Dünya ana dil günü, dilini özgürce konuşamayan, yazamayan, onunla düşünemeyen ve rüya göremeyen, ama kendisini bu konumdan kurtarmak için mücadele edenlere kutlu olsun!
Dünyada kutlanan ana dil gününde haberdar olduğum günden bu yana, en fazla dikkat çekici kavram “ölü diller” kavramıdır. “Ölü diller” kavramı ürkütücü bir kavramdır. Ürkütücü olduğu kadar, acı ve hüzün dolu bir kavramdır. Yeryüzünden, aramızdan göçüp gitmişler. Arkalarında kimseleri bırakmadan. Kimsesizler mezarlığına gömülen insanlar gibi… Tanıtıcı bir mezar taşları bile yok! Geriye ağıtlarını yakacak tek bir sahipleri dahi kalmamış. En acısı da bu!
Ölüm her zaman acı vericidir. Kendiliğinden ölen insanlara kimsenin diyeceği bir şey olmasa da, yine de yakınlarına, dostlarına ve çevresine her zaman hüzün ve acı verir. Ancak söz konusu kendiliğinden değil de, tasarlanarak bir insanın öldürülmesinin etkileri daha kalıcı acılar verir. Çünkü bir düşman vardır ortada.
Diller kendiliğinden mi ölür, yoksa diller de öldürülür mü, dillerin de katilleri var mı? Her dil bir tarih, emek, halk, kültür, bir yaşam tarzı, bir ses, renk, estetik ve melodi. Bir dilin öldürülmesi ne demektir? Tüm bunların öldürülmesi mi?
Üzerinde durmak istediğimiz konu, kendiliğinden, dillerin karşılıklı etkileşiminden zayıf düşen ve ölen dil ve veya diller değil. Bizzat tasarlanarak, üzerinde ince ince düşünülerek öldürülen dil veya dillerden sözetmek istiyoruz. Dillerin katillerinden yani…
Sömürgeci-soykırımcı Türk devleti, Kürt dilini sahipleriyle birlikte ortadan kaldırmak isteyen bir devlettir. Soykırımcıdır, katliamcıdır. Kuruluşu Kürdün yok edilmesi üzerine olmuştur.
Bir insanın hedeflenerek yok edilmesine cinayet deniliyor. Suçu ağırdır. Bir dil’in sahipleriyle birlikte tasarlanıp hedeflenerek öldürülmesine de soykırım deniliyor. Hele hele o dil binlerce yıl, adeta üzerinde doğduğu toprakların rengini, kokusunu, ritmini, sesini, tarihi derinliklerini veren bir dil ise, onu öldürmek tam bir insanlık suçu değil mi? Hele hele bu dil adeta insanlığın ilk oluşumunun, toprağın insanlığa bahşettiği bir dil ise, bunu öldürmek, tüm insanlığın hafızasını öldürmek ve insanlığı belleksizleştirmek değil mi?
Böyle bir suç var mıdır? Bu suçu işleyen/işleyenler kim ya da kimlerdir?
Fazla uzağa gitmeye ve sözü dolandırmaya gerek yoktur. Geçen yüzyılın başlarında, İttihatçı ırkçı-faşistler Türk-ulus devletini yaratma projesini ortaya koydular. Bunun ilk şartı ise, başta Kürtler olmak üzere, diğer halkların dil-kültürlerini yasaklamak oldu. Sonra Türk dilini konuşma, benimseme ve kendini inkar etme dayatıldı. Ardından yerinden yurdundan etmek geliştirildi. Sonra, halklar yönetimleri dağıtılıp, savunma güçlerinden yoksun bırakılarak kendini savunamaz duruma getirildiler. Bu bir insanın boğazına çöküp soluk alamaz duruma getirmekten farksız bir durumdur.
Lozan Kürtlere karşı gerçekleştirilen bir soykırım komplosudur. Bir halkı yok sayma ve ülkesini yok sayma antlaşması. Kürdistan parçalanır, Kürt halkı yok sayılır. Türk ve Arap ulus devletlerine hammade olarak sunulur. Katillik buradadır. Bir halkı ülkesiyle birlikte hem yok sayacaksın, hem de adını dahi belgeye geçirmeyeceksin. Lozan soykırım antlaşması böyle bir antlaşmadır.
24 temmuz 1923 yılında gerçekleştirilen bu soykırım planlaması, 29 Ekim 1923 günü, tek vatan, tek ulus, tek dil, tek kültür, tek bayrak stratejisi temelinde soykırımcı Türkiye cumhuriyeti devleti kuruluşuyla birlikte pratikleşme sürecine girer. 1924 anayasası gerekçesinde ise, “devletimiz ulusal bir devlettir, çok milletli bir devlet değildir. Devlet Türkten başka millet tanımaz. Memleket dahilinde eşit hak ve hukuka sahip olması gereken ve başka ırktan gelen kimseler de vardır. Fakat bunlara da ırki durumlarına uygun olarak haklar tanımak veya bu anlama gelecek sözler etmek caiz değildir” denilecekti. Bu soykırımın pratikleşmesi için gerekçelerini oluşturmaktan başka anlama gelmiyordu. Buna karşı her direniş, tavrın karşılığı ise şeyh Sait olayında görüldüğü gibi idamdı. Geri kalanlar için sürgündü, baskıydı, parçalanmaydı, yoksulluktu, açlıktı, asimilasyondu. Adım adım yokoluşa doğru gitmekti.
Türkiye Cumhuriyeti devletini, Kürtlerin yok edilmesi temelinde kuran ve buna kadeh kaldıran M. Kemal, Kürtlerin Türkleştirilmesini bakın nasıl ortaya koyuyor: Türk ocaklarının görevi, Türkleştirmedir. Türkçe konuşmayanlara müsamaha göstermemek lazım. Türkçe konuşmayan bir insan, Türk harsına, camiasına, mensubiyetini iddia ederse, buna inanmak doğru olmaz…Efendiler herhangi bir felaket gününde bu insanlar başka dillerle konuşan insanlarla el ele vererek aleyhimize hareket edebilirler. Türk ocaklarımızın başlıca vazifesi bu gibi unsurlar bizim dilimizi konuşan hakiki Türk yapmaya çalışmaktır” derken, İsmet İnönü, “ vazifemiz Türk vatanı içinde bulunanları behemahal Türk yapmaktır. Türklere ve Türkçülüğe muhalefet edecek anasırı( unsuru) kesip atacağız. Vatana hizmet edeceklerde arayacağımız esvap her şeyden evvel, o adamın Türk ve Türkçü olmasıdır”
Şark İslahat planı bir soykırım belgesidir. Bir halkın nasıl yok edileceğinin, Kürdün nasıl Türkleştirileceğinin soğuk kanlıca planlanmış ve yürürlüğe konulmuş canice belgesidir. Hala da yürürlükte olan, Türk sömürgeci-soykırımcı zihniyetine ilham ve moral veren güç kaynağı olan şark islahat planıdır.
Bülent Arınç, Kürt diliyle eğitim yapılmaz diyerek, Kürt dilini küçümsüyor. Hakaret ediyor. Ama kendisi gibi meclis başkanlığı yapmış olan Abdulhalik Renda, şark islahat planı için hazırlık amacıyla kaleme aldığı raporunda Kürt dili için daha farklı şeyler söylüyor. “Kürtler lisanlarını hakim kılmışlardır ve Türkçe öğrenmeye muhtaç olmadan bütün işlerini görebilecek hale gelmişler” bu çok önemlidir. Fakat aynı Abdulhalik renda, böyle bir düzeyi yakalamış bulunan Kürt halkını Türkleştirerek, tarihten silmek için önerilerini peş peşe sıralamış ve bu öneriler de şark islahat planında aynen yer bulmuştur. Zihniyet ve pratik-politika şudur: “Türkün süngüsünün göründüğü yerde Kürtlük biter”
Soykırımcı-ırkçılar seksen yedi yıl boyunca bir soykırımı en ince detaylarına kadar planlayıp hayata geçirdiler. Kürt dilinin kendisini ifade etmesine en küçük bir imkan dahi tanımadılar. Sonra da, Kürt diliyle eğitim yapılmaz diyerek, bu dile hakaret etmektedirler.
İnsan bu kadar soğukkanlı katil, cani ve soykırımcı olabilir ancak! Hem ortadan kaldırmak için her türlü baskıyı yapacaksın, öldürmeye çalışacaksın, sonra da zayıftır, geridir, diyeceksin. Hakaret edeceksin. Eğer Kürtlerin bunu sessizce karşılayacağını düşünen varsa, yanılıyorlar. Kürtler bunu not ettiler bir kere. Kürtler, faşist-ırkçı, bukelemun Bülent Arınç ve onun gibi düşünen bütün ırkçılara, yedi ceddine bu sözünü yedirecekler. Mezarda da olsa…
Kaldı ki, Kürt diliyle bugün maxmur’da liseye kadar eğitimlerini sürdürmektedirler. Güney Kürdistan’da Üniversiteler Kürt diliyle eğitimlerini yapmaktadırlar. Bu ulusal yok etme planına rağmen bunlar yapılmaktadır.
Gerçekten de insan o soykırım belgesini ancak sözlük yardımıyla okuyup anlayabiliyor. O kullanılan sözcüklere ne oldu diye sorası geliyor insanın! Çünkü onlardan hiçbirisi Türkçe sözcük değildi. O sözcüklerin ezici çoğunluğu aşırmaydı. Şuradan buradan aşırma.
Her halkın diline saygımız var ama, herkesin de biraz tarihi gerçeklere saygılı olması gerekir. Haddini bilerek, ne olduklarını, nerden nereye ne sayesinde geldiklerini bilmeleri gerekir.
Fuzuli “Ol sebepten Farisi lafzıyla çoktur nazm kim/ kim Nazm-ı nazik Türk lafzıyla düşvar olur” diye yazmış.
Bir başka divan şairi, Aşık paşa da, “Türk diline kimseler bakmaz idi/Türklere hergiz gönül akmaz idi/ Türk dahi bilmez idi bu dilleri” demiş.
Fakat senin yok etmek istediğin Kürt diliyle başta zend Avesta olmak üzere, islamiyetten sonra da belulê Mahid, 9. yüzyılda, Bassam –i Kürdi , Pir Şariar, Giylani, 11. Yüzyılda baba Tahir üryan, Ali Termuki, Ali hariri, daha sonraki yıllarda Meleye Ehmedi Bate, feqiye teyran ve melaye ciziri gibi şairler daha o yıllarda Kürt diliyle ölümsüz eserler ortaya koymuşlardı. 19. Yüzyıl ve 21. Yüzyılda da sayısız Kürt şairi ortaya çıkmış, en amansız koşullarda da olsa Kürt diliyle eserler vermiştir. Şiir için bir dilin süsü, en güzel meyvası denir. Kürt dili böyle meyvalarla doludur. Memo u zin bu meyvaların zirvesidir.
Ölümsüz büyük şair cigerxun ise Kürt dilinin karşı karşıya olduğu baskıları ve kürt dilinin direncini bakın nasıl çarpıcı ortaya koymuştur. “Sedan sal hezaran zımanê meye/Weki ke di bin deste dıjmın de ye/Çi gernas û mêr e di meydanê ceng/Ne şûr ne mertal ne top û tıfeng”
Ehmedi Xani daha 17. Yüzyılda Mem û Zin adlı eserini var olan egemen havaya rağmen Kürt diliyle yazarak, Kürt dilinin ebediyete kadar yaşamasının güçlü temellerini atmıştır.
Ama böyle bir dil bugün hala soykırım tehlikesi altında bulunmaktadır. Soykırımcı AKP’nin eğitimi 12 yıla çıkarma tasarıları, hala gündemdeki yerini korumaktadır. Anaokulun zorunluluğu ve kesin bir dille Kürt diliyle eğitimin yasaklanmasının sürdürülmesi ve önümüzdeki dönemde de sürdürülecek olması, bu tehlikeyi ciddiye almamızı gerekli kılmaktadır. Sömürgeci baskı siyaseti(askeri, polis, istihbarat) siyaset, beşikten mezara kadar süren Türk okullar sistemi, Kürtçe diliyle eğitimin yasaklanması, basın-yayın, idari, ekonomik sömürü vb. durum hala varlığını sürdürmektedir. Anayasal komplo ile de bu yeşil faşizm kendi sistemini yaratmak istemektedir.
