Hiçbir zaman böyle bir karanlık içerisine girmemiştik ve ihanetin korkunçluğunu hissetmemiştik. Yaşam ve ölüm arasına hiçbir zaman bu denli bir ince çizgi çekilmedi. Hakikatin perdeleri böylesine bir karanlıkla hiçbir zaman örtülmedi.
Tarihin karanlık örtülerinde insanlığa vaat edilen neydi ki? Hiçliği, nesnelliği yaşamak mıydı? Tanrıların gölgesinde ölü gibi yaşamak mıydı? Efendilerin sadık hizmetçileri olmak mıydı? Tarih sadece bunları yaşamaktan mı ibaret olacaktı?
Güllerin dikenlerine kim dokundu ve hissetti? Sessizliğe kim ses oldu? Tarihin güzelliklerinde ihanet nasıl var oldu? İnsanlığın özgürlük kıvılcımlarında, umutlarında nasıl kendini yaydı? Ve anlam gücünü insanlıkta yeşerten insana ihanet nasıl bulaştı? Yüzyılların birikmiş ihaneti miydi gerçekleşen? Yoksa karanlık çağlara gömülmek miydi? Bilenmez ki, tarihte verilen bedellerin ihanete uğrayışlarını görürüz. İnsanlıkta hiç sönmeyen özgürlük kıvılcımlarının isyanla haykırdığı bir tarih var. İdam sehpalarına kadar götüren ihanetin acımasızlığını unutabilir miyiz? Hiç unutulur mu özgürlük peşinde koşan Demirci Kawalar, Şeyh Saitler, Seyit Rızalar… İhanetin ve zulmün zehri bu çağa akıtıldı. İhanet gün geçtikçe bir ur gibi büyüdü. Dünyayı sarıp sarmalayan bir karanlığa dönüştü, ama hakikati hiçbir zaman yok edemeyeceğini bilmiyordu.
Ve bir gün Amara’dan bir ışık belirdi. İnsanlığın özüyle buluşup dünyayı, evreni gizemiyle, ışınlarıyla aydınlatan bir güneş doğdu. İlk ağrıyla başlayan özgürlük adımı, bütün insanlık alemine umudu yaydı, zulüm karşısında direniş duygularını uyandırdı. Umut ve direniş savaşımında büyük bir cesaret gösterildi. Bu direnişin tohumları onurlu halkların doğan bütün çocuklarının yüreğine ekildi ve herkes tohumu filizlendirmek için hep yol aldı. Coğrafyamızın esmer tenli çocukları ışığa doğru umutla hep koştu. Hakikatin kendisi olan öz kaynağa doğru aktı. Işığın etrafında büyüyen, çoğalan umutlu ve inançlı topluluk karşısında egemenlikli sistem korktu. İnsanlıktan payını almayan egemenlikli sistemin gerçek yüzünü çözümleyenler, öfke ve nefreti büyüttü içlerinde. İhanet ve komplonun gerçekliği hiçbir zaman hazmedilmedi. Bu gerçekliğe karşı “Güneşimizi Karartamazsınız” şiarıyla cezaevinde yükselen kıvılcımlar ilk Halit Oral’la başlayıp 70 yaşındaki Hatice Falay’dan 12 yaşındaki küçük Zehra’ya, dağların Binevş’i, Rojbin’i, Felat’ı, Xelat’ı, Şaristan’ıyla alevlenen, Viyan’ın çığlığında meşale olan, en son Müslüm, Mustafa, Evrim’i içine alan bu ateş topu ihanetin çemberini yardı ve yaktı. Direniş çığlıklarında ihanet ve komplo gerçekliği boğuldu.
Bu büyük özgürlük yürüyüşünde ihanet bir gölge gibi güneşin peşini bırakmadı. Tarihte kazanacaklarını düşündükleri gibi tüm iğrençliğiyle bir dost gibi görünüp ama karanlık güçlerin el birliğiyle ön plana çıkan komplo gerçekliği Önderliğimizi tutsak aldı. Neredeyse bu komplonun başarılı olması için bütün dünya birleşti, ama yine de kazanamadılar. Çok iyi bilinir ki erdemli insanlar, yürek savaşçıları samimi, çıkarsız dostluğa, yoldaşlığa büyük değer verirler. İhanet de bunun farkındaydı. Tüm çirkinliğiyle zehrini akıtacak, burada da kendisini dostluk yüzüyle gösterecekti.
Dostluğun ihanetiyle birleşen yetersiz yoldaşlıktan dolayı İmralı gerçekliğini yaşamak zorunda kaldık. Cellatlar İmralı’da özgürlüğü nefessiz bırakmayı hayal ederken, kendi hayallerinin karanlığında kayboldular. Nefessiz ve çözümsüz kalanlar onlar oldu. Tüm oyun ve lanetli gerçekliğe rağmen Önderliğimiz kara çalıların hepsini yaktı, İmralı adasından dünyaya ışık olmaya devam etti, hem de ışık huzmelerini daha da arttırarak. İhanetin çemberini yediden yetmişe kadar tüm halkımız direnişiyle yaktı ve ortadan kaldırdı. İhanet gerçekliği karşısında kendimizi sorguladık, Önderliğimizi yalnızlaştırdığımız zamanların bedelini çok ağır ödedik. Şimdi ise onu özgürleştirmenin yeminini içtik. İmralı adasında inkarcı, asimilasyonist ve imhacı güçler kaybolup gidecektir. Güneşimiz Amed surlarındaki hayalini yaşayacak ve halkıyla, kadınlarla buluşacak. Varoluşumuzun tek gerekçesi olan Önderliğimizi bir daha asla yalnızlaştırmamaya yemin içtik ve onsuz bir yaşamın yaşanılmayacağını bilerek yaşıyoruz. Umudun inancın büyük irade buluşuyla, bu lanetli şubatı bir daha yaşamamak, yetersiz yoldaşlığı yeterli yoldaşlığa dönüştürmek için ihaneti söküp yaşanan acıları dindirebilir, yaraları sarabiliriz. Özgürlük davamızı hakikatin ışığında insanların beklediği özgür yaşama kavuşturabiliriz.
Jiyan Zeryan
- Ayrıntılar
Faşist devletin faşist ve dibe vuran medyası ulu orta, doğru yanlış, yalan dolan, asılsız birçok veriyi bir araya getirerek kendilerince haber yapıyorlar. Dünyanın hiçbir yerinde Yeşil Türki Faşist basın kadar olayları manipüle eden bir basın göremezsiniz. Bu kadar ahlaki olarak dibe vurmuş bir basın bulamazsınız. Eskilerde Hitler’in propagandacılarından çokça bahsedilirdi. Ancak Hitler’in Goebbels’i bu Yeşil Türki Faşist basının eline yalan, mesnetsiz, sahtekar, düzmece, manipüle haber ve ajitasyonda yaraşamazdı.
Çokça dile getirdiğimiz bir cümle vardır: ‘Bin yalan sadece bir doğru etse bile yalan söyle’ stratejisine göre çalışan bu sahtekar ve ahlaksız basın gün yüzü gibi çıplak olan olayları çarpıtmak için her şeyi ama her şeyi deniyorlar. Hani Nasreddin Hoca’mızın ‘ya tutarsa’ misali dönüp dolaşıp yalan söylüyorlar, yalanlarında ötesinde ahlaksızca, alçakça olayları ters yüz etmek için uğraştıkça uğraşıyorlar.
Yeşil Türki Faşist siyaset gibi Yeşil Türki Faşist basında kendilerini çok akılı, başkalarını da hafıza balıklı biliyorlar. Öyle ki yıllar önce alenen söylenmiş, belgelere geçmiş, herkesin okuduğu, bildiğini sanki yeni bir buluşmuş gibi piyasaya sürmeleri bir marifet biliyorlar. Dediğimiz gibi onlarca böyle resmi belgeyi, kayıt altına alınmış olayı, kamuoyuna mal olmuş bilgileri kerameti kendinden menkul kişiler gibi sanki gün yüzüne kendileri çıkarmış, yeni bir şey ifşa ederek, bu topluma, bu devlete hayırlı işler yapmış gibi bir havaya toplumu sokuyorlar.
En son olarak Kürtlerin asırlık çınarı olan Ape Musa’mıza el attılar. 1992 yılında alçakça devlet güçlerince katledilen Ape Musa’mızın Pkk’nin nasıl tehdit ettiğini çarşaf çarşaf basına vererek sözde PKK’yi karalayacaklar. Bunu yaparken de 1989 yılında Ape Musa’mıza o dönem yazılan bir mektubu işliyorlar. Ama bilmedikleri bir şey vardır ki o da bu söylenen yazıya ilk el koyan, bu yazıyı Ape Musa’mıza yazan o dönem Mardin alanında sorumlu arkadaşımızı soruşturmaya tabii tutan, uzun süre bu durumu araştırarak gerekli olan yaptırım neyse yapan bizatihi Başkan Apo’dur. O yıllarda Başkan Apo Ape Musa’ya yazılan bu notta haberdar olur olmaz bu olaya müdahale etmiş, Ape Musa’dan özür dilenmiş, bu yapılanın parti çizgimizle, partiyle bir ilişkisinin bulunmadığını söylemiş ardından da dediğimiz gibi o arkadaşı görevden alarak soruşturmaya tabii tutmuştur. Soruşturmaya alınan bu arkadaşımız halen yaşıyor. Halen PKK özgürlük hareketi içerisinde çalışmalarda bulunuyor. Gerekirse o da kendi cephesinde olup biteni anlatır.
Ama dediğimiz gibi bu olaya ilk müdahale eden ise Başkan Apo’dur, Botan eyaletimizdir. Çünkü Ape Musa gibi bir amcamıza partimizin herhangi bir yaptırımı ya da ters yaklaşımı olamaz. Görüşleri farklı da olsa ona kimse dokunamaz. ‘Ona kimse dokunamaz’ sözleri çınarlık Ape Musa’mız için önderliğimiz tarafından sarf edilen sözlerdir.
