl geçtiği halde Türkiye’nin bu politikada ısrarcı olması elbette siyaseten kendisine yönelik geliştirdiği bir harakirinin dışında başka bir anlamı olmayan yaklaşımdır.
Ortaya çıkan belgelerde de görüldü ki; ABD’li diplomatlar veya başka kesimler Türkiye hakkında ve Türk siyasetçiler hakkında resmen sıvama yapmışlar. Çok ilginç tespitlere gitmişler.
Bu kadar yoğun araştırmaların ya da puslu konuların net bir şekilde dile getirilmesinin ardından, Türkiyeli yetkililerin gösterdiği yaklaşım ise akıllara durgunluk vermekte.
Yüzlerine tükürüldüğü halde, yarabbim şükür demeyi marifet saymaktalar.
Hatta utanılması gerekildiği halde bundan da bir keramet çıkar, yüce mevlam gibisinden söylemlere başvuranlar da çıkmıyor değil hani.
Bu konuya ilişkin önümüzdeki dönemde elbette önemli gelişmelerin yaşanacağı açıktır. Fakat önemli olanın, gelişen ve değişen dünyanın içinde Türkiye’nin nerede olduğunu ve nerede durduğunu herkesten, her kesimden çok Türkiye’nin görmesi ve tahlil etmesi gerekecektir.
Toprak Cemgil
- Ayrıntılar
Hayatın ne anlama geldiği konusunda her insanın düşünce ve kültür yapısı bağlamında kendi tanımları vardır. Anlamının yanında hayat, kavramsal ve tanımsal olarak da birçok farklı yaklaşımla ele alınıyor. Günümüz insanlığı açısından hazır kalıplar ve ezberler çerçevesinde oluşturulan tanımlar ise en çok rağbet gören ve insanlığı etkileyen sonuçlar yaratıyor.
Hayatı yaşayan fakat anlamları hakkında tam anlamıyla bilgi sahibi olmayan insan pratikleri, birey-toplum, birey-birey ilişkilerinde yaşanan çelişkiler, her gün kendini tekrarlayan sorunların çözüm arayışları ise büyük bir kaçışın, uzaklaşmanın cezp ediciliğinde tüketiliyor. Düşünce gücünden koparılan, verilenlerle yetinen, arayışlarını ve sorularını büyütmeyen koca insan toplulukları kendisinin merkezinde yer aldığı ve çözümünde sorumluluk sahibi olduğu toplumsal ve insan olmaktan kaynaklı sorunlar karşısında kaçışı çözüm olarak algılıyor.
Günümüzün egemen güçleri olarak tanımladığımız elit kesimlerin özellikle her gün karşımıza çıkarılan yeni pratikleriyle yaşamdan nefret edilecek düzeyde bir algı ve düşünce ortamı yaratması boşa değil. Liberal kültür ve onun toplumlar için hazırlanmış popüler kültür öğeleri ile yüklü karmaşası da ölçüleri, kabul ve retleri alt üst etmesi itibariyle sonuç olarak buna hizmet ediyor.
Sonlarla örülü, sınırları önceden belirlenmiş yaşam planları, gelecek tasarılarıyla insana şekil vermeye çalışıyor. Geleneksel, halkların yaratımı ölçü ve kurallar gün geçtikçe rant ve çıkar dünyasının pusunda kayboluyor. Yeni şekillenen insan bu nedenle daha çok tüketime hizmet ettiği, iktidarı ve gücü kutsadığı oranda anlam ve rağbet buluyor.
Böylesi bir dünya gerçeği içinde gerçeğe ait, insanın kendine ait olana dair ölçü ve kurallar da bu anlamıyla silinmekle yüz yüze. Toplumu yürüten kurallar bütünü olarak ahlak yozlaştırıldıkça, toplumun her alanında çözüm gücü olarak oynadığı rol yıpratıldıkça insan yaşamının daha da kötüye doğru gidişinin önünün alınamayacağı da açık bir gerçek.
32 yıllık mücadelesi içinde PKK’nin toplumsal sorunların çözümü için belirlediği en önemli ölçü olan ahlak ilkelerinin yaşamsallaştırılması inanılması güç, mucizevî gelişmeler yaratmış, çağın alıklaştırıcı, aptallaştırıcı etkisine rağmen yarattığı bilinç dünyasıyla insan topluluklarının kendisine anlam vermesi ve güven duymasının önünü açmıştır. PKK’nin yaratmış olduğu toplum ve insan kendi emeği ve geleneğiyle, inanç ve kararlılıkla insan olmaktan kaynaklı haklarını elde edebilmiştir. Bir kazanım olarak tanımladığımız Kürt halkının toplumsal örgütlenmeleri, yarattığı demokratik kültür geleneği bu 32 yıllık mücadelenin yaratımları olarak en son yaşanan kutlamalarda görüldüğü gibi kutsallık derecesinde sahiplenmiştir de.
