Kürtler açısından hayati öneme sahip çok kritik bir süreçten geçildiğini, bunun için de özgür iradeli ve birliği esas alan bir Kürt duruşunun olması gerektiğini geçen hafta ifade etmiştik. Bu durum sadece Kürtlerin varlığı ve özgürlüğü açısından değil, aynı zamanda bölge halklarının demokratik birliği ve kardeşliği açısından da hayati öneme sahiptir.
Kürtler kendi özgürlükleri ve Ortadoğu halklarının demokratik geleceği açısından hayati önem arzeden rollerini nasıl oynayabilir? Bunun için de iki temel husus belirttik: Birisi özgür irade, diğeri demokratik birlik! Kürtlerin geçmişten ders çıkartarak her türlü işbirlikçiliğe karşı özgür iradelerini temsil eden bir siyaset izlemeleri, bu temelde örgütlenip demokratik ulus birliklerini yaratmaları insanlığın geleceği açısından da hayati önem taşımaktadır.
Bütün bunlar açısından da Kürtler arası ilişkilerin doğru ve demokratik çerçevede örgütlenmesi önemlidir. Kürtler birlik olmalıdır; ancak bu hangi iç ve dış siyaset temelinde olabilir? Birlik için özgür duruş şarttır. Herhalde işbirlikçilik temelinde bir toplum birleşemez. Yine birlik için demokratik ilişki ve ittifak anlayışı gerekir. Yoksa bir gücün diğerlerini baskı altına almasına, devletin toplum üzerinde egemenlik kurmasına birlik denemez.
Demekki özgür duruş ve birlik demokratik iç ve dış siyaseti gerekli kılıyor. Bu da halk nezdinde açıklığı gerektiriyor. Bütün Kürt parti ve örgütlerinin iç ve dış siyasetlerini özgür iradeli ve demokratik birlikçi hale getirmelerini şart kılıyor. Demokratik çerçevede bütün siyasal anlayışlarla birlik içinde yaşamaya hazır mı, değil mi? Çeşitli parti ve devletlerle geliştirdiği ilişkilerde özgür iradeli mi, yoksa boyun eğmeci mi? Bu sorulara net ve açık cevapların verilmesi gerekiyor.
Zira Kürtler kendi duruşlarını özgür iradeli kılamaz ve demokratik iç birliklerini oluşturamazlarsa, hem kendileri ve hem de Ortadoğu halkları açısından sözkonusu hayati rolü oynayamazlar. Onun için her parti, örgüt ve siyasal kişiliğin özgür iradeli olması gerekir. Her türlü ilişki ve ittifakını Kürt özgür iradesini temsil temelinde kurması gerekir. Yine Kürtler arası ilişkilerde demokratik birlik ölçülerini esas alıp uygulaması gerekir.
Örneğin, bir partinin diğerlerini baskı ve egemenlik altına alması olmaz. Bu temelde ulusal birlik oluşmaz. Yine bir partinin başka partiler aleyhine ilişki ve ittifaklara girmesi kabul edilemez. Bu, sadece düşmanlık anlamına gelir. Yine bir parçanın diğerlerinden önde veya üstün tutulması, bir parçanın yönetiminin sadece kendi çıkarlarını esas alarak diğer parçaları gözetmeden ilişki ve ittifak kurması ulusal birlikçi ve demokratik olamaz.
Kürtler arası doğru ilişki, parça, parti ve siyasal şahsiyetler düzeyinde ancak karşılıklı birbirine saygı, ortak çıkarları gözeten, varlığını kabul eden demokratik siyaset ölçüleri temelinde olabilir. Bu da özgür bir duruşu, ilişki ve ittifak siyasetini gerektirir. Özgür iradeli bir dış siyaset anlayışı olmadan, demokratik birlikçi bir iç siyasal duruş geliştirilemez. İç ve dış siyasal duruş birbirine bu kadar bağlıdır. Bu nedenle, Kürtler arası ilişkilerin demokratik birlikçi olması, ancak Kürt parti ve örgütlerinin dış ilişkilerinde özgür iradeli olmalarıyla mümkündür.