Kürt halk Önderi Abdullah ÖCALAN’IN, asimlasyonun bir halk ve birey üzerinde nasıl bir olumsuz etki yaratacağını son savunmasında çok çarpıcı olarak ortaya koymaktadır.
“Bir toplum anadilini ne kadar geliştirmişse, o kadar yaşam düzeyini geliştiriyor demektir. Yine ne kadar dilini yitirme ve başka dillerin hegemonyası altına girmeyle karşılaşmışsa, o denli sömürgeleşmiş, asimilasyona ve soykırıma uğramış demektir. Bu gerçekliği yaşayan toplumların zihniyet, ahlâk ve estetikçe anlamlı bir yaşamlarının olamayacağı, hasta bir toplum olarak silininceye dek trajik bir yaşama mahkûm kalacakları açıktır… dil örneğin Kürtlerdeki haliyle yaşandığında, bu durumdaki bir toplumun maddi olarak son derece yoksullaşacağı ve paramparça duruma düşeceği, dolayısıyla anlam, ahlâk ve estetikçe de yanlış, hain ve çirkin olarak yaşamaktan kurtulamayacağı gayet açıktır… Asimilasyonda esas olan, iktidar ve sömürü mekanizması için en az maliyetle köle oluşturmaktır. Asimile edilen grubun öz kimliği ve direnci dağıtılıp kırılarak, hâkim elit içinde hizmetlerine en uygun kölelerin derlendiği bir konuma düşürülür. Burada asimile edilen köleye düşen temel işlev efendisine mutlak benzeşmek, onun eki ve uzantısı olma uğruna her tür çabayı göstererek kendini kanıtlamak ve böylelikle sistemde kendine yer yapmaktır. Başka hiçbir çaresi yoktur. Yaşayabilmek için eski toplumsal kimliğini bir an önce terk etmek ve kendini efendilerinin kültürüne en iyi şekilde adapte etmek kendisine tek seçenek olarak sunulmuştur. Asimilasyonu yaşayan toplum en uysal, en çalışkan ve uşaklıkta yarışan vicdansız, ahlâksız ve zihniyetsiz insan taslaklarından oluşur. Özgürce aldığı hiçbir karar ve gerçekleştirdiği eylem yoktur. Tüm toplumsal kimlik değerlerine ihanet ettirilmiş, sadece midesini doyurma peşindeki insan kılıklı bir hayvana indirgenmiştir…”
Buna yapacağımız bir yorum ve katkı yoktur. Ancak hal ve durum böyle olmakla birlikte halk içinde değil de, mücadelenin şu veya bu yerinde yer alan insanlar hem kendi aralarında hem de halka hitaplarında Türk sömürgeciliğinin bize yukarda izah ettiğimiz şekliyle kabul ettirdikleri dilini kullanmakta bir sakınca görmemektedirler. Bu öyleki bazen sömürgeci AKP yöneticileri için bir alay konusu olmaktadır.
Demek oluyorki, hala sömürgeci-soykırımcı Türk devletinin ve onun yeşil faşizminin Kürtleri yok etmek istedikleri kadar, gerçekleştirdikleri ayrıntılı planlı yok etme siyasetlerine karşı, hala biz Kürtler de, kendimizi Kürtlük hassasiyeti ve refleksiyle var kılmak için çok fazla mücadele etmiyoruz. Başkasının, hem de zorla, bin bir baskı, hile ve entrikayla kabul ettirdiği dili konuşma daha rahatımıza gidiyor. Bu utanç verici bir durumdur. Bu utançla daha fazla yaşanamaz. Unutmayalım ki, bu bize zorla, varlığımız, onurumuz çiğnenerek kabul ettirilen, ağzımıza sokulan bu dil ağzımızda durdukça, hele hele bu dil ile konuşmakta hiçbir mahsur görmedikçe, kendimizi bu sömürgeci faşistlerden kurtaramayız.
Öyle anlaşılıyor ki, sömürgecilik o kadar içe işlenmiş ki, bunun bir soykırım olduğunun farkında bile değiliz. Farkındaysak, sömürgecilerin zorla, büyük acılar, idamlar, katliamlar, sürgünler, ruhsal travmalar yaşama pahasına ağzımızın içine zorla soktukları bu dili fırlatıp atmalıyız. Kendimizi sömürge toplum psikolojisinden kurtarmalıyız. Bu konuda öncelikle kendi aramızda bir duyarlılık ve refleks yaratmalıyız. Şehirlerimizde, sokaklarımızda, evlerimizde, derneklerimizde, özetle hayatın her alanında kürt sedası yükselmeli. Birinci derecede kullanılan bir dil olmalı.
Düşman bizler Türkçe konuştukça, öylesine umutlanıyor ve seviniyor ki…Yeşil Ergenekon hergün kaç Kürtçe gazetenin, derginin dağıtıldığını, raflarda kaç Kürtçe kitap olduğunu sayıyor. Günlük yaşamda Kürtçenin az kullanılmasından öyle rahat ki…Sedat Laçiner, Aktütün de bir kız çocuğunun aksansız Türkçe konuşmasından öylesine mutlu ve umutlu ki… Şimdi Kürt gençleri, kadınları, emekçileri, siyasetçileri, sanatçıları.. bu düşmanı daha sevindirecek miyiz? Bu utanç verici durumdan kendimizi kurtarmanın zamanı gelmedi mi?
Düşmanı sevindirmemek her Kürdün bir yaşam andı ve özgürlük duruşu olmalıdır. Ve her Kürt “Anadilim, Varlığım, Onurum ve Özgür Geleceğimdir ” demeli ve bu temelde dünya anadil gününü kutlamalıdır. Ve bu ruhla yönünü Newroz’a dönmelidir.
Herdem Serhıldan
Yararlanılan Kaynaklar:
1-Demokratik Ulus Çözümü-Kültürel Soykırım Kıskacında Kürtleri Savunmak- Abdullah ÖCALAN
2-Kürdoloji Belgeleri 2. Mehmet Bayrak
3-Beyaz Soykırım-Gülçicek Günel Tekin
- Ayrıntılar
İnsanlık bir kuyuya sığar mı (?) diye bir alt başlık geçiyor izlediğimiz televizyon kanalında. Konu toplu mezarlar gerçeği. Midyat’ta 17-18 yıl önce, evlerinde, resmi olarak devlet yetkilerince alınan ancak bir daha evlerine dönmeyen gerçekliğe dönük yapılan bir haber. Öyle ki aileler artık evlatlarının katledilmelerini sormuyorlar, artık ondan vazgeçmişler. Sadece ve sadece evlatlarının kemiklerini istiyorlar. Evlatlarının kayıp kemiklerini...
Sahiden insanlık bir kuyuya sığar mı diye sorabiliriz? İnsanlık bir kuyuya sığmamalıdır ancak söz konusu Kürdistan oldu mu buralarda tüm kanunlar, hukuk biraz ayrı işliyor. Bir yoldaşımızın yazdığı gibi: “Buralarda bazı kanunlar ayrı işler, bazı kanunlar farklı hayat bulur. Buralarda biraz diyalektik tersten, çapraz, sarmaşık, sarmal, dolambaçlı derken bilinenin ötesinde bir şekilde işler. Çünkü burası Kürdistan’dır. Kimi şairin diliyle “Allahın üvey çocukları Kürtler”’in yeridir. Dışlanmışların, hor görülenlerin, suyun diğer yakasında kalmışların, ezilmişlerin, dili yasak edilmiş ve kesilmişlerin, evlatlarının gündüz ortasında kolları kırılanların, ana ve bacılarının meydanlarda toplanarak coplarla vurulanların, it sürüsü devlet polislerinin çocuklarına sopalarla saldırarak vantuzlar gibi kanı emilenlerin diyarıdır.
İşte bu diyarlarda yasalar, kanunlar birazda ayrı işler. Biraz da kendine özgü işler, biraz da alışılmışın dışında ayrıksı işler” diyor. Ve bir şairin de belirttiği gibi: “Benliği yaralı bir ülke”dir burası.
Evet “benliği yaralı bir ülke” diye yazmış Mithat Sancar yazısında. Tuhaf ama bu yazıyı okurken insanlık bir kuyuya sığar mı sorusunu çokta fazla kendimize sorma ihtiyacı doğuyor. Evladının kemiklerini bulma umuduyla sevinen ananın “İnsanlar, hiçbir şeyden, keder duymaksızın ayrılmazlar; kendilerini en çok mutsuz eden yerleri, şeyleri, insanları bile acı çekmeksizin bırakmazlar” sözlerini alıntılamışken yazar, evlatlarının kemiklerinden nasıl ayrılacak bu benliği yaralı ülkenin anaları. “Hikâye yoksa kişi de yoktur. İnsan kendi hayat-hikâyesi olan, bu hikâyeye sahip olan ve bu hikâyeyi anlatabilen bir şeydir” ancak bu toprakların tüm hikayeleri hep kan doludur. Kanlıdır. Bu ülke öyle bir ülke ki benliği yaralıdır. Benliği ondan çalınmıştır. Benliğine yapılmadık işkenceler, vurmalar, kırmalar, el atmalar, tecavüzler kalmamıştır. Bir benliğin başına ne kadar felakat gelecekse getirilmiştir. Öyle bu benliği yaralı ülkenin içerisinde ya da üstünde yaşayan insanların dilleri de yasaklıdır. Yasaklı olan dil varsa hikaye nasıl anlatılacaktır? “Herkes kendini en iyi kendi tarzında ifade eder” ama bu kendini en iyi ifade etme tarzı kuyularda son buluyorsa o zaman dönüp dolaşıp bir şeyler yapmalıdır herhalde.
Uzun yıllar önce meçhul asker diye bir şiir okumuştum. Şöyleydi:
“Meçhul asker
Bir heyet gidince başka bir yere
Çelenk koyar meçhul askerin anıtına
Yarın şayet
Ülkeme gelir de öyle bir heyet
Sorarsa bana
“nerde meçhul asker anıtı” diye
“beyim” derim
“beyim”,
Kıyısında her arkın
Sekisinde her caminin
Kapısı önünde
Her evin
Her kilisenin
Her mağaranın
Kayalarında her dağın
Ve ağaçlarının üzerinde her bahçenin
Kürdistan’da
Gökyüzünün altında her yerde
Her karış toprak üzerinde
Çekinme!
Eğip başını hafifçe
Koyuver çelengini.”
İşte “benliği yaralı ülke” gerçeklik buyken evlatlarının kemiklerine bulmak için dağ taş arayan ve bir parça evlat kemiği bulduğunda buna sevinen ananın, anaların acılarını dindirmek için bile olsa inadına özgürlük kavgası her yerde, her ortamda, tüm zamanlarda, insanlık kuyulara atılmaktan kurtarılana kadar devam edecektir.
K. Nuda
- Ayrıntılar
İnsanlık bir kuyuya sığar mı (?) diye bir alt başlık geçiyor izlediğimiz televizyon kanalında. Konu toplu mezarlar gerçeği. Midyat’ta 17-18 yıl önce, evlerinde, resmi olarak devlet yetkilerince alınan ancak bir daha evlerine dönmeyen gerçekliğe dönük yapılan bir haber. Öyle ki aileler artık evlatlarının katledilmelerini sormuyorlar, artık ondan vazgeçmişler. Sadece ve sadece evlatlarının kemiklerini istiyorlar. Evlatlarının kayıp kemiklerini...