‘Oğlum hasan sen PKK'nin bir generaliysen bende Kürt halkının bir mareşaliyim’ cümlesi Ape Musa’nın kendi sözleridir. Şimdi tam tarihini hatırlamıyorum, Ape Musa bu başlık altında geniş bir yazı mıydı, mülakat mıydı vermişti. Yukarıdaki cümle ‘Yeğenim Hasan’da olabilir, çünkü bu yazıyı Ape Musa’ya yazan Ape Musa’nın bir yeğeni olan Hasan yazmıştı. Bunun üzerine Ape Musa’da çok sonraları böyle bir yazı kaleme almıştı. Yani ‘Oğlum Hasan sen PKK'nin bir generaliysen bende Kürt halkının bir mareşaliyim’ demişti. Ve doğru olan da zaten buydu. Ape Musa görüşleri farklı da olsa bir Kürt mareşaliydi. Ve bizim yüreğimizde o zaten hep öyleydi. O yıllarda da Ape Musa bizim mareşalimizdi. Ve sadece Ape Musa değil, onun gibi öyle onlarca çınar halen bizim mareşalimizdir. Biz ilkesel olarak Kürdistan özgürlük mücadelesine katkısını olan her insana saygı duyarız ve bunun içinde onlara karşı saygıdan kusur eylemiyiz. Bu bizim ilkelerimiz.
Bilenler bilir ki Kürt halk önderliği 1920 yıllarının ortalarında Adıyaman’da Kürt direnişlerinde yerini alan Osman Sabri’nin hasta yatağındayken elini öpmüştür. Yine değerli direnişçi, asırlık çınarımız Osman Sabri’ye ‘başkanım’ sözünü Kürtçe ‘serokê min’ demiştir. Osman Sabri ise ‘na Serokê min tuyî’ yani ‘başkanım sensin’ dese de, önderliğimiz ‘büyük başkan sensin’ diyerek cevap vermiştir.
Yukarıdaki bir iki örnek bile Kürt özgürlük hareketinin Kürtlüğe ve insanlığa değer katmış insanlara nasıl yaklaştığını göstermektedir. Bu yaklaşımımız dediğimiz gibi sadece değerli Kürt şahsiyetler için gösterilmemiştir bu yaklaşım Türkiye devriminde önemli roller üstlenmiş birçok değerli şahsiyete gösterilmiştir. Bunlara iyi bir örnek Mihri Belli, Vedat Türkali’dir.
Tekrar Ape Musa’ya sözü getirecek olursak Ape Musa o dönemin özgür gündem gazetesini yukarıda dile getirdiğimiz yazıyı yazarken olup biteni gayet iyi bilmektedir. Bundandır ki Ape Musa şahadetine kadar da özgürlük hareketinin yanında en ileri düzeyde bir PKK’li olarak yaşamasını bilmiştir.
Kürt Halk Önderliği Ape Musa şehit edildiğinde onun anısına yaptığı konuşmanın bir bölümünü buraya alarak Kürt özgürlük hareketinin Ape Musa’ya yaklaşımını ortaya koyarak Yeşil Türki Faşistlerin alçakça saldırılarına cevap vermek istiyoruz:
‘Evet. Musa Anter bu türün bilinen, en heyecanlı örneğidir. Musa Anter, uzun yıllar şiir, roman, tiyatro yazdı. Hep yasaklandı, bir türlü gün yüzüne çıkarılamadı. En son bizimle bir aydınlanma bularak, hayalindekilerin nasıl bir kitleyle, öncüyle hayata geçirildiğini gördü ve bir delikanlı gibi canlandı.
Bir çocuk gibi, mutlu mutlu ölümün üstüne gitti.
İntikamı mutlaka alınacaktır.
İsmail Beşikçi'den okudum. Bir değerlendirmesi var. PKK öncesinde de Kürt mücadelesinin olduğunu söylüyor. Gelişme var. Fakat PKK'ye kadar ancak sıfıra kadar gelişmiş.
"Sıfırın altında eksilerden sıfıra getirilen bir mücadeledir" diyor. Demek, gerçeği anlamış. Kendini tanımlayarak, "ben sıfıra kadar getirdim" demek istiyor. Gerçektir ve benim söylediğimin kanıtlanması oluyor.
Şimdi ortaya çıkan durum şudur; bazı ulusların birkaç yüzyılda ve birçok akımla, eğilimle ve ardı sıra böyle dönem dönem geliştirdikleri yeteneklerin hepsini biz iç içe, birdenbire ve patlamalı bir biçimde gerçekleştirmek zorundaydık. Bunun nedeni mevcut baskıları ve yüzyılların olumsuz tarih birikiminin bizi buna mecbur etmiş olmasıdır. Benim kişiliğim bir yerde bunun somut ifadesidir.
İşte, Musa Anter de, en eski yurtseverlerden biri. 1950'lerden itibaren edebi yanı ağır basan bir çaba içine giriyor. Tabii ki, daha sonraki sert yönelimler karşısında susturuluyor, yerine oturtuluyor. Sağlam politik bir çizgiye, çalışmaya yönelmiyor, ama Kürtlük bilincini koruyor. Çoklarının içine düştüğü ihaneti tam içine oturtamıyor, fırsat buldukça canlanıyor.
Ben 1970'lerde kendisini görmüştüm. Dört-beş arkadaştık, DDKO'dan çıkıyorduk. Dev-Genç'in eylemleri vardı. "Çocuklar" diyordu, "bunlar birbirlerine girdiler, biz kendimizi bu fırtınadan iyi koruyalım." Öyle bir değerlendirmesi vardı. Canlanmak istiyordu, fakat DDKO ve daha sonraki Kürt hareketleri fazla bir gelişme şansına sahip değillerdi. Yine bilinen yerine oturtulma (ki arada bir MİT, onu sorguya çekiyordu ve 'yerine otur' deniliyordu). O da çarnaçar benimsemese de, gerçekler karşısında biraz geri çekiliyor, yerine oturuyordu. Ama kalbinde, hep Kürtlük vardı. Fırsat buldukça da her türlü adımı atabiliyordu.
PKK'nin büyük direniş hamlesini gördü ve ona soysuzca yaklaşmadı. Onu adeta 77 yaşında bir delikanlı durumuna getirdi, canlandı. Hatta bana bir mektubu vardı; yeğeni üzerine.
"Oğlum, sen karşımda bir er bile olamazsın, ben halkımın hizmetinde bir generalim" diyordu.
Evet, böyle bir değerlendirmesi vardı. Tabii biraz radikal yaklaşım istiyorlar. O da bunu gösteremeyince, üzerine biraz böyle gidilince, böyle bir değerlendirmesi vardı. Tabii biz, "saygı ölçüleri dikkate alınarak yaklaşılmalı" dedik. Daha sonra, iyi bir dost oldu. Gerçekçi yazılar yayınladı. Yeni Ülke'nin Welat'ın, Özgür Gündem'in en üretken muhabiri, yazarı oldu.
HEP Kongresi'ne de katılmıştı. Basına yansıyan, bizim ana ile birlikte bir gösterisi de olmuştu. Böyle yürekli veya anı değeri yüksek olan tutumlar aldı.
Gerillaya yüksek değer biçiyordu. Kesinlikle soysuzca yaklaşmadı. Din üzerine gerçekçi değerlendirmeler yapıyordu ve cesur tavırlar geliştiriyordu. Kemalizm üzerine, politikacılar üzerine oldukça cesur tavırlar geliştiriyordu.
Ve kısaca; ömrünün sonuna doğru, tam bir militan söylemine ulaştı. Hiçbir endişe taşımadan, devrimci tarzda yaklaştı. Ve sanıyorum son Diyarbakır'a gelişi de militanca tarzın bir devamıdır. "Ölsem de ülkemde, korkusuzca..." dercesine bir geliştir. Ve sanıyorum en layık bir sonuçtur. Madem kırk yılı aşkın bir süre ülke için yazıp çiziyorsun, bunun düşmanları olacaktır ve onlara karşı direnmeyi de her zaman göz önüne getireceksin. Böyle yazacaksın, gerekirse böyle ölümüne direneceksin.
Hizbulkontra mı vurmuş, polis mi vurmuş pek o kadar önemli değildir, aynı devletin çerçevesindedir. Diyarbakır'da devlet yarı hizbullahtır, yarı-polis, askerdir. Yani yarı-gizlidir, yarı-açıktır; iç içedirler. O açıdan devlet dışında görmemek gerekir…
Biz, bu değerli yazarımız için "gafil avlandı" diyemeyiz. Tam tersine hak ettiği, layık olduğu yurtseverliğin tam gereklerine uygun şehidi diyoruz.
Şahadeti hak edendir.
Musa amcanın değişik tarzda olsa da, partiye bağlılığı kesindir.
Demek ki, her cephedeki savaş şehitlerimize vereceğimiz en iyi karşılık ortama çok gerçekçi yaklaşmak, ortama tam devrimci tarzda cevap vermek ve mutlaka hem anılarını yüksek bir devrimci gelişmeyle yerine getirmek, hem de varsa bir zayıflıkları, herhangi bir nedenle erken kayıpları, onun önüne yeterli bir devrimcilikle çıkış vermek ve böylece başarıyı kesinleştirmek mümkündür.’
Lafın kısası tüm alçakça çabalarınız boşunadır. Beyhudedir. Çamur atmalarınız sadece ve sadece sizi kirletecektir. Tarih sayfalarını, yazılmış olanları, tarihe mal olmuş olanları da bugün yaptığınız gibi değiştirme, tahrif etme, çarpıtma gücünüz de yok ya!