Dolayısıyla bütün Kürt parti, örgüt ve siyasal şahsiyetlerinin dış ilişkilerde açık olması, kimlerle ne tür ilişkiler kurduğunu ve bu ilişkilerin Kürt ulusal demokratik hareketine ne tür kazanımlar sağladığını topluma açıklaması gerekir. Örneğin, PKK’nin devlet ve hükümetle İmralı ve Oslo’da yakın geçmişte yürüttüğü ilişkiler basına yansımıştır. Zaten bu biçimde basına yansımadan önce de Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan ve KCK Yürütme Konseyi sözkonusu görüşmeler hakkında zaman zaman açıklamalarda bulunmuştur. “Devlet ve hükümetle görüşme halinde olduklarını, bununla Kürt sorununun barışçıl-siyasi çözümünü hedeflediklerini” belirtmişlerdir. Dahası “Görüşmelerde müzakere aşamasına geldiklerini, müzakere için ilkeleri içeren protokoller hazırladıklarını” ifade etmişlerdir.
Bir süredir PKK’nin bu çabaları basında ve kamuoyunda tartışılmaktadır. Ne kadar doğru olup olmadığı, yine ne kadar başarıya ulaşıp ulaşmadığı üzerine herkes görüş belirtmekte ve bu temelde yapılmış çalışmalar açıkça toplum ve kamuoyu tarafından değerlendirilmektedir. Benzer durum diğer Kürt parti ve örgütleri açısından da geçerli olmalıdır.
Örneğin, en başta etkili Kürt partileri olan KDP ve YNK’nin kimlerle ne tür ilişkileri sözkonusudur? Diğer Kürt parti, örgüt ve şahsiyetleri kimlerle ne tür ilişkiler içine girmektedir? Bu ilişkilerin Kürt halkına faydası, Kürt sorununun çözümündeki rolü nedir? AKP ile anlaşarak Türkiye’ye dönenler, bunu neyin karşılığı olarak yapmaktadır? Aceba bu tür ilişkiler “PKK’ye küfretme karşılığında bazı bireysel ve örgüsel çıkarlar elde etmeye” mi dönüktür?
Örneğin Güney Kürdistan Başkanı Mesut Barzani ABD ve Avrupa’da bir dizi görüşmeler yaptı. Ardından Türkiye’ye gelerek devletin tüm yöneticileriyle görüştü. Güney Kürdistan Başkanı ABD ve TC yetkilileriyle neler görüşüp hangi kararlara ulaşıldığını Kürt halkına ve kamuoyuna açıklamalıdır. Çünkü bu husus önemlidir. Bir yandan özgürlük mücadelesi veren PKK’ye “Terör örgütü” deyip yok etmek isteyen ABD ve AKP, diğer yandan Mesut Barzani ile neyi görüşmektedir? Bu görüşmeler Kürtlere kazandırıyor mu, kaybettiriyor mu? Görüşmede “PKK konusu ele alındı” diye açıklamalar yapılıyor. Peki Güney Kürdistan Yönetimi “PKK’yi yok etmek isteyen” bir devlet yönetimiyle neleri görüşüyor? Elbetteki Kürt kamuoyu bu sorunun cevabını bilmek istiyor.
Benzer bir biçimde BDP ve DTK gibi parti ve kurumlar da görüşmelerinden elde ettikleri sonuçları halka açıklamalıdırlar. Hem başta AKP olmak üzere diğer hükümetlerle, hem de KDP ve YNK olmak üzere Kürt parti ve örgütleriyle neler görüşüp hangi kararlara ulaştıklarını halka rapor etmelidirler. Yoksa toplum çok haklı olarak “Neler görüşülüyor?” diye kuşku duyacaktır.
Bunları yazarken Kürt parti, örgüt ve şahsiyetlerinin iç ve dış ilişkilerine karşı olduğumuz anlaşılmamalıdır. Tersine Kürtlerin iç ilişkilerinin ve dış diplomatik faaliyetlerinin mevcut olandan çok ileri düzeyde geliştirilmesinden yanayız. Çünkü Kürt halkının ve Ulusal-Demokratik Hareketinin iç demokratik ilişki ve ittifak ile dış diplomatik ilişkiye çok ihtiyacı var. Fakat içine girilecek bu tür ilişki ve ittifakların bir kuralı, ölçüsü ve ilkesi olmalıdır.