Sahiden insanlık bir kuyuya sığar mı diye sorabiliriz? İnsanlık bir kuyuya sığmamalıdır ancak söz konusu Kürdistan oldu mu buralarda tüm kanunlar, hukuk biraz ayrı işliyor. Bir yoldaşımızın yazdığı gibi: “Buralarda bazı kanunlar ayrı işler, bazı kanunlar farklı hayat bulur. Buralarda biraz diyalektik tersten, çapraz, sarmaşık, sarmal, dolambaçlı derken bilinenin ötesinde bir şekilde işler. Çünkü burası Kürdistan’dır. Kimi şairin diliyle “Allahın üvey çocukları Kürtler”’in yeridir. Dışlanmışların, hor görülenlerin, suyun diğer yakasında kalmışların, ezilmişlerin, dili yasak edilmiş ve kesilmişlerin, evlatlarının gündüz ortasında kolları kırılanların, ana ve bacılarının meydanlarda toplanarak coplarla vurulanların, it sürüsü devlet polislerinin çocuklarına sopalarla saldırarak vantuzlar gibi kanı emilenlerin diyarıdır.
İşte bu diyarlarda yasalar, kanunlar birazda ayrı işler. Biraz da kendine özgü işler, biraz da alışılmışın dışında ayrıksı işler” diyor. Ve bir şairin de belirttiği gibi: “Benliği yaralı bir ülke”dir burası.
Evet “benliği yaralı bir ülke” diye yazmış Mithat Sancar yazısında. Tuhaf ama bu yazıyı okurken insanlık bir kuyuya sığar mı sorusunu çokta fazla kendimize sorma ihtiyacı doğuyor. Evladının kemiklerini bulma umuduyla sevinen ananın “İnsanlar, hiçbir şeyden, keder duymaksızın ayrılmazlar; kendilerini en çok mutsuz eden yerleri, şeyleri, insanları bile acı çekmeksizin bırakmazlar” sözlerini alıntılamışken yazar, evlatlarının kemiklerinden nasıl ayrılacak bu benliği yaralı ülkenin anaları. “Hikâye yoksa kişi de yoktur. İnsan kendi hayat-hikâyesi olan, bu hikâyeye sahip olan ve bu hikâyeyi anlatabilen bir şeydir” ancak bu toprakların tüm hikayeleri hep kan doludur. Kanlıdır. Bu ülke öyle bir ülke ki benliği yaralıdır. Benliği ondan çalınmıştır. Benliğine yapılmadık işkenceler, vurmalar, kırmalar, el atmalar, tecavüzler kalmamıştır. Bir benliğin başına ne kadar felakat gelecekse getirilmiştir. Öyle bu benliği yaralı ülkenin içerisinde ya da üstünde yaşayan insanların dilleri de yasaklıdır. Yasaklı olan dil varsa hikaye nasıl anlatılacaktır? “Herkes kendini en iyi kendi tarzında ifade eder” ama bu kendini en iyi ifade etme tarzı kuyularda son buluyorsa o zaman dönüp dolaşıp bir şeyler yapmalıdır herhalde.
Uzun yıllar önce meçhul asker diye bir şiir okumuştum. Şöyleydi:
“Meçhul asker
Bir heyet gidince başka bir yere
Çelenk koyar meçhul askerin anıtına
Yarın şayet
Ülkeme gelir de öyle bir heyet
Sorarsa bana
“nerde meçhul asker anıtı” diye
“beyim” derim
“beyim”,
Kıyısında her arkın
Sekisinde her caminin
Kapısı önünde
Her evin
Her kilisenin
Her mağaranın
Kayalarında her dağın
Ve ağaçlarının üzerinde her bahçenin
Kürdistan’da
Gökyüzünün altında her yerde
Her karış toprak üzerinde
Çekinme!
Eğip başını hafifçe
Koyuver çelengini.”
İşte “benliği yaralı ülke” gerçeklik buyken evlatlarının kemiklerine bulmak için dağ taş arayan ve bir parça evlat kemiği bulduğunda buna sevinen ananın, anaların acılarını dindirmek için bile olsa inadına özgürlük kavgası her yerde, her ortamda, tüm zamanlarda, insanlık kuyulara atılmaktan kurtarılana kadar devam edecektir.
K. Nuda
- Ayrıntılar
Malum Erzurum’da emniyet mensuplarının da hazır bulunduğu bir ortamda-hem de çok kalabalık-"Emniyette suçluların kanını alıp gen haritası çıkarsınlar. Çocuk doğduktan sonra analizi yapılsın. Vatana, millete, bu ülkeye zararlıysa yürümeden yok edilsin" sözlerini bir öğretmen hem de müdür sarf etti.
Bu sözler yıllar önce Türk ülkücü ve ırkçıların “her türkün kafa ölçüsü alınsın” sözlerine çok yabancı değil.
Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt da, Türk olmayanların nasıl bir muameleye tâbi tutulacağını sakınmadan dile getirenler arasındaydı: “Türk bu ülkenin yegâne efendisi, yegâne sahibidir. Saf Türk soyundan olmayanların bu memlekette tek hakları vardır. Türklere hizmetçi olma hakkı, köle olma hakkı.”
“Kadında olsalar, çocukta olsalar bedelini ödeyecekler” sözlerine de bu söylenen yabancı değildir.
Hele hele “ya sev ya terk et” sözlerine hiç mi hiç yabancı değil.
Erdoğan İstanbul gençliği için yaptığı canlı konuşmada ise: ““Dilinin, dininin, kininin davasına sahip çıkan bir gençlik” istediğini herkesin gözünün içine bakarak söyledi.
Kürtler dillerine sahip çıkmak istiyor. Öyle hem de başkasına kin güderek sahip çıkmanın çok ötesinde, kendi dilinin kendisine ait ve kendi benliğinin bir parçası olduğundan bunu yapıyor. Dediğimiz gibi başkalarını aleyhine, başkalarını öteleyen, yasaklayan, küçümseyen, horlayan, “Kürtçe medeni bir dil midir” deyip alay eden bir yaklaşım içerisinde bulunmadan, sadece ve sadece kendisine ait olanı isteyen, bunun için de çalışan, mücadele ederek varlığını koruyarak özgürlüğünü savunmaya çalışıyor Kürtler.
Kürtlerin bu mücadelesi bu topraklarda başka halklara da ilham verdiğini her gün görüyoruz. Bugün Lazlar kendi kimliklerine daha fazla sarılmış durumdalar. Çerkezlerde bir bilinçlenme alenen görülüyor. Daha dün tüm hakaretlere maruz kalan Romenler bugün meclislerde karşılanıyorlar. “Mum söndüren aleviler” din kardeşleri oluyorlar. Araplar, felahlar ve nice başka azınlık ya da halklar değer görüyorlar. Başka inançlara saygılı yaklaşılıyor. Özü gerçekten böyle midir o tartışılabilir. Ancak bir gerçek vardır ki o da halklar yani bu toprakların insanları artık “Kendini kendi tarzında anlatma hakkı” istiyorlar. Ve bunun için meydanlara çıkıyorlar. Karadeniz’in en kuytu köşelerinde yetmişlik analar iş makinelerinin önüne çıkarak HES’leri protesto ediyorlar, ölmek üzere olan dilleri için Çerkezler çalıştaylar hazırlıyorlar.
“Ancak, iki çocuğum da kreşe başladıktan sonra benimle tek kelime Kürtçe konuşmuyorlar. Ben Kürtçe soruyorum onlar Türkçe yanıt veriyor. Türkçe soruyorlar, ben Kürtçe yanıtlıyorum. Açıkça söylüyorum bu zulümdür. Yarın okula başlayıp, ‘Türk’üm, doğruyum, çalışkanım’ diyecekler. 20 yılımı bu davaya vereceğim ve çocuğuma kendi dilimi veremiyorum” diyerek isyan edenlerin sayıları her geçen gün çoğalıyor. Ve çoğalmaya da devam edeceklerdir.
Tekrar başa dönersek: "Emniyette suçluların kanını alıp gen haritası çıkarsınlar. Çocuk doğduktan sonra analizi yapılsın. Vatana, millete, bu ülkeye zararlıysa yürümeden yok edilsin" “suçluların kanını alıp gen haritası çıkarsınlar” sözleri öyle boş sözler değildir. Bir yandan halkların gelişen isyanı ve hak talepleri, diğer yandan “ya sev ya terk et”, tehditlerin yanı sıra “Dilinin, dininin, kininin davasına sahip çıkan bir gençlik” diyerek halklara karşı soykırım tehdidi savruluyor. Dediğimiz gibi sanılmasın ki Erzurum’da söylenen ve sarf edilen sözler nesebi gayrisahih olanlardan ayrıdır. Tersine nesebi gayrisahihlerin ortak noktası ırkçılıktır. Söz düzeyinde ümmet denilse de özleri şovenizmdir, milliyetçiliktir, faşizmdir hem de Yeşil Türkçü Faşizmdir. Bundandır ki “zararlı genler” üzerine sözde muhafazakar ve Akepeli olan zat konuştuğunda tüm salonda gülüşmeler yükseliyor. O sesli gülüşler geleceğin projesini sunan zihniyete olan destekten başka bir şey olmadığını herkes bilerek mücadeleye atılmalıdır.
Özcesi Yeşil Türkçü Faşizme karşı Türkiye’nin tüm renkleri bir araya gelirlerse, gelebilirlerse “Dilinin, dininin, kininin” faşizmine karşı bir direnç ve karşı duruş gösterebilirler.
Engin Sincer
- Ayrıntılar
28 Şubat 1997 hükümet darbesinin onbeşinci yıldönümü yaşanıyor. Buna “Postmodern darbe” de deniyor. “Son darbe” diye programlar yapılıyor. Gerçi TC siyasetinin her anı, her günü bir darbedir. Türkiye’de siyaset toplumu sürekli şoke eden darbeler biçiminde yapılıyor. Fakat yine de 28 Şubat’ın siyasal tarihte özel bir yeri var. Son onbeş yılın siyasal olaylarına ve AKP gerçeğine bu temelde bakmak önem taşıyor.
28 Şubat darbesi, kendinden önceki askeri darbelere göre biraz örtülü bir darbe olma özelliği taşıyor. 27 Mayıs ve 12 Eylül askeri darbeleri aleni bir askeri harekat biçimindeydi. 12 Mart darbesi tam böyle olmasa da, onda da hükümete yöneltilen ve istifaya zorlayan açık bir “Muhtıra” vardı. 28 Şubat’ın hükümeti istifaya zorlayan muhtırası biraz daha örtülü bir biçimde ve kapalı kapılar ardında oldu.
Tabi buna benzeyen bir de 27 Nisan 2007 “Postmodern muhtırası” var. O da Genelkurmay Başkanlığınca hükümete yönelik yapılan açık bir baskı ve tehditti. Fakat bu muhtıra hükümeti istifaya götürmedi. Tersine Genelkurmay Başkanı ile Başbakan arasında yapılan “Dolmabahçe görüşmesi”ne götürdü. Hükümeti istifaya değil de muhtıra veren kurumla uzlaşmaya götürdüğü için 27 Nisan’a darbe denmiyor.
Hükümete yönelik bir askeri hareketin darbe olup olmaması, hükümeti devirip devirmemesine bağlanıyor. Hükümeti devirmişse darbe olurken, devirememiş veya uzlaşmışsa ona “Darbe girişimi” deniyor. “Son darbe” 28 Şubat’tan bu yana geçen onbeş yıl içinde ordu içerisinde çok sayıda darbe girişiminin olduğu anlaşılıyor. Bugün bunların bir kısmı “Balyoz darbe girişimi”, “Ayışığı darbe girişimi” ve benzeri adlar altında yargılanmaya çalışılıyor. Ortada çok sayıda darbe artığı var.