Buna rağmen kimi politikaların PKK ile özdeşleşmiş Kürt halkının bu değerlerine yönelik saldırıları, çalma çabaları hiç eksik olmamıştır. En son noktaya kadar da bu çabaların sonuçlanmayacağı ve Kürt halkına ait olan ve bin bir türlü emek ve çabayla yaratılmış değerlerin, şehitlerin kanıyla sulanmış değerlerin derdest edilmeye çalışılacağı, başarılamadığı takdirde de içinin boşaltılmaya çalışılacağı rahatlıkla görülebiliyor.
Türkiye ve dünyada tüm özgürlük hareketlerine yönelik tezgâhlanan oyunların en bildik ve tanıdığı ise hareket içinde görüş ayrılıklarının yaratılmasıdır. Görüş ayrılıkları eğer ortak amaca hizmet ediyor ve eleştiri eksenli gelişiyorsa şüphesiz bu değeri daha da yüceltecek, değere değer katacaktır. Ortak amaca ve kullanılan araçlar çerçevesinde geliştirilen görüşler geçen 32 yılda olduğu gibi bundan sonra da ancak birliği güçlendirir ve her türlü zorluğa, saldırıya karşı direnç geliştirir.
Önderliğimizin en son görüşme notlarında da değindiği gibi kapitalist tekellerin PKK’nin Ortadoğu ve Kürdistan’daki etkisini kırabilmek için parçalamaya çalışmaktadır. Parçalanma riskinin en fazla yaşandığı bir dönem olarak gösterdiği 2003-2004 sürecinin Önderliğimiz tarafından gösterilmesi de bu dönemde yaşananlardan ders çıkarılmasını istediğini göstermektedir. PKK hareketi olarak bu sürece yönelik kendi iç sorgulama ve yargılamalarımızı güçlü gerçekleştirerek en son gerçekleşen PKK 10. Kongresiyle kapsamlı bir özeleştiri sürecini yaşanmıştır.
Bu süreçten çıkarılması gereken dersler olarak en öncelikli olarak ele alınması gereken nokta PKK’nin yaratmış olduğu ve Kürt halkının sahiplenerek büyük kazanımların yaratılmasına zemin kıldığı toplumsal ahlakın zayıflatılması çabalarıydı. Kendi bireysel çıkar ve gelecek tasarılarını halkın çıkarlarından daha önde tutan bir kesimin küçümsenemeyecek etkiler yarattığı bilinen bir gerçek. Yenilenme ve reform hareketi olarak kendilerini adlandırmalarına rağmen amaçlarının yıllarca türlü fedakârlık ve bedellerle yaratılmış olan değerlerin üzerine oturarak birey güdülerine dayalı bir yaşam yaratmak olduğu şu anda bulundukları yerlerden de anlaşılıyor.
Çok güçlü çözümlemelere konu olabilecek bu geri ve bencil çıkar arayışı şüphesiz salt bireylerin kendi hedefleri doğrultusunda değerlendirilemez. Günümüz dünyasının her türlü değeri yok saydığı, salt bireyci çıkarlara izin verdiği dünya gerçeğinin bir tezahürü, yansımasıydı. Çarpık hak anlayışı, emekten uzak kişilik yapıları, küçük gelecek hesapları peşinde gidenlerin varlığı kimi dönemlerde düşmana umut olmuştur.
Zora karşı direnişi, yokluğa karşı yetinmeyi katık yaparak yürütülen 32 yıllık mücadele içinde yaratılanların böylelikle üç beş ‘Zik mezin’e peşkeş çekilmesi hedeflendi. Hem önderliğimizin öngörü ve ideolojik mücadelesi, hem her türlü zorlanmaya rağmen halkımızın desteği ile atlatılan bu süreçte her parti kadrosu kendi yetmezliklerini de görerek doğru ve kararlı bir mücadeleyle bu yanlış yaklaşım ve anlayışları mahkum ederek PKK’nin yaşam anlayışını bir kez daha zafere taşımıştır.