Kasım Engin
- Ayrıntılar
Gerilla yine kleşlerini konuşturdu. Direnmenin, şehitlere ve bin bir emekle yarattıkları değerlere sahip çıkmanın yolunu bir kez daha gösterdi. Kürt halkına dayatılan soykırım gerçeğini yıkmak, tarihten silmek için direnişçilerin, kahramanların izinde yeni bir destan yazdı.
İkinci Çele Eylemi yine düşmanı şoka sokan, çaresiz kılan, ne yapacağını bilemez duruma getiren etkili bir darbe oldu. En olmaz denen koşullarda gerçekleştirilen bu eylem gerillanın neler yapabileceğini göstermenin önemli bir göstergesi tabii. Kardı, kıştı, karşıda devasa teknik vardı, her yer gözetleniyordu, dünyanın teknolojisi devredeydi, en usta eğitilmiş paralı askerler vardı. Hepsi de fazlasıyla doğruydu. Ama gerilla yine vurdu.
Kim engelleyebilir ki fırtınalı yürekleri? Kim engel olabilir ki intikam ateşiyle bezeli ruhları? Kim sınırlandırabilir ki koşulları aşmayı yaşam felsefesi haline getirmiş gerillayı?
Nafile çabalar uzun süre devam ettirildi. Yok, dağılıyorlar, yok, teslim oldular, yok, savaş kapasitesi kalmadı.
Bilmeyenler olabilir ama normal gerilla ve savaş düzenlerinde aynı hedefe yönelik eylem, saldırı gerçek anlamıyla bir risktir. Çünkü en son eylem yapılan, üzerine ölüm tehdidinin geldiği alan ve orada bulunan askeri güçler daha tetikte, daha duyarlıdır. Savaş teorisinde de yerini bulan bu durum şüphesiz asker, ordu psikolojisinin düzeyinden yola çıkarılarak düzenlenmiştir.
Çele’de bulunan tüm askeri güçler de Türk ordusunun tüm Kürdistan genelindeki askeri üslerinden daha yoğun bir duyarlılığa, tedbire ve teknolojik donanıma sahip güçlerdir. Sınır üzerinde ortalama üçer kilometre ara ile konumlanmış bulunan askeri tepe, karakol ve mevziiler birbirlerini savunma esprisi temelinde yerleştirilmişlerdir.
Her tepede ya da mevzii de 70’den az olmamak kaydıyla 300-400 kişiye kadar çıkan sayıda asker bulunmaktadır. Bu askerler termal denilen ısıya duyarlı gözetleme sistemleri, gece görüş dürbünleri, hareket detektörleri ile keşfi sağlayan, yine görülen hedefleri güçlü vurmak için de tank, obüs, havan, katuşa gibi bombardıman silahlarına, yine çeşitli çap ve nitelikte ferdi silahlara sahipler.
Tabii hava şartlarına uygun olarak her türlü ekipman ve donanıma sahip küçük ordular oluyor bunlar. En son ayartılan, sözde özel, profesyonel tecrübeli askerleri de unutmayalım. Her biri uzun süreler eğitim almış, gerilla eylemleri ve hareket tarzı hakkında sıkı bir eğitimden geçirilmiş askerler.
Tabii hedef aldığımız Çele’de durum biraz daha farklıdır. Çele nüfusundan daha çok asker ve polis gücünün konumlandığı Çele ilçe merkezinde bulunan askeri hedefler daha iyi korunan, sürekli gözetim altında bulunan yerler. Şehir merkezinde olmanın getirdiği avantajlar yukarıda saydığımız özelliklerin yanında ordu için diğer bir avantaj.
Tüm bunlara rağmen bu ordu yine de gerillayı durduramamıştır.
Nafile örgütlenmeler ve çabalarla bizi durdurabileceğini düşünenler yine darbe almışlardır.
Kayıplarını her zamanki gibi gizlediler. Aşina olduğumuz bir şey. Düşman, kayıplarını ancak kendisi açısından propaganda malzemesi haline getirebildiği durumlarda açıklar. Ancak o zaman kayıplarının çokluğunu göstererek halkta kendisi için destek aracı haline getirir. Zaten bu eylemdeki kayıplarını verselerdi şaşardık. Çünkü kendilerini yalanlamış olacaklardı.
Son aylarda sıkça söylüyorlar ya, bitirdik, yok ettik, kökünü kuruttuk diye. İşte o sebeple bu eylemdeki kayıplarını açıklamış olsalardı durumun hiç de öyle olmadığını kendi ağızlarıyla itiraf etmiş olacaklardı. Bu sebeple kayıplarını gizlemek zorunda kalmışlardır. Ama herkes neyin ne olduğunu iyi biliyor. Eğer kayıplar o kadar çok olmasaydı dışarı haber sızmasın diye kaçak yollarla götürmezlerdi cenazelerini.
Bu eylemle bir kez daha gerilla karşısında sadece teknik üstünlüğüne dayalı savaş yürüten bir düşman gerçeği olduğu, buna rağmen gerillanın irade ve azmi karşısında hiçbir şansı olmadığı ortaya çıkmıştır. Yenilen darbe yenileceklerin habercisi olduğundan ordu ve emrindeki askerler, yine onları savaş sahasına süren yeşil Türkçü faşist odaklar daha bir panik, daha bir korku içindeler şimdi.
Şüphesiz bu eylem, diğer tüm eylemlerimizde olduğu gibi şehit yoldaşlarımızın emekleriyle kazanılmıştır. 49 numaralı tepe olarak adlandırılan karakol ve güvenliğini tutan tepeye yönelik gerçekleştirilen baskında 4 güzel yoldaşımızı şehit verdik.
PKK’nin mayasında var olan o direnişçi özü, saldırı ruhunu, fedai duruşunu sergilemekten bir an bile geri durmayan, tereddüt yaşamayan yoldaşlarımız eylemimizin başarısı için canlarını ortaya koymaktan çekinmemişlerdir. Viyan, Şayan, Diren ve Rojhat yoldaşlar Kürt Soykırım Günü olan 15 Şubat’ın arifesinde bugünleri yaratan şehitler ordusuna katılarak Önderliğimiz etrafındaki ateşten çemberin halen tüm sıcaklığıyla var olduğunu ispatlamışlardır. Yoldaşlarımızın anısını düşmana darbe üstüne darbe vuran gerilla direnişinde önümüzdeki süreçte daha güçlü yaşatacağız.
Şehit yoldaşlarımız keskin biçimde süren mücadelenin dışında kalmamış, Kürt halkını, gençlerini, kadınlarını, çocuklarını yalnız bırakmamışlardır. Halkımızın gösterdiği direnişin ruhu, duygusu, bilinci, cesaret ve fedakarlık ölçüsü olarak her zaman olduğu gibi özgürlük mücadelemizin gerçek çekim güçleri, yürütücüleri, komutanları oldular.
Hepimize, tüm halka doğru tutumun nasıl olması gerektiğini gösteren bu şahadetler özgürlük mücadelesini daha doğru çizgide, kesin bir başarıyla yürütmemizi emrediyorlar. Emirlerine uymak, özgür bir halk ve özgür bir yaşam uğruna durmadan mücadele etmek, direnmek sözümüz, eylemimiz olacaktır.
Pir Kemal
- Ayrıntılar
Memleket kar altında. Bırakalım dağları şehirler de bile metrelerce yağan kar bu seneki kışın ne kadar sert olduğunu gösteriyor. Ama bu havalar bile gerillayı durduramadı. Öyle ki 9 Şubat günü en amansız ve soğuğun kemiklerde hissedildiği anlarda, Çele’de gerçekleşen ve en az 43 askerin öldürüldüğü eylem bile savaşın da ne kadar sertleştiğini gösteriyor.
TV’ler günlerdir bol karlı bir kış geçirdiğimizi gösteriyorlar. Tabi ekranlardaki görüntülerin çoğu şehirler ve çevresinde çekilen görüntüler oluyor. Karların yağdığı esas mekanlar yani dağlarsa hiç gösterilmiyor.
Oysa dağlardaki havalar çok daha karlı ve çok daha sert. O kadar çok kar var ki birçok yer ucu bucağı görülmeyen kocaman bir beyaz örtü gibi. Ve bu örtünün üzerinde rüzgarın kaldırdığı kardan başka hiçbir hareket görünmüyor. Esen rüzgara rağmen bu uçsuz beyazlık havada tuhaf bir sessizlik oluşturuyor. Toprakla birlikte sanki canlılar da kar altına çekilmiş. Soğuk ve sessiz hava insanın içinde tuhaf hisler yarattığı gibi sonsuz karların oluşturduğu görüntü derin bir huzur veriyor. Hele hele bir de yağan karın altında sessizce yürümek insanda hayranlık uyandıran bir hava oluşturuyor. Böyle havalara rağmen özgürlük savaşı için attığın her adım, içindeki bu huzuru daha da büyütüyor.
Tabi kış demek gerilla için en zor anların yaşandığı süreçler de olmaktadır. Kolay değil metrelerce karın içinde yaşamak ve mücadele yürütmek. Hele hele böyle anlarda eylem yapmak ise, ölüm ile yaşam arasındaki ince çizgide cambazlık yapmak gibi bir şeydir. Yani imkansızı başarmaktır. İşte Kürdistan gerillası her zaman olduğu gibi imkansızlar içerisinde neler yapabileceğini bir kere daha gösterdi. Hem de bu dağlarda en çok karın yağdı bir alanda yani Çele’de.
Gerilla, bu sert kış koşullarına rağmen Çele’de toplam 12 askeri üssü hedef alan başarılı bir eylem gerçekleştirdi. Buralar dağlardaki en sert kışın yaşandığı alanlardan oluyor. Gerilla AKP hükümetinin ve Türk ordusunun faşizan saldırılarına hiçbir zaman sessiz kalmayacağının mesajını en etkili bir biçimde verdi. Öyle veya böyle her koşulda ve her zaman savaşacağını gösterdi. Ve gerçekleşen bu eylemde gerillanın üzerine gittiği düşman sayısı 43 ama düşmanın kayıplarının daha fazla olduğu bir gerçek. Tabi size el konulan ve imha edilen askeri malzemelerden bahsetmiyorum.