Darbelere ilişkin genel kural burada da işliyor. Başarılı olanlar vezir olurken, başaramayanlar kelimenin tam anlamıyla rezil oluyorlar. Bu garip rezalet, bir zamanlar forslarından geçilemeyen koca koca generallerin, Genelkurmay Başkanı ve Kuvvet Komutanlarının cezaevi arabalarında gözüken asık suratlarında okunuyor. 1989’da Moskova’da Kızıl Ordu generalleri bir darbe yapmayı bile başaramayınca, Kenan Evren “Bizden öğrensinler” demişti. Kenan Evren’in ardıllarının da Moskova’dakilerden pek farklarının olmadığı açığa çıkıyor.
28 Şubat’tan bu yana geçen onbeş yıl içinde varolan darbe artığı kuşkusuz sadece bunlar değildir. Daha açığa çıkmamış çok sayıda darbe girişimi olabileceği gibi, bir de 28 Şubat’ın bizzat yarattıkları var. AKP’den söz ettiğimizi herhalde okuyan herkes anlıyordur.
28 Şubat darbesinin Necmettin Erbakan başkanlığındaki hükümete ve partiye karşı yapıldığı biliniyor. Darbe ile Necmettin Erbakan hükümeti istifaya mecbur bırakıldığı gibi, partisi de kapatılmıştır. Ardından Erbakan’a getirilen siyaset yasağı ve yargılamalar Necmettin Erbakan kişiliğini bitirmiştir. Erbakan, kendinden önceki Menderes veya Özal gibi fiziki olarak öldürülmemiştir, ama daha beter edilerek siyaseten öldürülmüştür.
Bu temelde Necmettin Erbakan’ın nasıl süründürüldüğü, rezil rüsva edilmeye çalışıldığı bilinmektedir. Erbakan’ın kahır içinde öldüğü herkesçe ifade edilmektedir. Nitekim bu nedenledir ki cenazede devlet töreni istememiş, başbakanlığını yaptığı devlete küs olarak gitmiştir. Bunu Erbakan adına bir tür ilkeli davranış ve tutarlılık olarak ele almak mümkündür.
Erbakan çizgisi işte böylesi bir darbeci saldırı ile tasfiye edilmek istenmiştir. 28 Şubat darbesi, esas olarak Erbakan çizgisine karşı geliştirilen bir darbe olmaktadır. Necmettin Erbakan’ın “Millici siyasal İslam çizgisi” hedeflenmiştir. Bazı çevreler buna Avrupa ve Almanya yanlısı İslamî siyasal çizgi de demektedir. Ve bu çizgiye karşı gelişen 28 Şubat darbesi esas itibariyle başarılı olmuştur. Erbakan’ın yaşadıkları ve partisinin içinde bulunduğu durum bunu göstermektedir.
İşte burada şu soru gündeme gelmektedir: Peki AKP nedir veya kimdir? Mademki 28 Şubat darbesi ile Necmettin Erbakan’ın İslamî siyasal çizgisi tasfiye edilmiştir, o halde AKP ortalıkta ne aramaktadır? Bir zamanlar Erbakan’ın yanında, sağında ve solunda bulunanlar, Erbakan’ın darbe ile tasfiye edildiği bir süreçte nasıl böyle bir iktidar gücü haline gelmişlerdir?
AKP gerçeğini doğru tanımak açısından bu soruları sormak ve cevaplamak önemlidir. Demekki AKP de bir darbe artığıdır. 28 Şubat darbesiyle Erbakan’ın millici İslamî çizgisi tasfiye edilirken, bu tasfiyenin bir aracı olarak 28 Şubat darbecileri tarafından Tayyip Erdoğan’ın AKP’si ortaya çıkartılmıştır. İslamî siyasi çizginin millici ya da Avrupacı yanı tasfiye edilerek, ABD’ci ve işbirlikçi olanı iktidara getirilmiştir. Bu da 28 Şubat darbesinin karakterini ve kimler tarafından yapıldığını ortaya koymaktadır.
Şimdi 28 Şubat darbesi üzerine konuşan veya yazanlar, nedense çoğunlukla bu gerçeği hep görmezden gelmektedir. Çok yüzeysel ve saptırmacı bir “darbe karşıtlığı” edebiyatı yapılmaktadır. Dahası yüzde yüz 28 Şubat darbesi imalatı olan AKP, askeri darbelere karşıt bir güç olarak gösterilmektedir. Böylece Türkiye toplumunun bilinci çarpıtılmaya, tarihsel bellek bozulmaya ve AKP gerçeği gizlenip farklı biçimlerde gösterilmeye çalışılmaktadır.
Bu durum düzeltilmeden, AKP’nin maskesi düşürülüp gerçek yüzü topluma gösterilmeden Türkiye siyaseti düzelmez ve yerli yerine oturmaz. AKP gibi darbe artığı bir güçten siyaseti normalleştirmesi ve demokratikleştirmesi beklenemez. Demirel’in deyimiyle, bu eşyanın tabiatına aykırıdır. AKP yapsa yapsa ancak iktidarını koruyacak demagoji ve değişiklikler yapabilir. Nitekim günlük olarak yaptığı da budur.
Diğer yandan, ordu içindeki bazı darbe girişimlerinin yargılanma durumuna bakarak, bazıları AKP’nin “Darbe karşıtı” olduğunu sanmaktadır. Bu da ciddi bir yanılgıdır. Bir kere, o yargılamaları yaptıranlar AKP değil, AKP’nin de gerisinde olan Türkiye’yi gerçekten yönetenlerdir. Yoksa AKP’nin ne haddine generalleri yargılayabilsin! İkincisi, AKP darbelere değil, kendi iktidarını tehdit eden girişimlere karşıdır. Nitekim kendine yönelen “Suçları” açığa çıkartırken, örneğin Kürt halkına yöneltilmiş katliamları görmezden gelmektedir.
28 Şubat darbesinin önemli bir yönü de, Erbakan hükümetinin Kürt sorununu çözmek için başlattığı arayıştır. Darbeci güçler bundan büyük korku duymuşlardır. Bir yerde Kürt sorununun çözümünü engellemek için darbeyi yapmışlardır. Özal’ın da Kürt sorununun çözümü ile uğraşırken öldürüldüğü bilinmektedir. Tuhaf ama, Adnan Menderes’e de idamından önce “Türkiye’nin en önemli sorunu nedir?” diye sorulduğu ve “Kürt sorunu” cevabının alındığı belirtilmektedir. Sanki sınav yapar gibi bir şey!
Bütün bunlar darbelerle Kürt sorunu arasındaki ilişkiyi göstermektedir. Bunlara bakarak Tayyip Erdoğan’ın Kürt sorununa neden bu kadar korkak ve temkinli yaklaştığını anlamak mümkündür. Zaten bir darbe artığının Kürt sorununu çözmesi ve çözebilmesi mümkün de değildir.
Selahattin ERDEM
Özgür Politika
- Ayrıntılar
Kürdistan halkı Önder Apo’nun uluslar arası komployu tüm Kürdistan parçalarında ve yurtdışında büyük bir ulusal birlik ruhuyla karşılamış ve lanetlemiştir. Özellikle Kuzey Kürdistan ve Türk metropollerinde yaşayan halkımızın bu yıl uluslar arası komployu geçmiş yılları aşan bir yaygınlık ve yoğunlukta kepenk kapatması ve kırk ayrı noktada sömürgeci-soykırımcı AKP polisleriyle çatışması önemliydi. Daha yaygın, daha yoğun ve daha bilinçli, örgütlü ve öfkeli bir lanetlemenin Kuzey Kürdistan’da yaşanması şu açıdan çok önemliydi.
Çünkü Türk sömürgeci hükümetinin içişleri bakanı, yaptıkları siyasi-soykırım operasyonlarına dayanarak, ciddi bir eylemliliğin gelişemeyeceği beklentisindeydi. Bu operasyonları tertipleyen yeşil faşizm hükümetinin başbakanı, bakanları ve psikolojik savaş uzmanları, yeşil ergenekon “öyle bir yapacağız ki, açıklama dahi yapacak kimse kalmasın” hesabı içindeydi.
Öncelikle Önder Apo üzerinde tecritin ağırlaştırılması, kimse ile görüştürülmemesi, “başı gövdeden ayırma” zihniyetinin bir ifadesi olarak ortaya konulan bir plandı. Buna göre ne Özgürlük hareketi ne de halk karar alıp, harekete geçebilecekti. Harekete geçme potansiyeli olanları da rehin almak gerekti.
ABD, NATO, Gladyo Kürtlerin sesi olan Roj TV’nin uydu üzerinden yaptığı yayınını durdurmak için elinden geleni yaptı! Serbest Pazar vb. lerinin ne kadar sahte, yalan olduğu, Kürtler ve Özgürlük mücadelesi sözkonusu olduğunda her şeyin nasıl ayaklar altına alındığı da ortaya çıktı. Tüm bu yönelimler aslında uluslar arası komplonun yıldönümünde Kürt ulusunun ve dostlarının katılımını engellemeye yönelik çabalardı.
Özellikle son günlerde hemen hemen hergün yüzlerce yurtsever Kürdün, dostlarının, en son sendikacıların toplama kamlarında esaret altına alınması tümüyle böyle bir hedefi gerçekleştirmek amaçlıydı. Zaten İstanbul emniyet amiri de, adeta zafer ilanında bulunmuştu! Dolayısıyla Cevdet Aşkın gibi bazı köşe yazarları, 15 günü için hem sömürgeci-soykırımcı Türk devleti için, hem de Kürdistan özgürlük hareketi için bir “test” günü olarak nitelendirmişti.
Yani Kürdistan halkı sömürgeci soykırımcı siyasi-askeri operasyonlar ve katliamlarla sindirilmiş mi, sindirilmemiş mi? Kürdistan halkı eskisi kadar Önder Apo’ya sahip çıkmayı sürdürecek mi, sürdürmeyecek mi? Böyle bir test! Evet test yapıldı!
Yönelim, saldırı elbette sadece sömürgeci Türk devletiyle sınırlı değildi. Önder Apo’ya karşı uluslar arası komployu gerçekleştiren güçler, bu kez Roj TV üzerinden saldırılarını yürütmekteydiler.
Evet Kürdistanlılar ve dostları için bir kara gün olan 15 Şubat geldi ve geçti. Bilanço, göstergeler neyi göstermektedir? Türk medyası, yani sahibinin sesi medya öylesine köpeksileşti ki! Adeta Kürdistan’daki uluslar arası komployu protesto eden eylemlilikleri vermedi, görmezden geldi. Hem yandaş medya kesimi, hem de sözümona muhalif kesim! Kürdistan Özgürlük hareketi sözkonusu olduğunda hepsinin nasıl ortak tavır aldıklarını bir kez daha görmüş olduk. Tabi bu Kürdistan halkı ve Özgürlük hareketi için çokta yeni bir şey değil. Medya görmemişse, “yoktur” varsa da, “azdır”. Sahte İnönü zaferi gibi sanal zaferleri daha internet, yani sanal alem daha yok iken yaratan ecdadın, damarlarında asil Türk kanı dolaşan acar evlatları hazır Sanal imkanlara kavuşmuşken ne sanal zaferler yaratmazlar ki?
Sürece damgasını vuran eylemlilik yüzlerce kilometreyi Avrupa’nın dondurucu kışına ve rejimlerine rağmen başarıyla başlatılıp sonuçlandırılan eylemlilik oldu. Tüm kürdistan’ı temsil eden insanlardan oluşan bir topluluk Avrupa rejimlerine ve dondurucu soğuğuna rağmen Strazburga ulaşmayı başardı.
Güneybatı Kürdistan halkı yediden yetmişe hemen hemen hepsi uluslar arası komployu protesto etme eylemliliklerine katıldı. Kitlesellik adeta zirve yaptı. Güney Kürdistan’da da, Güney Kürdistan’da ise, gençlik yürüyüşü başta olmak geçmiş yılları aşan düzeyde önemli bir kitlesellik düzeyi yakalanmıştır. Özellikle Türk sömürgeciliğinin askeri ve istihbarat kurumlarına karşı gerçekleştirilen imza kampanyalarında ulaşılan düzeyin kendisi zaten uluslar arası komploya ve türk sömürgeciliğine vurulmuş bir tokat niteliğindedir. Yine önemli bir medya kesiminde uluslar arası komplo önemli düzeyde tartışıldı.