Günümüzde bu örneğin bir de toplumsal alan üzerinden değerlendirilmesi, toplumun gözeneklerinde yer etmiş kapitalist liberal düşüncelerin yaşam tarzları açısından da görülmesi ve tedbirlerinin geliştirilmesi gerekmektedir. Yaşamı anlamsızlaştırmak için elinden gelen her şeyi yapan sistem, Kürt halkının kendi iç örgütlülüğü ve ahlaki yapılanmasını yıpratmak için var gücüyle çalışıyor. Küçük hesapları uyandıran, güdüsel bir yaşam planını popülerleştiren, ahlaki kuralları yozlaştıran, mücadelesizliğe sevk eden, kaçışı ve uzaklaşmayı bir çözüm yolu olarak belleten bir anlayış ve yaklaşım Kürt halkı üzerinde uygulanmaya çalışılıyor.
Kürt halkının, başta da direkt bu saldırıların hedefinde olduğundan kadın ve gençliğin böylesi çarpıtmalarla dolu algılardan uzaklaşması ve PKK öncülüğünde Kürt halkının yaratmış olduğu demokratik komünal yaşam değerlerine yönelmesi gerekmektedir. Tek başına hiçbir çözümün olmadığını sanırım yaşanan Kürdistan ve dünya gerçeklerinde görmek mümkündür. Kürt halkı olarak yürüttüğümüz onurlu mücadelede yaşamın gerçek tanımları yaratılmış, oluşturulmuştur. Uğruna yitip giden binlerce parçamızla yücelen doğru yaşam sadece düşüncelerinde değil, birey olarak yaşamlarında da ispatlayan nice şehidimiz oldu. Her biri kahramanca direnerek şahadete ulaştıklarında arkalarına bakmadan ilerlemelerinin tek nedeni vardı. O da yaratımı için uğrun kendini feda ettiği değerlerin her zaman kazanacağına dair olan inancıydı.
Biz yaşamı böyle öğrendik. Bir mücadele alanı, bir emek alanı olarak gördük, yaşadık ve yaşıyoruz. Hayatın tanımları kendi içinde gizlidir. Ve bu tanımlara ulaşmak her insanın, her bireyin kendi arayışları sonucu elde edilebilecek ayrı bir mücadele alanıdır. Anlamı yüceltmek ve yeni anlamlar katmak ancak böyle mümkün olabilecektir. Unutmayalım, yaşam ona emek harcandıkça, düşünce ve duygu dünyalarında anlamlandırıldıkça değer kazanır.
Pir Kemal
- Ayrıntılar
Tarihin sonu tezlerini ortaya atanlar acaba neler yaşıyorlardır, neler söylüyorlardır. Şimdilerde birilerinin sistemin bilgisi dahilinde olup biten bir oyun olduğunu söylediğini duyuyoruz. Ne de olsa küresel süper sistemin başında bulanan gücün kuyruğu sıkışmış durumdadır.
Binlerce belgeyi bir şekilde ele geçiren ve kendilerini adaletin yerini bulması, şeffaflığın kök salmasının savunucuları olarak görenler, kendilerini belgelerinde: “Çalışmalarımız basın ve yayın özgürlüğü prensiplerine dayanır. Bizim için önemli olan gerçeklerin tarihsel kaydını tutmak ve insan haklarını geliştirerek yeni bir tarih oluşturma” olarak tanıtıyorlar.
Wikileaks’in böyle olup olmadığını bize tarih gösterecektir, ancak şimdiden açığa çıkarttıkları belgeler küresel sistemi nasıl tehdit ettiği ayan beyan ortadadır. Dünyanın diğer sahalarında olup bitenlere gitmeden, yanı başımızda yaşanan depreme bakaraktan da olup biteni anlıyoruz. Kaldı ki piyasaya sürülen belgelerin sayısı halen sınırlıdır. Halen biz var olan o sınırlı sayıda ki belgelerin Türkçesini de görmüş değiliz. Özcesi birkaç belge bu yıkılmaz, tarihin sonuna kadar gidecek olan bu sistemi sarsıyorsa, orada biraz durup sonuçlar çıkarmak önemli olacaktır.
Biz kendimizi bu kapitalist modernist sistemin karşısında, karşıt kutbunda duran kişiler olarak tanımlıyoruz. Devletçi, iktidarcı, tahakkümcü sistemin retçileriyiz. Devletin, iktidarın ve bunun yarattığı tahakkümün insanlığı kirlettiğini her zaman söyledik. Ve öyle görülüyor ki söylemeye de devam etmemiz gerekir. Devletçi sistemin ne kadar kirli bir sistem olduğunu biz sadece bir devletin diplomatların yazdıklarından dahi görebiliyoruz. Yan yana geldiklerinde birbirine gülenleri, sahte sevgi gösterilerinde bulunanları, olgun yaklaşımların, karşılıklı güvenlerin tümünün sahte olduklarını yine bu yazılanlardan görüyoruz. Biz devletçi ve iktidarcı sistemin sadece ve sadece yalan ve ikiyüzlülük yarattığını söylüyoruz. Ve bunun ne kadar doğru olduğunu bu yazılanlardan alenen görüyoruz.