Çele’de gerçekleşen bu eylemin iyi okunması gerekiyor. Öncelikle gerillanın Türk ordusu karşısında ne kadar etkili bir savaş gücü olduğunu gösteriyor. Hele bir de bu zor kış koşullarında böyle bir eylemin gerçekleşmesi gerillanın savaş gücünü ispatlamış durumda.
Yine Kürt halkına ve onun özgürlük mücadelesinin bütün değerlerine saldıran AKP hükümetine yaptıklarının hesabının sorulacağı ifade edildi. Hangi koşullarda ve ne olursa olsun mutlaka yapılan saldırıların intikamı alınır. Kürtlerin katline imza atanlardan mutlaka hesap da sorulur.
Tabi bu kış koşullarında yapılan eylemin gerillanın ne kadar güçlü bir iradeye ve özgürlük inancına sahip olduğunu gösteriyor. Ölümü sırtlamış olan Kürt gençlerinin Kürt halkının özgürlüğü için fedaice mücadele edeceğini bir kere daha gördük. Sokaklarda polise taş atarak büyüyen bu çocuklar büyüdüler ve bu günde karlar altında çok zor bir eyleme imza attılar. Hem de düşman da şok etkisi yaratacak bir eyleme.
Türk Medyası Çele eylemini görmezden gelse de veya çarpıtmaya çalışsa da dost düşman herkes alması gereken mesajı aldı. Nede olsa “güneş balçıkla sıvanmaz.” Bu noktadan sonra hiç kimse ne gerillanın eylemlerini ne de Kürdistan’da yaşanan savaşı gizleyemez. Sonuçta bu dağlarda gerilla olduğu sürece gerçekler öyle veya böyle açığa çıkar.
Dağlar sağlam ellerde. Doğrunun, hakikatin izinde yürüyenlerin ellerinde. Zalimin ve faşizmin karşısında boyun bükmeyenlerin ellerinde. Hani Köroğlunun Bolu Beyi için söylediği o meşhur söz var ya “ferman padişahınsa dağlar bizimdir.” Bunda da kimsenin kaygısı olmasın, dağlar bizimdir.
Hüseyin Boran
- Ayrıntılar
Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’a yönelik planlı bir saldırı olarak geliştirilen tarihi 15 Şubat uluslararası komplosunun ondördüncü yılına giriliyor. Onüç yıllık yoğun bir araştırma ve kapsamlı direniş temelinde komplo gerçeği tüm yönleriyle önemli ölçüde aydınlatılmış bulunuyor. Ondördüncü yılda da bu çabaların devam edeceği ve İmralı sistemini tümden yok etmek için Kürt halk direnişinin çok daha güçlü ve kapsamlı bir biçimde gelişeceği anlaşılıyor.
Şimdi yeni bir komplo ve komploya karşı mücadele yılına girerken bazı temel bilgileri yenilemek yararlı olur. Bilindiği gibi, uluslararası komplo Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın 9 Ekim 1998 günü Suriye’den çıkarılması ile başlamış ve 15 Şubat 1999 günü Kenya’dan kaçırılıp İmralı’ya götürülmesiyle bir sistem haline gelmiştir.
Uluslararası komplo saldırısının hedef noktası Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’dır. Komplonun amacı Önder Abdullah Öcalan’ı fiziken veya ideolojik-siyasi bakımdan tasfiye etmektir. 9 Ekim 1998’den 15 Şubat 1999’a kadar kim vurduya getirerek fiziki imha esas alınmış, bu başarılamayınca 15 Şubat 1999’dan 11 Ocak 2000’e kadar idam yöntemiyle imha öngörülmüş, bu da başarılamayınca 11 Ocak 2000’den 2002 sonuna kadar İmralı işkence sistemi altında zamana yayılmış çürütme politikasıyla ideolojik-siyasi imha sağlanmak istenmiş, ondan da sonuç alınmayınca 2003-2004 yıllarında dayatılan iç tasfiyecilikle örgüt dağıtılıp ideolojik-siyasi imha başarılmak istenmiştir. Tüm bu çabaların Önder Abdullah Öcalan’ı tasfiye etme sonucunu yaratmaması ardından 23 Ağustos 2005 tarihinden bu yana da topyekûn imha ve tasfiye saldırısı yürütülmektedir.
Uluslararası komplo planının stratejik boyutu şöyledir: Önder Abdullah Öcalan’ın imhasına dayanarak PKK’yi tasfiye etmek, PKK’nin tasfiyesine dayanarak da Kürt soykırımını başarıya götürmek! Dolayısıyla planlı uluslararası komplo saldırısı, Kürdü inkâr ve imhayı öngören küresel soykırım sisteminin bir saldırısıdır. Kürt soykırımının başarısı önünde engel oluşturan Kürt Halk Önderi ile PKK’yi yok etmeyi hedeflemektedir. Demekki uluslararası komplo, Kürt halk varlığını ve demokratik haklarını inkâr eden küresel kapitalist sistemin bir saldırısı olmaktadır.
Buradan komployu örgütleyen, yöneten ve katılan güçlerin kimler olduğu anlaşılmaktadır. Komplo küresel kapitalizmin bir saldırısı olduğuna göre, onu örgütleyip yöneten de bu sistemin önderleridir. Nitekim komplonun ABD, İngiltere ve İsrail ittifakı tarafından örgütlenip yönetildiği bizzat kendilerince itiraf edilmiştir. Bunlarla birlikte uluslararası düzeyde dönemin Almanya ve Fransa yönetimlerinin, İtalya’da Berlisconi partisinin, Rusya’da Yeltsin-Pirimakov yönetiminin, Yunanistan’da Simitis yönetiminin komplonun gerçekleşmesindeki payları büyüktür. Bölgede ise son Mısır firavunu Hüsnü Mübarek yönetiminin katkısı çok olmuştur. Zamanın TC yönetiminin katkısı ise, ABD’nin isteklerini karşılama ve gardiyanlık düzeyindedir. Kürt sorunundaki zafiyeti fırsat bilerek komplo Türkiye yönetiminin boynuna değirmen taşı gibi geçirilmiştir. Taşı bir anda boynunda bulan dönemin Başbakanı Bülent Ecevit, ölene kadar bu işin nedenini anlamadığını söylemiştir.
15 Şubat komplosunun gerçekleşmesinde örgütsel zayıflıklar ve çizgiyi uygulamadaki yetersizlikler de önemli bir rol oynamıştır. Dahası komplo döneminin Yunanistan, Rusya ve Avrupa dış ilişkiler sorumluları ile 2003-2004 tasfiyeciliği uluslararası komplonun iç uzantıları biçiminde işlev görmüştür.
Görüldüğü gibi, uluslararası komplo Kürt varlığını inkâr ve imhayı hedefleyen topyekûn bir siyasal-pratik saldırıdır. Bu tehlikeli saldırı onüç yıldır kahramanca bir direniş mücadelesiyle boşa çıkarılıp başarısız kılınmaktadır. Bu mücadelede en başta Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın büyük direnişini ve sonuç veren direniş tarzını görmek gerekir. İster komplo ve idamın önlenmesinde olsun, isterse İmralı işkence sisteminin boşa çıkartılmasında olsun esas yükü Önder Abdullah Öcalan’ın omuzladığı ve komploya karşı direnişe öncülük ettiği tartışmasızdır. Bu bakımdan insanlığın direniş hazinsine çok büyük bir katkıyı ifade eden İmralı direniş gerçeğini doğru ve tüm yönleriyle anlayabilmek gerekir.
Önder Abdullah Öcalan’ın komplo karşısındaki bu kahramanca direnişini dışarda devam ettiren “Güneşimizi Karartamazsınız” şiarıyla gelişen fedai direnişi olmuştur. Kürt halkının yediden yetmişe katıldığı bu direnişin yüzlerce, hatta binlerce kahraman şehidi vardır. Bu tarihi kahramanların Önder Abdullah Öcalan etrafında oluşturdukları ateşten çemberdir ki, komplocuları korkutmuş ve Kürt Halk Önderi’ni savunmuştur.
İşte böyle en üst boyutta oluşan Önderlik-halk direniş birliği uluslararası komployu başarısız kılan temel güç olmuştur. Bu temelde komplocu yöntemlerle imha boşa çıkartıldığı gibi, idam saldırganlığı da kırılabilmiştir. Önder Abdullah Öcalan, tüm bunları paradigma değişimi temelinde geliştirdiği yenilenme ve üçüncü Önderliksel doğuş ile başarmıştır. Bu temelde Ecevit hükümetinin sahte demokratlığını boşa çıkardığı gibi, AKP hükümetinin de sahte İslamcılığını ve halkçılığını boşa çıkarmayı bilmiştir. İç ihanet ve tasfiyeciliğin tasfiye edilmesi, AKP’nin geliştirdiği topyekûn saldırıya karşı direnme gücünü yaratmıştır. Bugün bu direniş İmralı’dan Amed’e, dağdan yurtdışına kadar her alanda topyekûn bir mücadele olarak sürmektedir.
Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’a yöneltilen uluslararası komplo saldırısının başka bir benzeri yoktur. Çünkü komplocu saldırıyı doğuran Kürt halkını inkâr ve imha sisteminin de bir benzeri bulunmamaktadır. Dolayısıyla uluslararası Gladio komplosuna karşı direniş de benzersiz ve eşsizdir. Bu temelde yaşanan mücadele, onüç yıldır Kürdistan ve Türkiye’deki gelişmeleri belirlediği gibi, Ortadoğu’daki üçüncü dünya savaşı üzerinde de sonderece etkilidir. İmralı direnişi onüç yıldır çok sayıda gücün korkulu rüyası olmaya devam etmiştir.