Kuzey Kürdistan’da adeta hayat tamamıyla durduruldu. Bu yıl hafta arası olması nedeniyle okullar da büyük bir katılımla boykot edildi. Hemen hemen tüm zindanlardaki PKK,PAJK ve KCK tutsakları ve bir çok il-ilçede halkımız açlık grevleri gerçekleştirildi. Bu eylemlilikler halen de sürdürülmektedir. Tüm bu eylemlilikler, AKP yeşil faşizminin, munafıkların Kürdistan halkının birliğini parçalamaya çalıştığı, Kürdistan halk Önderi Abdullah Öcalan ve Özgürlük hareketi hakkında psikolojik savaşın her türlü iftira, yalan yanlış bilgilerinin havada uçuştuğu bir dönemde gerçekleştirilmesi ortamında gerçekleştirildi.
Çünkü Kürdistan halkı artık “Edi Bese! An Azadi An Azadi!” deme noktasında bulunmaktadır. Türk sömürgeciliğine, AKP faşizmine öfkelidir. Başında Adil Gür’ün bulunduğu kamuoyu araştırma şirketinin yaptığı kamuoyu araştırmasında Kürtlerin nasıl bir ulusal bilinçlenme içinde olduklarını ve AKP’den kopuşu yaşadıklarını açık bir biçimde ortaya koymaktadır. 15 Şubat’ta ortaya çıkan tablo bu kamuoy araştırma verilerini fazlasıyla doğrular nitelikte olduğunu ortaya koymaktadır.
Kürtler ulusal bilinç, duyarlılık ve reflekslerini geliştirdikçe, Önderliklerine sahip çıktıkça sömürgeciler ve son sömürgeci sistemin temsilcisi AKP yeşil faşistleri adeta kudurmaktadırlarlar. Hem gerilla sahalarına ABD ve İsrail’den temin ettikleri teknolojilerle yoğun saldırılar yapmaktadırlar. Legal siyaseti sindirmek için de hergün siyasi soykırım operasyonları yapmaktadırlar. Kudursunlar kudurabilecekleri kadar! Kuduran kurtulmuş mu? Kudurganlığı bu kadar ilerlemiş bir kuduz vakası iyileştirilebilir mi?
AKP ve Fethullahçı çeteler kuduradursunlar, Kürdistan halkı başarıyla verdiği 15 şubat sınavını, 8 Mart ve Newroz’da daha güçlü bir biçimde ve sonuç alıcı tarzda vermeye kendisini hazırlamaktadır. Kürdistan halkı artık, kendi Önderliğini ölümüne sahiplenmekte, ülkesini, tarihini, kültürünü, dilini sahiplenmekte ve ulusal bir ruh, bilinç kazanmaktadır.
Kürdistan halkı artık, çekin kirli-kanlı ellerinizi Kürdistan’dan, işgalci ordu-polis katil sürüsünü çekin topraklarımızdan, zalim idari sisteminizi çekin topraklarımızdan, zenginliklerimizi, emeğimizi sömürdüğünüz yeter! Kendi özyönetimimle, kendi toprağımda özgürce demokratik yönetimimi kurmak ve böyle yaşamak istiyorum, demektedir. Türk sömürgeci sisteminin, Kürdistan’daki varlığına tahammülü kalmamıştır. Onun için Edi Bese, An Azadi An Azadi! Demektedir. Ne anayasa oyalamalarınız, açılım sahtekarlığınız ne de başka sahte yaklaşımlarınız artık Kürtleri, Kürt ulusunu aldatmaya yetmeyecektir!
Yıllar önce Amedli Aşık İhsani, O inançlı, öfkeli gür sesiyle! “ Taban Uyanıyor Taban/ Hele Bir Ayağa Kalksın/Durduramaz onu Baban! diyordu.
Aşık İhsani’nin ömrü tabanın uyanıp, ayağa kalkmasını görmeye vefa etmedi! Ama uyanıp, ayağa kalkan bir halkı kimsenin, hiçbir gücün durduramayacağını tam bir özgüvenle söylemişti.
Evet, taban uyandı ve ayağa kalktı! Varsın kudursunlar, saldırsınlar, dağları bombalasınlar, yurtseverleri toplama kamplarına dolduracakları kadar doldursunlar kadar! Ama neye yarar ki! Sonunuz biraz daha yakınlaşır!
Değil sadece babaları, soykırımcı, katliamcı yedi cedleri de mezarlarından kalksalar yine de durduramazlar! Şunu bilin sömürgeci Türk efendiler, yeşil faşizmin temsilcileri kudurun kudurabileceğiniz kadar, elinizden geleni ardınıza koymayın, Kürdistan halkı yaptığınız tüm katliamlarınızın, soykırım uygulamalarınızın hesabını soracaktır! Defolup gideceksiniz bu ülkeden! Er ya da geç, ama mutlaka!
İşte test’in sonuçları!
Herdem Serhıldan
- Ayrıntılar
Bugünlerde kıyılarda köşelerde Kürdistan gerillasına dönük laf söyleyenler çok oluyor. Israrla Kürdistan gerillasına dönük tartışma yürütmek istiyorlar. Kendilerince istatistikler oluşturuyorlar. Anketler yapıyorlar. Sözde bilimsel verilere dayanarak bunu yaptıklarını da unutmadan ekliyorlar. Nede olsa ‘bilimsel araştırma’ denildi mi doğru yapılmış ve doğru söylenmiş oluyor.
Kürdistan gerillasına ne kadar da ‘geri, cahil ve çocuk’ yaşta insanlar meğerse katılıyormuş? Meğer ne kadar da kandırılan çok kişi varmış?
Evet, son zamanlarda Türkiye cephesinde komple bir saldırı konsepti devreye konulmuştur. Dediğimiz gibi her cepheden ‘bilim adamı’ bularak bunu yapıyorlar. Kürtlerin içerisinde çıkarttıkları işbirlikçileri de böyle aktif bir psikolojik saldırı -biz buna daha etkin olan taarruz kelimesini kullanalım -kullanarak yapıyorlar. Ve her cephe kendi görevinin bilinciyle bu taarruza katılıyor. Basıncısı basın ayağıyla, tarihçisi tarih ayağıyla, işbirlikçisi iftira ve karalama ayağıyla, aydını aydın ayağıyla, bilimcisi bilim ayağıyla ve tabii özenle yetiştirme olan devşirme politikalarıyla ise devşirilmiş politikacılarla bunu yapıyorlar. Ortak noktası gerillaya karşı yapılan saldırıdır.
En son hızını alamayan psikolojik taarruz merkezi ve elemanları gerillaya dönük istatistikler yapmaya bile başladılar. Ne diyelim, kazanız mübarek mi olsun diyelim…
Bir kaç yıl önce bir yoldaşımız gerillaya dönük bir kaç makale kaleme almıştı. O makalelerinin birinde şöyle demekteydi:
“Biz yüreğimizin çılgın akışını dur durak demeden takip ederken ne ister bu egemen ve emperyal güçler diye hep kendimize sorarız. Neden bu kadar bizi hedeflerler, ne isterler bizden? Bizim gibi yumuşak huylu, nezaket dolu, insan sevdalısı, tüm inançlara saygılı, cinslere-özelde ezilene-hürmetli, büyüğe büyük diyen, küçüğe ise bağrını açan ve hiçbir çıkar gözetmeden gerektiğini insanın en değerli olan varlığını ortaya koyan kelle koltukta insanlara ne diye bu kadar saldırırlar? Tuhaf, bize öyle saldıranlar var ki ne isimlerini duymuşuz, ne onlara bir şeyler yapmışız, ne de yollarına barikat kurmuşuz.
Gerilla bir duruştur. Özgürlük duruşu; boyun eğmez, kötüyle uzlaşmaz, kellede gitse doğrulardan geri atmayan duruştur. Kadir Usta’nın deyimiyle “Herkesin sevgisini kazanmak istiyorsan, kendi doğanda kal, herkes seni aldığın gibi görsün, seni sevenler zaten böyle severler seni” misali gerilla içiyle dışı bir olan kişilik demektir. Bu duruş potansiyel olarak yalan dolanlı bir dünya da tehlike demektir…
…Gerillaya katılan her birey-ister bilinçli ister bilinçsizce olsun-katılma gerekçeleri vardır. Katılan bireylerin ortak noktaları kapitalist sistem etkilerini her gün yaşayarak horlanmalarıdır. Sorun okumuş ya da okumamış olmanın çok uzağında bir gerçekliktir. Sorun fakir ya da zengin olmanın da ötesinde bir durumdur. Türk Kürt olmak, alevi suni olmada esas değildir. Dediğimiz gibi gerillaya gelen her bir bireyin geldiği ortama karşı bir duruşu vardır. Çok bilinçlice tercih edenden bilinçlice olmadan dağları tercih edene kadar bir geniş yelpaze elbette vardır. Ancak ortak nokta her gelenin bir kimlik kazanma istemidir. Sınıflı toplum bireyleri hiçleştiriyor. Bireylere karşı saygıyı öldürüyor. Sevginin genelleşmesini engelliyor. Her şeyden daha önemlisi ise gelen her bireyin derin ruhsal dünyasında sisteme karşı müthiş bir öfke uyandırıyor. Var olan sistem mutlaka bir şekilde bireylere hakarette bulunmuştur, bireyleri küçültmüştür, bireylerin kendilerini olmasını engellemiştir. Birde belki de daha da önem kazanan bir husus, insanın derinliklerine nüfus etmiş insani özeliklerinin yaşam bulmaması durumunda bu özelikleri pratikleştirmek istenen mekânlara kayılması şaşılacak bir durum olmamalıdır herhalde. İşte bu arayışı olanlar ilk elden alternatif yerlere gözlerini dikeler. Her insanda mutlaka bir arayış vardır, lakin sistem çoğu kez birçok gencin arayışını başka yerlere kanalize ederek içini boşaltabiliyor. İçi boşaltılmamışları dağların doruklarına ulaştırdığınızda yada böyle olanlar kendilerini dağlara attıklarında orada çok şey değişi veriyor. Bir benlik süreci derinden başlıyor.
İşte gerillaya katılımlar biraz da kendi benliğini arama temelinde olmaktadır. Kendi benliğini genelin benliğiyle birleştirmek ve buluşturmak başlıca bir amaç ve ulaşılmak istenen hedeftir. Bu ise çok az askeri çalışmayla ilintili bir gerçekliktir. Gerillanın ağırlıklı zamanı silahla geçmemektedir. Gerillanın ağırlıklı zamanı kendini yapmayla geçmektedir. İnsanın kendisi olabilmesi için müthiş kendisine yüklenmesi gerekiyor. Öyle sanıldığı gibi dağa çıktın mı hemen gerilla olunmuyor. Gerillaya gelmek sadece ve sadece lele meselesidir. Bunun çok uzun bir lolosu vardır. Lolosunun ağırlıklı bölümü eğitimdir. Kişilik oluşturmadır. Zayıf düşmüş, yenilmiş, dumura uğratılmış, kirletilmiş, bitirilmiş, sistemin çarkları arasında ezilmiş, kendine güvensiz, kendini beğenmiş, gerçeklerden uzak, yapay, hayali bir kişiliği aşarak kendisine güvenerek kendi karakter hatlarını oluşturmaktır. Kendi ayakları üzerinde yürüyen, herkese kafa tutabilecek, özgüven dolu, korkulardan uzak, hatta kendi kaderini eline alacak bir coşku seliyle haykıran bir kişilik yaratımıdır.