Özcesi anti devletçi, anti iktidarcı ve anti tahakkümcü olmamamızın çok fazla nedenleri vardı. Şimdi ise bu nedenlere daha da fazla nedenler eklenmiştir. Bundan böyle de her türlü biriktirmeci kültüre karşı bu antiliğimizi daha da güçlendirerek savunacağız.
Bu Wikileaks belgelerinde çıkaracağımız önemli bir sonuç budur. Diğer önemli bir sonuç ise: antiemperyalist mücadelemizin başarısının kaçınılmazlığıdır. Yer yer emperyalist sistemin, küresel süper güçlerin askeri, siyasi, ekonomik, teknolojik üstünlüğüne bakarak değil ki geri adımlar atılmamıştır. Ve hatta devasa sistem karşıtı ya da sistem alternatifi örgütlerin yıkıldıklarını da görmüşüzdür. İnançsızlıkları çokça gördük. Emperyalist Yankee babalara teslim olanları da gördük. Liberalizmin kuyruğuna takılanlarda az olmamıştır. Uzlaşma adı altında devrimcilikten ve onun romantizminden kaçanları da çok gördük. Ve hatta kendi devrimci geçmişine sövenleri gördük. Tüm bu olumsuz yaklaşımların nedeni: Yıkılmayacak bir emperyalist sistem inancıydı.
Ancak Wikileaks belgeleri bize yeni bir şey göstermiştir; emperyalist sistem yıkılabilir. Denilecek ki çok fazla hayali yaklaşım içerisindesiniz. Belki söyledikleriniz yanlış değildir diye biz cevap veriyoruz. Ancak bu belgelerin açığa çıkarılması ardından sallanan küresel sistem ise bizim çocukluk hayallerimizin ne kadar doğru ve haklı olduğunu gösteriyor, ispatlıyor.
Kaos aralığı diye bilimsel bir gerçeklik vardır; geçiş süreçlerinde, momentumu geldiğinde bir hareket kelebek etkisini yaratabilir. Yani bir kanat çırpma devasa dalgalar yaratabilir. O meşhur gözlemleyen, gözlemleyen teorisi işte tamda bu anlarda hayat bulur. Yeter ki kendimizi örgütlemesini bilelim, yeter ki o an’a hazırlıklı girelim ve yeter ki sistem karşıtları olarak bu sistemin yıkılabilineceğine inanalım. Gerisi sadece ve sadece yürü ya kulum dedikleri tarih adımlardır.
Evet, tarihi bir anı yaşıyoruz. Yıkılmayacak sandıkları bir sistemin nasıl debelendiğini gördüğümüz günleri yaşıyoruz. Hiç şüphe yoktur ki bu belgeler sistemi götürmeyecektir. Ancak sistemin nasıl vurulacağına dair bir ilham kaynağı olduğu ve olacağı kesindir.
Evet, sistem sallanıyor, yeter ki biz bu sallanmalara kendi cephemizde itelemeleri eklemesini bilelim. Yeter ki sallanan bu küresel emperyalist sistemin yerine halkların komünal olan, temiz, adaletli ve şeffaf olan yaşam kültürünü dünyanın her yerine yayalım. Yeter ki biz kendi sistem karşıtı alternatif yaşam modelimiz bu kaos aralığında geçerken daha güçlü örgütleyelim, gerisi dediğimiz gibi sadece ve sadece yürü ya kulumdur.
Hayri Engin
- Ayrıntılar
Destan sözcüğünü biz :”Ağızdan ağza anlatılarak süregelmiş bulunan olağanüstü nitelikli öykü. Batı dillerindeki karşılığı mit. Yunanca söz ve öykü anlamındaki, Mythos türetilmiştir. Destan ya da efsane deyimi gerçek bir olayın olağanüstü anlatılışı için kullanıldığı gibi doğasal olayların açıklanması” içinde kullanırız.
Yaratılış destanları bize yabancı değildir, bu destanlarda yaratılışın görkemli öyküsünü hep birlikte okuruz. Okudukça da büyüleniriz. Büyülendikçe de kendimizden geçeriz. Bize anlatılanların dili ne kadar mitolojik olursa olsun, oralarda bir hakikatin ne kadar büyük zorluklarla yaratıldığını hep birlikte görürüz. Arada bin yıllar geçmiş olsa da, bin bir hileyle gerçeklerin üstü örtülmeye çalışılsa da, birileri olup bitenleri kendi lehine çevirmeye çalışsa da, ortada öyle bir gerçek var ki onu da kimse saklayamaz, gizleyemez, değerini küçümseyemez. Tabii ki istedikleri kadar yalana başvursalar da bugüne gelmesinin önünü alamazlar. Bu ise yaşanmış olan gerçekliktir.