Tabi bu denli büyük ve etkileyici bir olayın bir de arada yemlenenleri vardır. 9 Ekim 1998 komplosunun düğmesine 17 Eylül 1998 Washington Anlaşması ile basıldığı bilinmektedir. Bu temelde geliştirilen komplocu saldırılar ve buna karşı gelişen tarihi direniş, Kürt halkının özgürlük bilincinin ve örgütlülüğünün düzeyini ortaya çıkarırken, yan etki olarak bazılarını da rüyalarında göremeyecekleri yerlere getirmiştir. Bu çerçevede bazıları Bağdat’a başkan bile olabilmişlerdir. Yani “Apo ve PKK pirimi” para etmiştir.
Şimdi onüçüncü yılda ve ondördüncü yıla girerken AKP komployu yenilemeye ya da yeni planlarla yürütmeye çalışmaktadır. Yani topyekûn özel savaş konseptini tüm boyutlarıyla uygulamak istemektedir. Bu da “Apo ve PKK pirimi”ni daha da büyütmekte ve bazı leş kargalarını daha saldırgan bir biçimde harekete geçirmektedir. Bu temelde bazılarının Bağdat’a başkan olmaları, benzer bazılarının da iştahını kabartmaktadır. Böyle bazılarının medya ve TBMM Komisyonu tarafından itibar görmeleri, neredeyse kendilerini kaybetmeye kadar götüreceğe benzemektedir. Hâlbuki rolleri psikolojik özel savaşın piyonluğu düzeyindedir.
Kürt halkı komployu çözdüğü gibi, komplonun ajanlarını da çözmekte ve tanımakta zorlanmamaktadır. Dahası bu uğursuz davranışların yarattığı büyük öfke, komploya karşı Kürt halkının ondördüncü yıl mücadelesini çok daha güçlü geliştireceğini göstermektedir. Hem de “Önder Abdullah Öcalan’a Özgürlük” temelinde!..
Selahattin ERDEM
ÖZGÜR POLİTİKA
- Ayrıntılar
Sonuç alıcı bir savaş yürütebilmenin en öncelikli şartlarından bir tanesi de savaşın sıcak yüzü olan çarpışma ve vuruşma öncesinde yürütülen hazırlıklardır. Tüm savaş stratejilerinde “savaşı savaştan önce kazanmak” olarak adlandırılan bu hazırlık süreci kader belirleyici niteliktedir.
Savaşın gerilla açısından ele alınması durumunda bu, düşmanla karşılaşma anı öncesinde yapılacaklar olarak tanımlanır. Bunlar iyi bir keşif, güçlü istihbarat, düşmanı takip, zayıflıklarını görme ve buna göre bir planlamaya gitmedir. Bu konularda yürütülecek ön çalışmalar gerçekleştirilecek eylemin sonuç alıcılığı üzerinde direkt etkide bulunur. Eğer iyi bir keşif çalışması yoksa üzerine gidilecek hedef iyi tanınmazsa planlamada açıklar oluşacağından beklenmeyen durumlarla karşılaşılabilir. Darbe vurmak isterken darbe yemek kaçınılmaz olur.
Bu, Devrimci Halk Savaşı’nın tüm alanları için de geçerlidir. Yaşanılan çevre içinde düşmana ait merkezler, savaşı yürüten güçler, buna lojistik destek sağlayan geri cepheler konusunda istihbarat edinmek daha kolay olabilmektedir. Kürdistan’ın her yerleşim yerine konumlanmış bulunan düşman güçleri halkın yakın bölgelerinde yer aldığından biraz da göz önündedir. Yine bu merkezlerde yer alan kişiler, düşmanlık yapan kesimler halkla aynı yaşam ortamlarını kullanmaktadır. Bu anlamıyla biraz da iç içe bir durum söz konusudur.
Hem bu merkezlerin tanınması, hem de bu merkezlerde yer alan kişilerin tespiti etkili eylem yapabilme noktasında önemli olmaktadır. Devrimci Halk Savaşı, düşmanın etkinliğini kırarak, Kürtlerin yaşam mekanlarında rahatça dolaşmalarına ve halk üzerinde baskı yapmalarına engel olmak, bunun yerine demokratik konfederalizmin öz savunma güçlerinin yerleştirilmesini içerir. Bu anlamıyla düşman güçlerinin etkisi kırıldıkça, merkezleri işlemez kılındıkça kendi öz örgütlülüklerimize yer açabiliriz. Bu anlamıyla düşman merkezleri ve içinde yer alan kişiler iyi ve yeterli tanındığı oranda onlar üzerinde daha rahat ve az riskli eylemler gerçekleştirilebilecektir. Böylelikle zamanla bu düşman merkezlerinde yer alan kişiler buralarda kalma noktasında istekli olmayacağı gibi, yerlerine getirilmesi gerekenlere karşı da bir gözdağı verilmiş olacaktır.
Bu anlamıyla düşman merkezlerinin güçlü ve yeterli keşfi, burada çalışanların kimlikleri, yaşadıkları yerler, uyguladıkları pratikler iyi tespit edilebilmelidir. Bir yandan halka yönelik saldırıları örgütleyen güçler tespit edilip doğru hedef tespiti yapılırken bir yandan da özünde Kürt halkına yönelik saldırılarda gönülsüz yer alan, içinde bulunduğu görev gereği orada bulunmak zorunda kalanlar da ayrıştırılabilinmelidir. Bir yandan yeminli düşmanlar etkili darbeler vurulurken, diğer yandan bu konuda gönülsüz yaklaşanlar kazanılabilecektir.
Çünkü bizim yürüttüğümüz savaş insan karşıtı bir savaş değildir. İyi ve kötüyü birbirinden ayırt edebilmek oldukça önemlidir. Bu düşman bile olsa böyledir. Düşman içinde de çözüm yöntemleri açısından birbirinden farklı insanlar mevcuttur. Kimileri inatla inkar ve imhayı, tasfiyeyi dayatırken, kimileri ise şiddet dışı yöntemleri ön görmekteler. Bizim de amacımız demokratik barışçıl bir ortamda halkımızın haklarını savunmak olduğuna göre böylesi bir mücadele ortamını yaratmada yardımcı olacak, düşman gücünü sınırlandıracak kesimlere yönelmemek olumlu olacaktır.
Yine düşman merkezlerinde yer alan kişilerin bir kısmı halkımızın çocuklarıdır. Bilinçsizlik ya da mecburiyet nedeniyle orada bulunmaktalar. Merkezlerde bulunan ve daha çok görünür düşman olan üniformalılara yönelmekten önce bulunulan bölgede savaşı kızıştıran, halkımız üzerinde katliam emelleri güden kesimlerin temel hedef olarak belirlenmesi de önemlidir. Bunların tespiti, bu savaşın yönlendiricisi konumunda bulunan komutan, yönetici, öncüleri tespit etmek çok önemlidir. Ne de olsa bir savaşta temel hedef baştır. Başsız bir topluluğun etkili bir savaş yürütemeyeceği, savaş gücü ve motivesini kaybedeceği göz önüne getirilerek bu tür kesimlerin belirlenmesi oldukça önemli olmaktadır.
Bunun yanında lojistik destek kanallarının, takviye ve sevkiyat yolları ve kanallarının tespiti de önemli olmaktadır. Ön cephelerde, Kürt halkının yaşam alanlarında bulunan grup ve kesimlerin varlığı ancak bağlı oldukları merkezlerden alacakları destekle mümkün olmaktadır. Bu anlamıyla ön cephede bulunan kesimler, görünür durumda olan düşman merkezleriyle esas savaş karargahları, merkezleri arasındaki hatları denetim altına almak önemli bir iş durumundadır. Keşif ve istihbaratın önemli bir şartıdır.
Fiziki koşullar ve savaşın maddi koşulları bunlar olurken manevi destek merkezleri de tespit edilebilmelidir. Savaşın en temel yürütücüsü moraldir, kazanma umudu ve motivesidir. Düşmanın bu moral kaynakları şüphesiz köklerine, kültürüne bağlı halkımızın değerleriyle aynı değildir. Kapitalist modernitenin düşkün yaşamı geliştirme amacıyla bağlı kimi merkezlerdir. Bunlara yönelmek, düşman merkezlerinde yer alanların kendilerini stres altında bitirecek, mücadele azmini düşürecek, güçten düşürecek bir savaş yürütebilmek için onların bu merkezlerinin de iyi tespit edilip Kürdistan’dan tümden sökülmesi gerekmektedir. Bunların da iyi tespit edilmesi, kesin istihbarata dayandırılarak mümkün olan her dönemde bunlar yönelmek oldukça önemli olmaktadır.
Genel olarak birkaç başlık olarak tanımladığımız keşif edilecek, istihbaratı toplanacaklar hakkında bunlar söylenebilir. Fakat bunlar sadece genel çerçevedir. Her düşman merkezinin istihbaratının ve keşfinin toplanmasının orada bulunan Devrimci Halk Savaşı militanının görevi olduğunu belirtmeliyiz. Yoksa üstten, merkezden, savaşın ön cephesinden kopuk hedef tespitleri, keşif ve istihbarat örgütlemesi mümkün değildir.
Fakat kesin olarak unutulmaması gereken nokta doğru ve sonuç alıcı bir savaş yürütülmek isteniyorsa her şeyden önce doğru keşif ve istihbarat sahibi olunması gerektiğidir. Bu yapıldığı sürece eylem sıkıntısı çekilmeyeceği gibi düşman merkezlerine yönelik yıldırıcı bir mücadele yürütülerek Kürdistan’dan kovulması, kovulamıyorsa bile ininden çıkamayacak duruma getirilmesi mümkün olacaktır.
Pir Kemal
- Ayrıntılar
Mevsim bahara doğru yol alıyor yavaş yavaş. Uzun kış geceleri gün uzamına evriliyor. Kardelenler büyük bir dirençle karı eşiyor, tüm güzellikleriyle karşımızdalar. Hüznün ve kederin kapladığı yüzümüzü bir anlık bir bahar sevinci sarıyor onlarla. Ve “nihayet, toprağa cemre düştü. Newroz ateşleri zülüm kalelerine karşı özgürlüğü bekleyen halkımın elindeki meşalelerle yine tutuşacak” diyoruz.