İşte gerillanın temel çalışması budur. Bu ise tümden ideolojik bir çalışmadır. Bu tümden felsefik bir çalışmadır. Bu tümden politik bir çalışmadır. Tümden sosyal bir çalışmadır ve tabiatı gereği bir kültür çalışmasıdır. Sonuç itibariyle kişilik oluşturma işidir. Ha denilecek ki askerlik nereden kaldı? Evet, askeri çalışmayla ki biz buna gerilla çalışması diyelim birey bu yukarıda sıralananları gerçekleştirmek için kendisini savunuyor. Bu bağlamda kendini savunan mekanizma olmazsa bir günde yok edilmek için her şey yapılmak istenir. Unutmayalım ilk günden beri gerillaya katılanların kandırıldıkları söyleniyor. Yani demek isteniyor ki siz bu gençleri elimizde alarak sömürme imkânı bırakmadınız. Ve bize geri verin ki bunları koyunlar gibi sağalım. Yine unutmayalım Başkan Apo’ya en büyük suçlama gençlerin beyinlerini yıkaması olarak dile getiriliyor.
Evet, başkan Apo gençlerin beyinlerini yıkamıştır. Ve sadece beyinlerini değil, yüreklerini de, vicdanlarını da ve bir gencin neyi varsa her şeyini yıkamıştır. O kadar kirden kurtulmak isteniyorsa önce yıkanmak gerekir. İşte en büyük yıkamayı başkan Apo ideolojik doğrularla yaptı. Dağa çıkan her genci bir silahlı güç yapmadan önce ideolojik kimlik sahibi yapmaya çalıştı.”
Özcesi gerilla bir kendi olma mücadelesidir. Dik durarak insan olma onurunu taşıma kimliğidir. Ve böylesi bir güce ikiden bir kara çalmak olsa olsa gerillaların iradesini bilediği gibi çok daha fazla gerillaya katılmanın gerekçesi olur. Böyle olduğuna da dağlara akan Kürt gençlerinin her geçen gün artan sayısında görebilirsiniz. .
Hayri Engin
- Ayrıntılar
Bundan on üç yıl önce bütün dünyayı bir karabasana sürükleyecek olan, buz kesmiş vicdanların daha da katılaşmasının sonucu olarak lanetli bir gün yazıldı tarihe. İnsanlık tarihinde maalesef lanetli, adı ağza alınmak istenmeyen bir gün daha yaşanmıştı. Kana susamış, insanlıktan nasibini almamış, vicdandan merhametten yoksun, kıskanç efendilerin büyük bir komplosu sonucu yaşandı bu acı gün. Halkların, ezilenlerin, kadınların, çocukların sistemin sebep olduğu trajedisine yeni ve çok büyük bir trajedi eklemişti bu kara gün. Evet o gün 15 Şubat’tı. Şubat ayının ortasından bir sonraki gün. Bundan on dört yıl öncesine kadar da normal, sıradan, alelade, birçoğumuzun farkında bile olmadığımız, günlük hayatımızın kendi sınırlarında devam ettiği bir gündü 15 Şubat. Bildiğimiz 365 gün içerisinde bir gündü işte. Ama tarihler 1999 15 Şubatına geldiğinde sanki her şey değişmişti bizler için, Kürtler için. Öncesinden sıradan bir gün olan 15 Şubat artık bir daha hafızalarımızdan çıkmayacak derecede aklımıza kazınmıştı. Çünkü o gün lanetlenmişti, o gün hiç doğmamış gibiydi, her taraf kapkaraydı, siyahlara bürünmüştü her taraf. Yüreklerde öfke fırtınaları yaratan, intikam intikam diye bize yemin ettiren bir gündü. Güneşimizin, özgürlüğümüzün, onurumuzun, insanlığımızın bizden çalınmak istendiği bir gündü. Dirilen Kürt halkının, savaşan Kürt kadının paramparça edilip, özünden çıkartılmak istendiği gündü. Yüreklere kelepçe vurularak, bir sağırlar, dilsizler ordusunun yaratılmak istendiği gündü…
Bilge İnsana yapılan 15 Şubat 1999 komplosu ile bütün insanlık uçurumun eşiğine getirilmişti. Kürt halkı şahsında bütün Ortadoğu kana bulanmak isteniyordu. Zalimler, komplocular üşüşmüştü dağların ülkesine. O dağlar ülkesinin güzel kız ve oğullarına dünyayı dar etmeyi kafalarına koymuşlardı. Kana susamış vampirler gibi kıymak istiyorlardı canlara. Sanki dünyanın kaderi kendi ellerindeymiş yalanına inandırmışlardı kendilerini. Sanki kimse onları yenemezmiş gibi. Bütün bunlarla beraber özgürlük uğruna, bin yılların kölelik uykusundan uyanıp, gözlerini yaşama yeniden açan Kürt kadının yine kafesine kapatmak, kör kuyularda boğmak istiyorlardı. Önder APO şahsında Kürdün yüreğine, Kürt kadının yüreğine bir hançer saplamaya çalışıyorlardı.
Ama Önder APO bu hançerin ucunu ters yöne çevirdi, kendi zehirli hançerini düşmanın kalbinin ortasına sapladı. Özgürlük savaşını kat be kat yükseltti, dağların zirvelerinde daha güçlü özgürlük ateşleri yanmaya başladı. Direnen, savaşan Kürt özgürlüğe gün geçtikçe daha çok yakınlaşıyordu. Özellikle de Kürt kadını Kürdistan’ının masmavi semalarında özgürce kanat çırpışlarını tüm dünyaya gösterdi. Tüm dünya gördü bunu, anladı, kölelikten dirilen Kürt kadının ne kadar amansız bir özgürlük savaşçısı olduğunu, nasıl bir fedai militan olduğunu kabul etti. Komplocular, hainler, işbirlikçiler neye uğradıklarını şaşırmışlardı çünkü bu beklenmedik bir sonuçtu. Onlar bunu tahmin edememişlerdi. Her şeyin bittiğini sanmışlardı, kendilerin kandırmışlardı zavallılar. Bilmiyorlardı ki Önder APO’nun özgürlük sevdasını, halkının, gerillasının ona çelikleşmiş, ateşleşmiş bağlılığını. Bu gerçekliklerin nelere kadir geleceğini. Aslında bir kez daha insanlık onuru gün yüzüne çıkmış, beni ayaklar altına alıp çiğneyemezsiniz demişti. Bir tokat gibi inmişti komplocuların yüzlerine.
Komplo ile Kürt kadının, aslında bütün dünya kadınlarının umutları da, hayalleri de, aşkları da, gelecekleri de karartılmak istendi. Çünkü Kürt kadınına kendini tanıtan, onu karanlık kuytu köşelerden, unutulmaya yüz tutmuş insanlığından elini tutup çıkaran, ona bir insan olduğunu hatırlatan, değer veren, onu seven, bağrına basan, onunla yoldaş olan Reber APO’ydu. Onu gerilla yaparak ülkesinin yüce dağlarına çıkaran, düşmanına karşı savaşması için eline silah veren, düşünce gücünü geliştiren, sokaklarda, meclislerde irade olmasını sağlayan, bir fedai militan olup halkının gönlünde taht kurmasına yol açan O’ydu. O kadına kadın olduğu için değer verendi, kadını başının tacı yapandı. Bundan daha büyük, kutsal ne olabilirdi ki kadın için? Kadın nasıl sarılmazdı bu kadar güzelliğe dört elle, nasıl koşmazdı var gücüyle özgür yaşama? Kim yıkabilirdi bu dostluğu, kim girebilirdi Önderlik ile kadın arasına, kimin gücü yeterdi buna? İşte insanlık düşmanları korktular bu gerçekten, çünkü bu gerçek onları bitirecek gerçekti. Çünkü insanlığın doğduğu topraklarda, yeniden bir insanlık doğuşu gerçekleşiyordu. Çoraklaşmış Mezepotamya yeniden yaşam suyu ile can buluyordu.
Kara gün ile emellerine ulaşabileceklerini sandılar ama nafile, boşuna çabalardı bunlar, boğulup gideceklerdi onurlu insanların yaşadığı diyarlarda. Özgürlük savaşçısı olan Kürt kadınları onlara aman vermeyecekti. Çünkü yeminliydi bir kere, asla vazgeçmeyecekti bu savaştan. Nasıl vazgeçsindi, o kadar bedel vermişti. O kadar taze kanlar sulamıştı bu toprakları, o kadar gencecik fidanlar daha hayatının baharında düşmüşlerdi kara toprağın kucağına, kolay mıydı bunları unutmak? Bir kere özgürlüğün tadına varılmıştı. Toplumun yaratıcı tanrıçası, bilge kadını, kutsal annesi eski gücüne, özüne dönmeye karar vermişti. Bunun için her şeye hazırdı. Kararından bir adım geri atmayacaktı. Önder APO yarım kalmış projem dediği kadın özgürlük mücadelesini daha fazla geliştirdi her zaman. Bu konuda perspektifleri, değerlendirmeleri, eleştirileri ile her zaman kadına öncü oldu. Fiziki olarak kadının yanında olamasa da o ruhta, düşüncede, duyguda her zaman kadını hissetti, kadının zorlanmalarını anladı, mücadelesine değer kattı. Elbette ki kadın da yüreğinde aynı duyguları, kafasında aynı düşünceleri yaşadı. Belki yetersizdi, eksikti ama kendisi en iyi anlayanın, en çok hissedenin Önder APO olduğunu biliyordu. O yüzden önderine bağlı kalmaya, onun için savaşmaya ant içti. Elbette ki kadın yüreği yaralı, acılı, özlemle dolu çünkü önderi, yoldaşı, aşkı, yaşam sevinci hala dört duvar arasında, hala zalimlerin elinde. Bir insanın bir gün bile dayanamayacağı insanüstü koşullarda on üçüncü yılın geride bırakıyor. Büyük bir irade savaşı ile tanrısal yalnızlığın kutsallığında kendini tüm insanlığın ışığı, yol göstericisi yaptı. İnsan iradesinin, neler yapabileceğini, özgürleşmenin ne demek olduğunu Önder APO’dan başka kim gösterebildi? Dört duvar arasında nasıl bir yaşam yaratılacağını, bu yaşamın ne kadar güzel olduğunu, nasıl milyonların yüreklerine hitap ettiğini göstermedi mi bizlere? Kim artık bu gerçekleri inkar edebilir?
Yüreği körleşmiş, sağırlaşmış, dillerine kilit vurulmuş olanlar anlayamaz bunu tabi. Çünkü onlar kapitalist modernitenin demirden çarklarına, insan öğütme makinelerine çok bırakmışlar kendilerini. Hayattan umudu kalmayan, yaşamı sevmeyen, cam yürekli insanlar ancak böyle olabilir. Şimdi bunlar tecrit- izolasyonlarla, baskıyla Bilge İnsanı yenebileceklerini zannediyorlar. Onu susturabileceklerini zannediyorlar. Ama şunu biliyorlar mı acaba, O’nun sesi zaten milyonların yüreğinde atıyor. Milyonların beyninde yankılanıyor, oradan dudaklara ulaşıp özgürlük nidaları olarak yükseliyor dünyanın semalarına, bunu bütün dünya biliyor artık. Bu gün Kürt kadınları mücadelenin olduğu her yerde, dağlarda, şehirlerde, kıtalar arası özgürlük için savaşıyorlar. Fedaileşmenin, militanlaşmanın zirveleşmesinin yaşıyorlar. İşte bu Önder APO’nun zaferidir. Kürt halkının zaferidir, Kürt kadının, gençlerinin zaferidir.
Şimdi bunu bütün dünya görüyor, kabul ediyor ama bu sağırlar ve körler hala anlamamışlar. Kendi zavallılıklarında anlamak istemiyorlar. O yüzden baskı ve inkar ile Önderliğimize uygulanan tecrit politikaları ile sonuç alacaklarını zannederek aslında kendilerini kandırıyorlar. Bunu kendileri de biliyorlar ama gerçeği itiraf etmek zor derler. Ama onlar kendilerini kandırmaya devam etsinler. Kendi kendilerinin sonunu getirsinler. Önder APO, özgürlük güneşimiz her geçen gün Amed Surlarında halkıyla, Kürt kadınları ile Kürt çocukları ile buluşmaya daha çok yakınlaşıyor. Bunun en kısa zaman dilimi içerisinde gerçekleşmesi için Kürt kadınları Viyanların, Zilanların, Beritanların, Çiçeklerin, Berwarların yolunda ilerlemeye devam ediyor. Önder APO’nun özgürlüğü Kürt Kadının özgürlüğü bilinciyle her zamankinden daha fazla mücadeleye sarılıyor.