Lafı çok uzatmadan: insanlık için yaratılış destanları neyse Kürt halkı için 27 Kasım odur. Yeniden yaratılışın öyküsü ve destanı…
27 Kasım’ın üstünde henüz 32 yıl geçmiştir, biz 33.üncü yılına gireceğiz. Şimdiden yazılanlar ve çizilenler ciltler dolusudur. Ancak bizde yaşayan bir tarihin canlı tanıkları olarak, şunu her gün yeniden yaşayarak görüyoruz ki: tarih yazılamıyor. Tarihi yazmak için öncelikli olarak tarihi yaşamak gerekiyor. Tarihin ancak bir kesiti yazılabiliyor ki, tarih ilerledikçe yaşanmış olanın yeniden yeniden ele alınarak yazılması ihtiyacı doğuyor.
Biz tarihi belki de en hızlı yaşayan bir halkın evlatlarıyız. Öyle ki binyıllarda oluşmuş olan karabasan bir tarihi, adeta ışın hızıyla gün yüzüne çıkararak yeniden yazılmasının günlerini yaşıyoruz. Tarihen yaşamasını hak edenin, cezasının verilmesi ya da yaşamaması gerekenin verildiği tarihi bir kesiti yaşıyoruz. Buna tarih: alt üst oluş günleri diyor. Buna tarih yeniden yaratılış yılları diyor. Ve tarih buna bir halk yaratılışa kalkmışsa yürü ya kulum an’ı diyor.
İşte 27 Kasım günü bir halkın yürü ya kulum dediği tarihi kesitin başlangıcıdır. Kimisi buna ok’un yaydan çıktığı an diyor. Ve kimisi zorlu olan maraton yürüyüşünün başlaması diyor.
Kürt halkı bu maraton yürüyüşünü çok görkemli bir şekilde başlatarak sonuca, hedefe başka bir deyimle menzile götürmek üzeredir.
27 Kasım gününü tarih, biz Kürtler için tarihin ileri yıllarında bir milat olarak değerlendirecektir. Kürtler için bir 27 Kasım günü öncüsü olacaktır, birde 27 Kasım günü sonrası olacaktır. Tarih yaşanırken herkesin bu tarihi günün hak ettiği kadar değer vermesini ister, ancak bunun böyle olmadığını, herkesin her zaman yeniden yaratılışmış olanı derinlikli ele alamadığını, almadığını tarihi bize hep göstermiştir.
Bir İsa’nın çarmıha gerilmesinin insanlık için neler getirdiğini, biz bugün biliyoruz. Ancak o zamanlarda bu gerilişin ve direnişin sadece birkaç avuç sayısı kadar insanın gerilişi ve isyanıydı.
Bir Hz. Muhammed’in Mekke’den Medine’ye yürüyüşü sadece bir yürüyüştü ya da sadece bir kaçıştı, ancak tarihin seyrini bu yürüyüşün nasıl değiştirdiğini biz biliyoruz.
Fransız devrimi Bastille hapishanesinin basılmasıyla başladı ve bu sadece birkaç “baldırı çıplağın” bir baskınıydı. Ancak biz de biliyoruz ki bu “baldırı çıplakları” aşan bir isyan olarak bugünlere kadar gelen devasa bir devrimin kendisiydi.
Böyle tarihi olaylar, milat olarak kabul edilen yaratımlar hep önceleri böyle ele alınmışlardır. Kimileri bu olay ve olguları ellerinde geldiğince küçümsemek için her şeyi yapmışlardır. Ancak derler ki “güneş balçıkla sıvanmaz.” Tarihi olaylar ve yaratılışlar gün gelir güneşin aydınlığı gibi kendisini herkese kabul ettirir. Çünkü hiç kimse ama hiç kimse tarihin akışını durduramaz. Tarihi karartamaz. Tarihi çarpıtamaz.
Hele hele birde kendi tarihini kendi elleriyle yaratanlar var oldukça bu tarihi durdurmalara, karartmalara, çarpıtmalara asla ve asla kimsenin gücü yetmez.
Halkımızın yeniden yaratılış destanın başlangıç günü olan 27 Kasım günü halkımıza ve insanlığa kutlu olsun.
Kasım Engin
- Ayrıntılar