Karlar bir mevsim boyu toprağın üstünü örttü. Toprağa düşenlerimizle aramıza sadece mevsim girdi. Düşlerimize, hatıralarımıza yağdı kar. Beyaz bir örtünün altına alıp boğmak, bizi her şeyden uzaklaştırmak istedi. Çok direndik, o esareti yırtmak ve toprağın altına düşenlerimize dokunmak istedik. Düştükleri toprağı avuçlamak, onlarmış gibi sarmak ve koklamak istedik. Yüz sürmek istedik onların bastığı yere. Çünkü onların bastığı yerler bizim için kutsal. Onların izinden ayrılamazdık. Yarım kalan hayallerinden uzaklaşamazdık.
Onlara sırtımızı dönüp hiçbir şey olmamış gibi ve yaşanmamış gibi çekip gidemezdik. Onları büyük bir kavganın içinde bırakıp terk edemezdik. Namluların ucu ısınmışken ve kavganın tam ortasında durmuşken, kaybetmeyi ve pes etmeyi düşünebilir miydik? Hem biz “özgürlüğe dek” deyip büyük yeminler içmedik mi? Tüm yaşanmamışlıkları ve yarım kalanları özgür bir ülkede tamamlamaya bıraktık. Hiçbir zaman bir daha görüşmeyecekmişiz gibi vedalaşmadık. Ayrılığın hükmüne razı olmadık. Ona karşı başkaldırdık. Kırdık çelikten de yaman ayrılık adına takılan kelepçeleri. Sınırların ötesine kadar uzandık hep. Eleleydik yol arkadaşlarımızla. Onlarla nefes alıp verdik. Onlarla yürüdük, mola verip birlikte demledik tüm yorgunluğumuzu üstümüzden atacak gerilla çayını. Ve yine güzel düşler kurduk birbirimizin gözlerinin içine bakarak. Hiç konuşmadan aklımızdan ve yüreğimizden geçenleri birbirimize aktardık. Kendimize (gerillaya) has bir ifade biçimi kazandık. Sadece bizden olanlar anlayabilir bizi.
Affetmeyi bekleyecek ve yadırganacak hiçbir suç işlemedik. Suçlarımız masumcaydı ve haklıydı. Hiçbir mahkemenin adalet terazisinde tartılmayacak kadar haklı…
O yüzden yaptıklarımızdan ve yaşadıklarımızdan hiçbir zaman pişmanlık duymadık ve duymayacağız.
Bizler (gerilla) işte, süslü kelimelerle ve sözcüklerle işlenmeye gerek kalmayacak kadar sade ve anlaşılırdık. İçine doğduğumuz çağın kirlerinden, günahlarından arınmak için başkaldırdık. Kutsal mabetlere, ocaklara doğru yol aldık. Kıblegahlarımız dağların zirvesine kurulmuş APOCU ocaklar. O ocaklarda tanıdık kendimizi. Varlığımıza değer biçtik ve yaşama yeni anlamlar yüklemeyi öğrendik. Hiç yorulmadık kendimizi her gün yeniden yeniden keşfetmekten. Hiç yazılmayan ve kimsenin yazmaya cesaret etmediği kaybolan bir tarihin içine kadar gittik. Adalet, eşitlik, özgür bir yaşam ve toplumsallık için büyük kavgalara giren Tanrıçalar tanıdık. Diz çöktük kutsallıkları karşısında. Tanrıların dünyamıza hükmetmelerine ve egemenlik tahtlarına hiçbir zaman boyun eğmediklerini anlattılar bize. Komplolarla kuruldukları tahtlardan İştar’ın kızları ve oğulları tarafından bir gün alınacaklarını ve dünyamıza, insanlığa özgürlüğün, eşitliğin, adaletin hakim olması gerektiğini vasiyetleri olarak bıraktılar.
Altın Hilal’in görkemli güzelliğine, bereketli topraklarına yerleştik. Tanrıçalar diyarı olan Zagroslarda egemenliğe karşı bir kavga başlattık. Bu toprakların gerçek sahipleri olarak ve Tanrıça kültürünün çağdaş temsilcileri olarak kavgamızı büyüttük. Önder APO’nun yaşam felsefesiyle yetişen kızlar büyük bir aşkla yaşama sarıldılar. Bedenlerine bombalar sararak zülüm kalelerinde kendilerini patlattılar. Bedenlerini ateşle tutuşturup ateşle arındırmak istediler erkek egemenlikli gericiliğin hüküm sürdüğü dünyayı ve tanrıların çağını…
Ve başardık. Tanrıların maskelerini çektik, maskeler ardına saklanan gerçek ve kirli yüzlerini artık saklayamıyorlar. Özgürlüğe doğru daha büyük umutlar yüklendik. Direnmeye devam edeceğiz. Ta ki GÜNEŞ özgür bir ülkeye doğana dek.
Kaybettiğimiz tüm özgürlük şehitlerimize ve yol arkadaşlarıma atfen ve onlara özgürlük sözüm olsun.
Rojbin Golav
- Ayrıntılar
Gerillada her anın duygusu, düşüncesi, ruh hali bir başka ama dağ patikalarında yürümek bir başka anlam ve coşku veriyor insana, hem de saatlerce hiç durmadan yürünen patikalarda…
Hani derler ya “yolculuklar biter, yollar bitmez” diye. Herkesin yaşamında yollar ve yolculuklar çok farklı duygular yaşatır insana. Ayrılıkların, buluşmaların, arayışların yaşandığı anın başlangıcı olur. Belki bir daha görüşemeyeceğin gibi, bir daha da ayrılmayacağın buluşmaları yaşatan anlar. Ya da büyük arayışlara açılan yeni zamanların başlangıcına…
Gerillada “yola çıkacağım denildiğinde” tabiî ki patika gelir akla. Özgürlük sevdalıların düştüğü yollardır patikalar. Özlemlerin, umutların, özgürlük aşkının, hasretin, hakikat arayışının yaşandığı yolculuklar. Omuzlardaki devrim yükü ile çıkılan yolculuklar...
Her anın yürüyüşü bir başka olur. Karda, yağmurda, fırtınada, ay ışığında ve gün batımına doğru alınan yollarda. Esen rüzgarın sesine karışan coşkun derelerin sesleriyle birlikte bin bir çeşit kuş sesleri büyük bir huzur verir insana. Öyle bir atmosferdir ki kendini cennette yürüyor sanırsın. Ve zamanın nasıl geçtiğini anlamasın bile. Hele bir de yanında bir yoldaşın varsa ve onunla da dalmışsan koyu bir gerilla sohbetine o zaman hiç hissetmesin yürüdüğün yolu ve geçen zamanı. Zaman nasıl geçer anlamasın ve bir anda geriye dönüp baktığında dağları aştığını fark edersin o rüya gibi yürüyüşte.
Dağları aşan, derin vadileri geçen nice patika vardır bu sevdalıları gidecekleri yerlere götüren. Aynı damarlardaki kana benzer dağların patikaları. Sürekli birileri bir yerlere hareket eder o dağdan o dağa. Her hareket yürek atışını daha da hızlandırır. Yaşam daha canlı ve daha coşkulu olur bu yollarda ve yolcularında.
Her dağın kendine has patikası vardır. Kimisi derin uçurum kenarında, kimisi de ağaçların ve taşların arasında. Her birinin de kendine has bir rengi ve dili vardır. İyi tanımazsan yürütmekte zorlanırsın. Seni kabul etmez ve sendelersin. Ne zaman düşeceğini bilemezsin hele de o karanlık gecelerde hiç bilemezsin. Yok, eğer tanıyorsan ve tuttuğun yolun dilini anlıyorsan gözün kapalı da olsa o seni istediğin yere götürür. Yeter ki ondan korkma ve kendini ona bırakmasını bil. En amansız derinliklerde ve uçurumlarda bile yol seni alır götürür…
Hele kışın beyaz örtü altında kalan o patikaları hiçbir göz kestiremez. İşte o anda hiç kimsenin bilemediğini gerilla yaşar. Gözlerin göremediğini adeta ayaklar görür. Ve dağların esrarengiz, mekaplı ayakları sahibini alır, o kar altında kalan yollarda götürür.
Bazı derin uçurum kenarlarında geçen ve insan eliyle yapılmış patikaların ne zaman yapıldığını kimse bilemez. Ama bilinen bir gerçek, kendinden gizlediği tarih ile nice yolcusunu taşımış o arşınlanan taşlar. O kadar çok insan yürümüş ki üzerinde yosun tutmaya bile vakti olmamış. Her yolcusuyla birlikte ve ona yoldaşlık etmiş hiç yorulmadan. Onlarla sohbet etmiş, onların yüreklerinde geçenleri dinlemiş…
Bazı patikalar eski yerleşim yerlerinin yanında geçer. Bazen boş bir köy, bazen bir çeşme, bazen de bir han veya bir değirmenin yanında. O zaman anlıyorsun ki senden önce çok insan arşınlamış bu yolları. Dolaştıkça tarih ile karşılaşıyorsun her gördüğün yapıda, harabede, taş yığınlarında veya bakımsız bahçelerde geçmişin izlerini görüyorsun.
Meyve ağacını görmeyen patika yoktur bu dağlarda. Sanki nerede meyve ağacı varsa, yol sahipleri de o güzelim meyvelerin tadına bakmak için yolunu oradan geçirmişler. Her dağın, bölgenin kendine has meyvesi var bu coğrafyada. Hangisini anlatayım bilmem ki. Üzümünden cevizine, elmasından eriğine ve daha da sayamayacağın kadar çok meyve ismi. Kısacası bu yollar yolcularını aç bırakmamış. Konuklarının kadrini bilmiş ve onları en cömert bir şekilde ağırlamış.