Sema Ronahi
- Ayrıntılar
Özgürlük dağlarına gelen insanlar bireysel hiç bir hesabı kitabı olmayan insanlardır. Dervişler için belirtilen “bir lokma bir hırka” felsefesine göre yaşamayı kendilerine esas alan insanlardır.
Dağlara ilk çıkarken her gelenin bu dağlara çıkış nedenleri farklı olabilir. Çıkış koşulları da farklı olabilir. Özgürlük mücadelesine bilinçli geleni vardır.
Yaşayarak, görerek, okuyarak, araştırarak ve birde vicdani olarak işgalcilerin bu kadar amansız saldırılarına karşı kendilerini sorumlu hissederek gelenler vardır.
Çok ciddi bir bilinçli katılımı olmasa da işgalcilerin uygulamalarını gören, bizatihi insanlık dışı dayatmalarını yaşayan, her türlü onursuzluğa karşı tepki duyarak gelip dağlarda gerillaya katılanlarda vardır.
Özgürlük mücadelesi geliştikçe Kürdistan’da olup biteni gören, bundan etkilenen, çevresinde özgürlük mücadelesine katılan, ya da şehit düşen, ya da gerillayı bizatihi bir şekilde görüpte gönül verenler de vardır.
Kürt olduğu için, Kürtlüğe yapılan onca hakarete karşı tepki duyarak, içine sindirmeyerek, ülkesini sevdiği ve halkını sevdiği için dağlarda bu hakaretlere karşı cevap vermek için dağlara gelenler de vardır.
Dağlara bireysel olarak toplumda olup bitenlere karşı rahatsızlık duymuş, bir şekilde yaşadığı bir ya da bazı durumlardan dolayı dağları kendisine sığınak olarak görüp gelen de vardır.
Ve tabii ki ilerici insanlık için ezilenlerin yanında bir sosyalist olarak mücadele etmek isteyipte gelenler de vardır.
Böyle dağlara yani gerillaya katılma biçimlerini daha da sıralamak mümkündür. Bu katılma biçimlerinin pozitif ve negatif yanları vardır. Dağlara gelipte ilk günden katılma biçiminden kaynaklı hemen adapte olupta en ileri düzeyde mücadele edeninden, katılma biçiminden dolayı -ki her yanlış ya da yanılgılı katılım zorlukları beraberinde getirmektedir-zorlananlar da vardır.
PKK başta Kürt halkı olmak üzere tüm insanlığın özgürlük, eşitlik, kardeşlik, adalet, paylaşım ve ortaklaşma sorunlarını gündemine alarak adımını atan bir harekettir. PKK bunu yaparken de çok ileri düzeyde insanlık için kendisini -en küçük hücresine kadar -yatırarak mücadeleyi esas alan bir harekettir. En belirgin özelliği bu bağlamda kendisini feda etmesidir. Bu bağlamda PKK’nin çok güçlü bir fedai ruha sahip olduğunu vicdanlı olan hiç kimse ret edemez.
Bir PKK’li kendi canını Kürt halkı ve tüm insanlık için Feda ederken karşılığında tek bir beklenti içerisine girmez ve girmemiştir. Gelecek aydın yarınlar için her PKK’li kendisini hesapsız feda eder. Öyle ki PKK’nin bu felsefesi Diyarbakır zindanlarında en ileri düzeyde direniş ve güçlü iradi duruş gösteren Mehmet Hayri Durmuş yoldaşımız şahadete doğru giderken bile “mezar taşıma borçlu” yazın demiştir. Enternasyonalizmin seçkin temsilcisi Kemal Pir ise 14 temmuz ölüm orucunda şahadete yaklaşırken; “yaşamı uğruna ölecek kadar seviyoruz” diyerek ölümün üstüne üstüne gelecek aydın yarınlar için gitmişlerdir.
Evet PKK’liler ve PKK kendisini böyle yaratmıştır. İlk günden başlayarak bugünlere kadar da bu ruh olduğu gibi canlı taptaze dimdik ayakta durmaktadır. Dağlara gelen her Kürdistanlı ya da enternasyonalist genç PKK’nin bu ruhuna katılarak gelmektedir.
Evet bir PKK’li böyle yaşadığı için, böyle bir yaşama katıldığı için kendisi için zırnık bir şey bile istememektedir. Öyle ki PKK’nin binlerce şehidinin bugün mezarı yoktur. Naaşının nerede olduğu bilinmemektedir. Şehit düşerken yoldaşları kaldırmış ve daha sonraları da o şehitleri saklayan yoldaşları da şehit düşence yerleri kayıp olmuştur.
Bunun yanında çatışmalarda kahramanca çarpışarak şehit düşerek naaşları işgalcilerin ellerine düşen binlerce yoldaşımızın naaşlarının nerede olduğu bilinmemektedir, bilmemekteyiz. Bugün toplu mezar gerçeği olarak karşımıza çıkan şahadetlerin büyük bir kısmı bu yoldaşlarımızdır. Navala Kasaba buna en iyi örnektir. Yine arazilerde bırakılarak param parça edilen yüzlerce belki de binlerce daha böyle gerilla naaşı…
Gerçekler bu kadar açık ve berrak olarak ortadayken kalkıp Kürdistan gerillasına, onun komutanlarına, onun yöneticilerine, onun önderliğine dil uzatmak tek kelimeyle bir ahlaksızlık ve saygısızlıktır.
Bu halk için, bu topraklar ve ülke için tek gram kan dökmeyen, kandan da öteye bir gram ter dökmeyen, kendi köşelerinde, yurt dışında ya da başka kıyılarda kuytularda gizlice, korkakça, hatta düşkünce sadece kendi bireysel yaşam arayışlarına girenler –ailelerini de bu suça ortak ederek-bugün hesapsız ve kitapsız dağlara gelipte kendi halkı için ilerici insanlık için canını veren bu militanlara ve bu militanların öncüleri olan önderine dil uzatmaları tek kelimeyle dediğimiz gibi büyük bir saygısızlıktır. Düşkünlüktür.
Yeniden söyleyecek olursak; bu dağlara geliş nedenleri ne olursa olsun, düzeyleri ne olursa olsun, nereli, nasıl, hangi halktan, hangi dinden ve mezhepten ve tabii ki hangi cinsten olursa olsunlar biraz PKK’nin ve PKK’li olmanın havasını teneffüs etmişlerse kesinlikle bu halk ve insanlık için beş metre bez bile istemeden canlarını dişlerine takarak feda etmesini bilmişlerdir. Öyle ki meçhul kalmayı göze alarak bunu yapmışlarıdır.
Evet az da olsa vicdanları kalmışsa bu gerçeğe karşı saygılı olmasını bilinmelidir. Bu gerçek karşısında saygılı olmasını bilmeyenler yarın gerçekleşecek özgür Kürdistan’da toplum içerisine çıkamayacaklarını bilerek saygısızlıklarını devam etsinler.
Kasım Engin
- Ayrıntılar
Beyaza bürünmüş bir gelin gibi Zağroslar. Ne zaman baksam bu geline, çiçeklenen baharı görüyorum hep. Kar beyazında bile ışıltılı çiçek bahçesi oluyor dağlar. Şubat, en beyaz halidir dağların. Ama Şubat’ta filizlenmeyi bekleyen tohumlar değil sadece kara gömülü olan, toprağa gömülü pimi çekilmiş bir atom gibi duruyor yüreği bütün dağlıların. Kavga zamanı Newrozlara girmeden önce, Şubat’ta çekiyorlar yüreklerinin pimlerini. Düşürülecek bir tepenin dibinde, pimi çekilmiş bombayı kendinden emin sımsıkı tutan usta birer savaşçı gibi bekliyorlar Newroz’a girmeyi, yürekleri avuçlarında.
Gözlerinde hüzünle kuşanmış bir öfke olarak duruyor Şubat’ın tam orta yeri. Bu Newroz’da bu öfke patlamasını susturacak tek ses, daha bir suskun şimdi. Suskunluk kıyamet öncesi sessizlik gibi duruyor dağlarda. Ne kadar boğulsa sesi onların, sessizliği anlamanın ustası oluyorlar bir o kadar. Ne kadar bir kefen gibi örtünse üzerleri soğuk beyazlarla, bir o kadar patlamaya ısınıyor yürekleri. Ustasılar sessizlikte kıyamet anını beklemenin. Çünkü dilsizlikte boğulmak isteniyor tek sesleri. Dili yasak bir ülkenin çocuklarıdır onlar. Dilsizliğin dilini en iyi onlar bilir. Dilsizliği bile çığlık yapmanın marifetindeler. Çünkü bütün dillerin ana kaynağı olan topraklarda konumlanıyorlar.
Bir kefen gibi örtünmüş Zağroslar. Toprağın altı cehennem bir bahar oysa. Nice kefen yırttı bu dağlar, bu güzel çocuklar. Kefenlerinden beslenmenin ustalığındalar. Böyle zamanlarında, yüreklerine hep Bir Anka Kuşu konuyor. En çok da Anka’nın kül beyazlığındaki yumurtası gibi duruyor şimdi Zağroslar. Ne kadar yansa o kadar dirilecek bu dağlar. Ve Newroz’a doğar bütün çocuklar bu topraklarda. Ateşten bir kıvılcım gibi uçuşacaklar o karartılmış diyârlara. Yangın çıkarma maharetinde Newroz ateşleri yakmaya gidecekler. Çünkü biliyorlar, ışımayan her yer zulüm cehennemidir bu topraklarda.
Ben de kendimi vurmuşum bu karlı dağ yollarına, soğuk bir Şubat ayazında. Geçmiş iyice misafirlik hallerim. Hangi gerilla kampına gitsem, hemencecik yerlisi olup yerleşiyorum oraya. Hüzne bulaşmış tebessümlerde karşılıyorlar beni. Bu, hızla yerleşmelerime takılıyorlar en çok. Sıcak bir çay, közde yakılmış bir ekmek ve yüreklerini koyuyorlar soframa. ‘Tam bir yerlisin sen’ diyorlar. ‘Neye ihtiyacın varsa, söyle hemen’ deyip kurulanmam için sobanın yanındaki taş oturağını gösteriyorlar bana. ‘Ev sahibisin nasıl olsa. Şütiğini aç, ıslak elbiselerini değiştir hemen’ deyip kuru elbiseler getiriyorlar bana. Değiştiriyorum hemen elbiselerimi. Kıtır kıtır ekmekten bir parça kırıp dişlerimin arasında, üzerine bir yudum gerilla çayı da içince, yüreğimden uçan bir kelebek gibi uçup gidiyor bütün bedensel yorgunluğum.
En çok tanışma faslını seviyorum bu yerleşme başlangıcı zamanlarımın. Tanıştırıyorlar yenileri. Bu falankes deyip gösteriyorlar bana en gençlerini. ‘Yeni misin?’ diyorum. Sadece bana gülümsüyor yenileri. İyice yenilenmiş ‘bir eski’ çıkıp, elini vuruyor omzuna genç olanın. Gülümsüyor o da. ‘Yeni de laf mı, son model, gıp gıcır. Doğru düğmesine bassan, saniyeye bin mermi sığdıracak sıfır bir kleş mübarek’ deyip gülümsüyor bana. Soru soran gözle baksam birine; adım Agit, adım Zilan, adım Armanc, adım Asmîn, adım Zekîye, adım Renas, adım Beritan, adım Delav, adım Sema, adım Loran, adım Viyan, adım Şurzan, adım Nuda…
Hemen başlıyorlar anlatmaya kendilerini. Tanıdıkları çok olanlara ha bire selam taşınıyor ya, kendilerine selam gönderecek biriyle tanışmanın sevincinde kimi zaman usulca, kimi zaman paldır küldür girişiyorlar sohbetlere. Keyifle dinlediğimi görünce kendilerini, şaşkınlığa uğruyor kulaklarım. Hangisini dinlemek için çevirsem yüzümü, hemen arkada konuşan kendini tanıştıran diğerinin sesi geliyor kulaklarıma. Bu taramalarda bütün mevzilerimi kaybedince hemen araya giriyor tecrübeli biri, ‘Yaw heval, hele bırakın bir nefes alsın, biraz dinlensin. Sonra merak etmeyin, nasıl olsa hepinizle ahbap çavuş olmanın bir yolunu bulur O. Ama dikkat edin, tam bir yerli bu adam. Yerleşti mi bir kere, vallahi sorularıyla allak bullak eder sizi. Sabahlara kadar bitmez bu yerlinin sohbetleri.’
Gülümsüyorum. Özellikle en gençlerine dikiyorum gözlerimi. Her birisi yurdumun bir parçası gibi duruyorlar karşımda. Son haberlerini getirmişlerdir yurdumun dört bir yanından. Soracağım onlara Horasan’ı, Kobanî’yi, Mersin’i, Hamburg’u, Paris’i, Erîwan’ı ve en çok da Gever’i. Çünkü Geverli en çok şimdi dağlar. Paramparça, darmadağınık sürgünlerdeki yurdum en çok sonbaharda akıyor dağlara. Ve hazırlanıyorlar yepyeni baharlara.
Yerliliğime dokundurunca hep eskileri, genç biri tutamayıp kendini, usta bir merakla, ‘heval Jêhat, sana niye yerli diyorlar?’ diye soruyor ısrarla. O sözü kullanmak istemediğimi, utangaç kesildiğimi görünce biri, genel ve esprili bir cevapla geçiştirmeye çalışıyorum ben de. ‘Bu dağlarda hep yerliyim de ondan’ diyorum. ‘Ha..Anladım’ diyor zekice gülümseyen genç biri. ‘Tabi ya, senin soyadın Bêrtî. Ee dağların en yerlileri değil mi Bêrtîler… Ondan… Yakışır hani’ diyor hemen ahbap çavuşluğa teşne bir tebessümle. Araya girip, ‘çok kuantumik bir tahmin ama tutmadı’ diyor eski biri. Biraz şaşırmış ama çaktırmamaya çalışıyor diğeri. ‘Olasılık çok kuantumda. Ben çıkarırım valla’ diyor. ‘Çok gidip geliyorsun dağlara, onun için değil mi? Ve seviyorsun dağları. Okumuştum yazılarını. ‘Yüreğim dağlı’ diyordun ya. E hep dağda oluyor o zaman, onun için yerli oluyor diğer adı’ Her şeyde olduğu gibi fırsatını bulunca kaçırmıyor espriyi diğeri. Ustaca elini koyup omzuna genç olanın, ‘Allah bilir, matematiğin zayıftı’ diyor. ‘Niye?’ diyor genç olanı biraz kızgın. ‘Heval, sen şehir mekteplerinin matematik olasılığında yapıyorsun hesaplarını. Sonuçları hep yanlış çıkar o şehirli hesapların bu dağlarda. O kadar ipucu verdim oysa, yine de anlamadın ’ diyor. ‘Ne ipucuymuş bu?’ diyor diğeri. ‘Verdim verdim de, sen anlamadın. Ne demiş gerillanın ataları ve anaları, anlayana sivrisinek saz, anlamayana Bisiving (B7) roketi az.’
Diğeri çaresiz teslim oluyor bu roketlik cevaba. ‘Yaw heval, çatlatmayın insanı, bir espri var bu işte, öğrenmesem hemen patlayacağım valla’ diyor zafer kazanmış gözlerle bakıyor diğeri. ‘E yerli. Çünkü bir Aborjin O’ diyor. Bir kahkaha patlıyor eskilerin dudaklarında. Genç olanı mahcup, ‘Tüh… Nasıl da unutmuşum.Okumuştum oysa bir yazısında’ diyerek geç kalmış mahcup kahkahasında.
Çoğu zaman en sevindiğim zamanlar oluyor bunlar. Hele bir de yazılarımı okuduklarını öğrenince, gururlanmadan edemiyorum. İşte asıl o zaman dağlarda olmanın keyfine daha bir varıyorum. Dağa yürüyen tek birisinin ayağının bastığı sudaki bir taş bile olmuşsa bütün yazdıklarım, yetiyor bu bana. Bunu, Şubat öfkesindeki dağların, her şeyi hüzne boğan gelinliklere gömülü gerilla kamplarında gördüğümde, daha bir hüzne kesiliyorum, daha bir pimi çekiliyor yüreğimin. Çünkü en çok dağlara yol olan, kırk yıllık dağ hayallerinde yaşayan o çocuk, dağlarından koparılmış, denizin ortasında, bir adadaki hücrede daha bir susturulmak isteniyor işkencelerde.
Şubat hüznünü dağıtmak için, yara yara yürüyorum dağlarda gömülü gerilla kamplarına. Dostlukta şen, Newroz hazırlığında öfkeli, Şubat hüznünde suskun kesiliyor dağlar. Bir suskunluk, ürkütücü bir suskunluk var bu Şubat’ta. Araya serpiştirilen dost sohbetleri, bahar hazırlığının heyecanları ve Newroz’larda akacak isyan sellerinin ve Newroz ateşlerinin umutlu ışıltıları olmasa, en çok Şubat’ta bir atom gibi parçalayacak gibi duruyor dağlar. Şubat’a dair hangisine sorsam düşüncelerini, cehennem çığlığında bir suskunlukla cevap veriyorlar.
Daha bir suskun bu Şubat dağlar. Dudakları daha bir kenetlenmiş öfkelerde. Dokunsan, cehennem fışkıracak gibi bakıyor gözleri. Daha bir sabırsızlıkla bekliyorlar bu baharı. Eylem öncesi sessizliğin kıyamet sessizliğinde daha bir ıssız dağlar. Onsuz kalınca, büs bütün susup ıssızlaşıyor dağlar. En gür sesi dağların susunca, daha bir büyüyor kıyamet sessizliği. Seslerini getireceğim size Şubat dağlarının. Ama kelimelere sığmıyor bu Şubat dağlar. Ve daha bir suskun, daha bir öfkeli, daha bir kenetli, sözden bıkmış dudaklar.
Son sözü hep yaşlılar söyler bu kadim topraklarda. Oysa, en çok da onlar suskunluktalar. Sanki bu Şubat bütün karlar onların saçlarına yağmış, sanki kar’a gömmüşler yüreklerini. Buz kadar suskunlar. Oysa biraz bilirim bu dağları, üşütmez onları hiçbir kar’ın soğukluğu, susturamaz hiçbir zulüm onların seslerini. Söze inanırlar en çok. Şimdi sessizce baharla sözleşiyorlar. Sözlerinin eridir onlar, komazlar sözlerini yerde. Ve en büyük sözlerini, en öfkeli sözlerini, en kıyamet sözlerini cehennem bir suskunlukta veriyorlar şimdi.
Gençler, suskunlukta acemi kalıyorlar bazen. Öfkeleri parçalayıp kenetli dudaklarını, bir kıvılcım gibi çıkıyor ağızlarından. Dağa gelmenin sevincini Şubat’ın öfkesine gömüyorlar. Dostluklarında şen olan bu çocuklar, Şubat’ta mahşer kuşanıyorlar. En çok da bir kelebek gibi bedenlerini ateşlerde meşale yapanlar, o güzel çocuklar, o ateş çocuklar, o güneş çocukları kuşanıyorlar yüreklerinin raxt’ında.
En çok Şubat’ta dağları dolaşmak zorluyor beni. Kar’ın kucağında tenimi üşütmüyor hiçbir soğuk. Yakmıyor hiçbir kar tenimin tek hücresini. Ama Şubat hüznündeki dağlıların suskunlukları cehennemlere çeviriyor yüreğimi. Oysa hasretimi gideremedim daha dağlarla. Şubat, kursağımda bir köz gibi dağlıyor bütün kelimelerimi. Şen çocukların gülüşlerini serpmesem üzerine, her şeyi ve her yeri tutuşturacak bu cehennem. Yakıcılığını bilirim ateşlerin.
Yabancısı ve korkak değil bedenim ama bir korku sarmış işte, yüreğimi. Bu Şubat’ta harlanan ateş, bu kadim toprakların en kadim kardeşliklerini bile yakacak gibi duruyor. Kızgınlıktaki çocuklar tanımazlar hiç kimseyi. Öfke tek çocuğudur zulmün. Kardeşi yoktur öfkenin. Öfkelerde cehennem olan yüreklerin, bütün kardeşlik köprülerini yıkmasından korkuyorum bu bahar. Çünkü katlanılmaz olmuş bazı kardeşlikler. Zulümde doğan bütün çocuklar, öfke dışında hiçbir kardeş tanımıyorlar yüreklerine.
Şubat’ta bir kıyamet demleniyor. Anaların gözyaşlarını döküyorlar bazıları bu ateşin üstüne. Söndüremez okyanuslar ötesinden gelen hiçbir tehdit okyanusu bu ateşi. Bir benzin gibi dökülecek anaların gözyaşları bu ateşe. Bütün okyanusları tutuşturup okyanus ötelerine uzanacak bu yangın. Tehditlere ve yalanlara, ‘görecekler’ kıvılcımlarında parçalanıyor genç dudaklar.
Bu ateşi söndürecek tek nefesin, uzadıkça uzayan suskunluğu korkutuyor en çok beni. Biliyorum, susarsa O nefes, hiçbir kelime tanımlayamayacak bu kıyameti. Mahşeri bile olmayacak bu kıyametin. Adalet terazisi kırılacak yüreklerin çünkü, en yanlış hallerinde yanlış tartıyor bu terazi. Sönecek bütün ışıklar bu Newroz’da. Şubat ateşleri yanacak Newroz meydanlarında. Ve dağlardan Şubat akacak her yere.
Herkese bahar olması beklenen bu bahar, Şubat yangınlarında demleniyor dağlarda. Yanlış tartan bütün terazileri yakacak bu yangın. Adaleti umursamıyor artık kimse. Sadece öfke ve intikam ateşleri demleniyor dağ yüreklerde. Çünkü adaletsiz buluyorlar en çok Şubat’ı. Bitmişse adalet, bitmiştir her şey.
Şubat’tayız. Ve Şubat’ta kırılmış adalet terazisi en çok. Baharın erdemi umurunda değil dağların. Newroz yangınının kıvılcımları çakıyor Şubat’ta demlenen dağ yüreklerde. Erdemini yitirmişse kardeşlikler ve kırılmışsa terazisi kardeşlik adaletinin, anlamı yok hiçbir erdemin. Hiçbir mahşer soramaz hesabını bu kıyametin. Adaletin öldüğü yerde biter bütün erdemler. O zaman adil olan tek şey girer devreye, ateş. Çünkü arındırıcıdır ateş. Temizleyicidir. Ateşe düşen bütün kirler pis bir duman olarak savrulur gökyüzüne. Demirden yürekler ise ateşte çelikleşir en çok. Dayanıksızdır kirler. Yok olur giderler ateşlerde. Kirletilmişse kardeşlik bile, onu da ateş temizler artık. En erdemini yitirmiş kardeşlik ise, adaletsizlikle kirlenmiş olandır. Kirlenmişse her şey, yangın açınılmazdır, ateş kutsaldır o zaman. Tek erdem ateştir o zaman. Bunu çok iyi bilir ateşin oğulları ve kızları. Oysa en çok adalet kirlenmiş bu zulüm zamanlarında. Bitmişse adalet, bitmiştir bütün erdemler. Çünkü ‘bütün erdemler adalette özetlenir…’
Jêhat Nûda Yayla
- Ayrıntılar