Kim bilir ne kervanlar görmüş bu yollar. Her tarihin kendi yolcuları ona ait olmuş. Ne sultanlar ne krallıklar görmüş bilinmez ama bir gerçek var ki bu patikalar tüm savaşlara şahitlik etmişler. Hem de en amansız savaşlara ve savaşların kahramanlarına.
Sınırları yoktur bu dağların tüm işgalcilere inat. Kendi yollarını bulmuşlar zorla ayrılmışların sahipleri. Onlar için geniş yollar gerekmemiş. Kürdistan dağlarında inceden inceye süzülen bir patika bile yetmiş bir birlerini bulmaya. Ve parçalanmış coğrafyalarında dört parçadan gelerek tek yürek olmasını bilmişler.
Her yolculuğun yaşattığı derin duygular vardır insana. Her birinde anılar saklıdır. Her patikanın bulunduğu mekanlar kendisiyle birlikte anıları da gizler o dağ koyuklarında. Ne çatışmalar, ne savaşlar görmüştür Kürt özgürlük savaşında. Ne acılar, sevinçler, zafer çığlıkları işitmiştir. Kimi zaman da ölüm ile yaşam arsındaki çizgi olmuş hiç beklenmeyen bir anda. Yolunu kaybetmişlere iz, rehber olmuş en zor anlarda…
Bugün bu yollar kendine has yolcularını taşımaya devam ediyor. Her günü bir destan gibi olan yolcularını. Dünyanın tüm egemenlerine inat. Bu günü geleceğe taşımak için yollara düşmüş olan isyan yürekli insanları. Hem de dünyanın en güzel duygusunu yaşayan Kürt gerillasını…
Hüseyin Boran
- Ayrıntılar
“Faşizm kötü adamların aniden gelip iyi adamları dövmesi değildir” diyor Ece Temelkuran.
Faşizm’in çok tanımı vardır. Sol ve sosyalistlerin en fazla kullandıkları tanım burjuva diktatörlüğünün geldiği en son, baskıcı, katliamcı rejim. Özcesi burjuvazinin kendi yönetim aygıtını ayakta tutmak için kullandığı en son aşama. Başka bir deyimle faşizm özünde kurumsal, yani bilinçlice geliştirilmiş ve örgütlenmiş bir yapıdır. Buna ister rejim deyin isterse sistem deyin. Niteliğine dönük bir şey değiştirmez.
Faşizmin bu karakterinden dolayı çoğu zaman bu sisteme lakayt kalan bireylerin rolleri unutuluveriliyor. Faşizmi kendi vurdumduymazlıklarından dolayı desteklediklerini hatta faşizm eğilimi taşıyan zihniyetleri teşvik ettiklerini unutuveriyorlar.
Söylemek ve anlatmak istediğimiz durumu en iyi ifade eden Alman ilahiyatçı Martin Niemöller’dir.
Martin Niemöller:
“Naziler komünistler için geldiğinde sesimi çıkarmadım;
çünkü komünist değildim.
Sosyal demokratları içeri atıklarında sesimi çıkarmadım;
çünkü sosyal demokrat değildim.
Sonra sendikacılar için geldiler, bir şey söylemedim;
çünkü sendikacı değildim.
Benim için geldiklerinde,
sesini çıkartacak kimse kalmamıştı”
diyerek pişmanlığını yukarıdaki satırlarda dile getirmişti. Bu satırları yazdığı zaman, 1946’da, dünyanın ikinci paylaşım savaşı sona ermişti. Önceleri inanmış bir Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi seçmeni olan, Yahudi soykırımını destekleyen Niemöller, daha sonra kiliseler arası kavgalarda kendisini geliştirerek bu ırkçı fikirlerin karşıtı bir direnişçi olmuştu. Konuşma yasağına rağmen verdiği vaazlarla Nazilerin tepkisini çekti ve tutuklandı. 1937’de tutuklanarak o da toplama kamplarını gönderildi. Yerini direnişçilerin içerisinde almaya aldı ancak Hitler faşizminin 6 milyon Yahudi’yi katletmesini, ikinci dünya savaşında 50 milyon insanın öldürülmesini, yıllarca onarılmayacak tahribatlara yol açmasına destek sunmuştu. Destek sunmayı salt bilfiil işin içerisinde yer almak olarak almamak gerekir. Muhtemeldir ki Niemöller tek bir insanın kanına girmemiştir. Bir insanı belki de incitmemiştir. Onu savaş sonrasında da kiliseye dönerek bu kez de Almanya'nın silahlanmasına karşı mücadele veren önemli isimlerden olduğunu bildiğimiz için bunu inanarak belirtiyoruz. Lakin Niemöller ve onun gibi yapanlar netice de Hitler faşizminin önünü stabilize eden güçler olduğunu unutmamak gerekir. Sessiz kalarak, ortada durarak, tarafsız pozisyon takınarak, yer yer destekleyerek, korkarak, bireysel kaygıları yaşayarak bunu yapmışlardır. Boşuna “Benim için geldiklerinde, sesini çıkartacak kimse kalmamıştı” dememiştir. Ne zaman sıra ona gelmişse bir şeyler yapmaya çalışmıştır ancak iş işten geçmiştir. Hani diyorlar ya “Geçtiği Bor’un pazarı, sür eşeğini git Niğde’ye” diye, o mesele gibi.
Faşizme karşı tavır, tutum zamanında gereklidir. Zamanında takınılmayan tutum, tutum değildir. Hatta takınılmayan tutum en çokta faşizmin yararlandığı ve kendisini güçlendirdiği zemindir. İşte tam da burada Ece Temelkuran’ın: “Faşizm, kötü adamların aniden gelip iyi adamları dövmesi değildir” sözü çok anlamlı, anlamlı olduğu kadar da birçok gerçeği ifade eden doğrunun kendisi oluyor.
Türkiye’de eski Ergenekoncu, JİTEM’ci yapının yerine Yeşil Türki Faşizm kendisini inşa ederken çok az sayıda aydın karşı durmuş, bunlarda neredeyse aforoz edilmişlerdir. Ergenekoncu, JİTEM’ci yapıya yani askeri vesayetin son verilmesine karşı verilecek her türlü mücadele elbette anlamlı ve belki de anlamlı olmanın da ötesinde bir değeri vardı, halen de vardır. Lakin dediğimiz gibi yıllardır bas bas bağırarak Ergenekon ve JİTEM gibi yapıların yerine Yeşil Türki renkten bir Ergenekon’un ve JİTEM’in inşa edildiğini söyleye söyleye dillimizde tüy bitti. Her defasında bu tespitlerimize karşı “ama bakın bunlar askeri vesayeti yıkıyorlar, ama bakın bunlar demokrasiyi oturtuyorlar, ama bakın güzel şeyler oluyor, ama ayıp oluyor siz bunların bu faşizan vesayeti yıkmak isteyen yapılara sorun çıkartıyor ve işlerini ağırlaştırıyorsunuz” diye onlarca hakaret, yanlış değerlendirme, yargısız infazlarla karşı karşıya kaldık.
Şimdi gelinen noktada NUR TOPU GİBİ BİR FAŞİZM, hem de YEŞİL TÜRKİ FAŞİZM Türkiye’yi bir ahtapot gibi kuşatmıştır. Musallat olmuştur. Musallat olmanın, kuşatmanın da ötesinde kendisini kurumsallaştırdığı için karşısına gıkını çıkartacak kimse kalmamıştır. Gıkını çıkartanı da hesabını fazla zaman almadan dürdüklerini hepimiz birlikte görüyoruz.
Örneğin en son duayen yazar Mehmet Altan’ı Star’da attılar. Attılar mı kendisi mi çıktı belki çok önemi olmayacaktır. Önemli olan öyle bir yere getirtip ya o bireyin teslim olması bir seçenek olarak bırakılmıştır, ya da pılını pırtını toplayıp bu diyardan gitmesidir.
Mehmet Altan:
“Bana ne yazacağımı, ne söyleyeceğimi öğretmeye kalkan küstahlığa ilk kez bu dönemde rastladım. İnce ince yapılan ayak oyunlarını görmezden geliyordum ama her şeyin de bir sınırı var.
Küstahlık, kimin nereye nasıl yazıp çizmesinin dışında, ne yazacağı ne konuşacağı noktasına geliyorsa durum gerçekten vahim. Devletin halka ayar vermeyeceği, mağdur yaratmayacağı özgür bir toplum istiyoruz. Siyasal iktidar ise mevcudu ele geçirip 12 Eylül'ün totaliter anlayışını kullanıyor.
Geçenlerde bakanlardan biri Türkiye'ye yarı başkanlık sisteminin çok yakışacağını söylüyordu. Yarı başkanlık denilen şey 12 Eylül anayasasında Kenan Evren için öngörülen bir sistem” diye yakınıyor. Ama Mehmet Altan unutmamalıdır ki; .”İnce ince yapılan ayak oyunlarını görmezden geliyordum” yaklaşımı, tutumu, zihniyeti NUR TOPU GİBİ BİR FAŞİZM’in doğum yapmasına olanak sunmuştur. Şimdi dönüp “vay bunlar 12 Eylül 1980 darbesinin totaliter anlayışını kullanıyor” demenin bir kıymeti harbiyesi yoktur. 12 Eylül 1980 totaliter anlayışını-siz buna faşizm deyin-kullanan bir yapının en kısa zamanda bu faşizan sistemi kendisi içinde kurumsallaştıracağına şaşmayın. Böyle olduktan sonra tabi ki adama ne yazacağını da, ne söyleyeceğini de, ne konuşacağını da öğretmeye kalkarlar.
Yeniden: “Faşizm, kötü adamların aniden gelip iyi adamları dövmesi değildir” sözüne dönecek olursak, hakikaten Faşizm, birkaç kötü adamın aniden gelip iyi adamları dövmesi elbette değildir. Faşizm adım adım, milim milim, insanın gözünün içine baka baka, birçok aydının, sanatçının, demokratın, feministin, sivil toplumcunun, solcunun, ilkeli muhafazakârın, duyarlı insanın, bağımsızlıkçı ve onurlu insanın sessiz kalmasının da bir ürünü olduğunu unutmayalım. Belki bu sessiz kalanlar epey geç kalmışlardır, şimdi bu sessiz kalmalar giderilirse, belki eskide yapılması gerekli olan etkiyi yaratamayacaktır. Ama yine de Niemöller gibi, Ece Temelkuran gibi bir yerden başlamakta şarttır.
Erdal Sincer
- Ayrıntılar
“Bin yalan sadece bir doğru etse bile, yalana devam” diye yazıyor bir yoldaşımız. Yeşil Türki Faşistler bu şiara yüklenerek kendileri kamufle edebileceklerini sanıyorlar. “Dünyanın en gelişen ülkesi, demokrasinin kök saldığı ülke, askeri vesayetin son bulduğu ülke, özgürlükler ülkesi, yüz çiçek açsın, yüz düşünce birbiriyle yarışsın sistemi, insan haklarında çağ atlayan ülke” ve böyle ne kadar yalan varsa hepsini peş peşe dizseniz de yine de faşizmin birinciliğine oynadığınızı ve bu uğurda epey de mesafe kat ettiğinizi herkes görüyor. Artık size verilen primler, bonuslar, senetlerin zamanı geçmiştir. Artık sizin tek destekçiniz kalmıştır onlarda emperyalizm tam kökündeki para babalarıdır. ABD’dir, İngiltere’dir birde alttan alta İsrail’dir. Ve biraz da utanaraktan gizliden bu desteği sunan AB ülkeleridir. Artık bu ülkenin aydınlarını, sanatçılarını, yazarçizerlerini, onurlu insanlarını kandıramayacaksınız. Boşuna Mehmet Altan: “Bana ne yazacağımı, ne söyleyeceğimi öğretmeye kalkan küstahlığa ilk kez bu dönemde rastladım. İnce ince yapılan ayak oyunlarını görmezden geliyordum ama her şeyin de bir sınırı var. Küstahlık, kimin nereye nasıl yazıp çizmesinin dışında, ne yazacağı ne konuşacağı noktasına geliyorsa durum gerçekten vahim. Devletin halka ayar vermeyeceği, mağdur yaratmayacağı özgür bir toplum istiyoruz. Siyasal iktidar ise mevcudu ele geçirip 12 Eylül'ün totaliter anlayışını kullanıyor. Geçenlerde bakanlardan biri Türkiye'ye yarı başkanlık sisteminin çok yakışacağını söylüyordu. Yarı başkanlık denilen şey 12 Eylül anayasasında Kenan Evren için öngörülen bir sistem” demiyor.
“Bin yalan sadece bir doğru etse bile, yalana devam” artık tutmayacaktır. İstediğiniz kadar o sahte imam hatip dilinize güvenin, istediğiniz kadar insanların sadece güdülmek için dünyaya geldiklerine inanın, istediğiniz kadar insanların yönlendirilmeye açık yapılar olduğunu düşünün, istediğiniz kadar dünyanın tek numaralı patron olan ABD’nin arkanızda olduğunu düşünün. Artık size bonus yok. Artık size prim yok. Artık size senet yok. Artık size açık çek yok. Yok, çünkü sicillinizin kirliliği her geçen gün daha fazla gün yüzüne çıkıyor.
Örneğin:
Tutuklu Gazetecilerle Dayanışma Platformu, Hapisteki gazeteci sayısı 105 diye açıkladı. Bu 135 basın emekçisinin 94'ü Kürt medyasından.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin raporu: Türkiye 2011’de 159 mahkûmiyet kararıyla birinci sırada dedi.
Sınır Tanımayan Gazeteciler örgütünün Basın Özgürlüğü Endeksi: Türkiye’yi 179 ülke içinde 2011’de 148. sıraya gerilemiş olduğunu söyleyerek 10 sıra birden gerilediğini söyledi.
Ve daha önce birkaç kez dile getirildiği gibi dünya da 35 bine yakın insanı terörist olmakla yargılanıyor, bunların 12 binden fazlası Türkiye’de. Dünyanın hiç bir yerinde seçilmiş bu kadar insanı zindanlarda yok. Dünyanın hiç bir yerinde siyasal bir partinin bu kadar üyesi kodeslere tıkanmış değildir.
Evet, artık size inanacak kimse yok. Olmayacaktır da. Veriler ortada. Sayılar ortada. Her birinizin en büyük cambazlığı sayılarla oynamaktır. Ama yukarıda dile getirilen sayılarla oynama cambazlığını yapamazsın. Bunlar başkaları tarafından kaleme alınmış ve resmi kayıtlara geçen belgelerdir.
Saygın bir yazar; “Bu sistem suç üreten bir sistemdir” demişti. Gerçekten de öyle. Bu sistem sadece ve sadece suç üretiyor. Bu sistem sadece ve sadece insanlık karşıtı suç işliyor. Boşuna Erdoğan, “sarı basın kartlı, cebi silahlı” demiyor hatta hızını alamayarak “katiler” demiyor. Bunları yıllar önce Demirel’in sarf ettiğini Hasan Cemal’den okuduğumuz, “gazeteci kılığındaki militanlar” demesinin arkasından nelerin yaşandığını hepimiz biliyoruz. Yüzlerce gazetecinin katledilişi ve tabii birde 17.000’ üstünde faili meçhul.
Neşel Düzel’in İstanbul Medipol Üniversitesi’nde hukuk dersleri veren Prof. Dr. Yücel Sayman’la yaptığı mülakatta Yücel Sayman: “Siyasi iktidar şimdi ne diyor? “Biz vesayet sisteminin belini kırdık” diyor. Vesayet dediğiniz, asker ve sivil bürokrasinin sadece AK Parti üzerinde kurduğu vesayet değildir ki! O, vesayet sisteminin sadece bir parçasıdır. Asıl vesayet, halkın üzerinde kurulan vesayettir. Bu ülkede halkın üzerindeki vesayet kaldırılmadı!...
Eskiden kimin tehlike ve tehdit olduğu kararını, Milli Güvenlik Kurulu’nda askerler verirdi. Şimdi bu kararı hükümet veriyor ve yargıya nelerin bertaraf edilmesi gerektiğini, nelerin tehdit ve tehlikeler olduğunu o söylüyor.
Mesela KCK davasında Başbakan veya İçişleri Bakanı çıkıyor, “bunlar büyük bir tehlike, bunlar teröristlerdir” diyor.
Siyasi iktidar, yargıya hedef ve tehlikeyi gösteriyor. Yargı da bildiği hukuk sistemini işletiyor ve kendisine gösterilen tehlikeye karşı devleti koruyor. Bu yüzden bizim esas sorunumuz bu despotik sistemledir! Çünkü despotizmde kararı kimin aldığı önemli olmuyor… Görevinin devleti korumak olduğuna inanan o yargıç kültürü, gene insanları tutuklayacak. Hiçbir şey değişmeyecek.”
Prof. Dr. Yücel Sayman görüşlerini dile getirmeye devam ediyor ve ekliyor: “Ceza Mahkemesi yeni bir karar verdi. Birinin evini ararken 19 boş çakmak bulmuşlar. Mahkeme, “19 boş çakmak bulundurmak hayatın doğal akışına aykırıdır” dedi ve bu kişiyi molotofkokteyli yapmak üzere çakmak bulundurmaya ve örgüte soktu. Bir ceza mahkemesi düşünün ki!... Davranışlarınızı da tanımlıyor. Hayatın akışına neyin uygun olup olmadığına mahkeme karar veriyor. İnsanlar o mahkemede mahkûm oldular. Bu karar beni dehşete düşürdü. Benim evimde de 40 boş çakmak var. Hatta beş-on liraya aldığım yüz de saat var. Ayrıca hukukçu olarak bana danıştıkları için evimde KCK dâhil her davayla ilgili dosya da var. Bu yargı kültürü ve zihniyeti, bu tür yorumlarla herkesi mahkûm edebilir. Yargı suç işliyor…
KCK davasıyla ilgili avukatların büroları arandı ve bütün dosyalar götürüldü. Bu suçtur. Bir avukatın bürosunda sadece isnat ettiniz suçla ilgili belge arayabilirsiniz. Avukatın bürosundaki diğer dosyaları alamazsınız. Dosyaları, mahkeme kararıyla bile alamazsınız. Şimdi bu avukatların dosyaları alınan müvekkilleri ne olacak? Bunu yapan mahkeme hakkında soruşturma açılması lazım. Polis de, savcı da suç işledi burada!...” diye de ekliyor.
Yukarıda alıntıladığımız birçok yazarın birleştiği ortak nokta bu sistemin sadece ve sadece suç ürettiğidir. Suç üreten bu sistem, özelde de düşünce özgürlüğünü, demokratik kültürü, insan haklarını, basın özgürlüğünü çiğnemekte sınır tanımıyor. Burada Kürt halkına karşı yapılanları anlatma ihtiyacı bile duymuyoruz. Kendi toplumuna bu kadar faşizanca yakalaşın bir sistemin Kürtlere neler yapacağını siz düşünün.
Ancak görülen o dur ki Akepe bir kaç emperyalist ve işbirlikçi para babası dışında yaslanacağı kimse kalmamıştır. Küçük küçük ama emin adımlarla giderek oluşturulan bu yeni suç sistemine karşı herkesin ama herkesi sesi yükselmeye başlayacaktır.
İlk sözümüz geri dönersek: “bin yalan sadece bir doğru etse bile, yalana devam” stratejiniz çökmüştür. Halklar nezdinde iflas etmiştir.
K. NUDA
- Ayrıntılar