Her şeyden önce, her türlü iç ve dış ilişki demokratik ölçülere uygun olmalıdır. Dış ilişkiler Kürt özgür iradesini korumalı ve Kürt ulusal-demokratik çıkarlarını esas almalıdır. Örgütler ve parçalar birbirlerinin aleyhine başka örgüt veya devletlerle herhangi bir ilişkiye girmemelidir. Bizim üzerinde durduğumuz ve karşı çıktığımız nokta burasıdır.
Elbette belirtilen hususların olmaması, Kürtler adına yapılan iç ve dış diplomasinin denetlenmesi ve tüm topluma hizmet etmesi iki yolla mümkündür. Birincisi, bu konuda açıklığın olmasıdır. Yani tüm parti ve örgütlerin açıklık ilkesine uymasıdır. Girdikleri ilişkileri, bu konuda yaptıkları çalışmaları halka açıklamasıdır. İkincisi ise, iç diplomasi demokratik birlik çerçevesinde yürütülürken, dış diplomatik ilişki ve ittifakların ortak bir ulusal kurum ve stratejiye kavuşturulmasıdır.
Tabi bunun yolu da Kürt Ulusal-Demokratik birliğini sağlayacak olan Kürdistan Ulusal Kongresi’nin oluşturulmasıdır. Kürdistan Ulusal Kongresi karar, yürütme ve savunmada ulusal birlik ve kurumlaşma yaratacağı gibi, Kürtlerin diğer toplum ve devletlerle ilişkilerini de ortak bir strateji ve kurumlaşmaya kavuşturacaktır. Bu nitelikte bir Ulusal Kongre veya Konferansın acilen toplanması gerektiği açıktır. Yaşadığımız sürecin karakteri ve bunun Kürtlere yüklediği tarihi misyon bunu gerektirmektedir.
Selahattin ERDEM
- Ayrıntılar
“PKK silahı tercih ederse sonucuna katlanır” sözlerini yeni duymuyoruz. Ancak bu kez söyleyenler farklı kişiler. Ve bu sözü söyleyenler ne denli bu cümleyi sarf ederlerken ciddiler ya da ne denli bu sözlerinin farkındalar o da ayrı mesele. Ya da arka perdesi nedir, politik manevralar mıdır ya da aksine dediğimiz gibi söyledikleri gibi midirler? Bunu bize yakın tarih gösterecektir.
Ancak bizim söyleyeceklerimiz elbette vardır. Dağlara ilk çıktığımız günden bu yana Türkiye’de ne kadar da çok “kudretli” hükümetlerinden, generallerinden “sonucuna katlanırlar” sözlerini duyduğumuzu bir biz biliriz bir de tanrı. Her gelen ne kadar da çok kısa sürede bizi tasfiye edeceğinin sözlerini Türkiye’ye hatta Avrupa ülkelerine verdiğini de biz iyi biliyoruz.
Ancak biz başka bir şey de biliyoruz o da: her gelen duvara toslamıştır. Her gelenin sonu hüsran olmuştur. Her bizi bitirmeye dönük planlar yapanlar halkımıza, dağlarımıza ve bize çarparak geriye çark etmiştir. Bu madalyonun bir yüzü. Birde madalyonun diğer yüzü vardır. O da dağlara çıkarken halkımıza verdiğimiz, insanlığa verdiğimiz ve birde birlikte yıllarca dağlarda omuz omuza halkımızın düşmanlarına karşı er meydanlarında çarpışarak şehit düşen yoldaşlarımıza verdiğimiz sözler vardır. Ve biz bu sözlerin gerçekleşmesi için inadına on yıllardır dağlarda en zor yaşam koşullarına dayanmasını bildik ve bu bundan sonrada halkımızın, ilerici insanlığın ve de toprağa düşüpte beş metre beze bile saramadığımız yoldaşlarımızın hayallerini ve özlemlerini gerçekleştirmek için yine inadına bu hayalleri gerçekleştirmek için dayanacağız ve direneceğiz.
Ve biz bunun için her eylemimizin sonuçlarına katlanmasını biliriz. Nasıl ki toprağa düşen her bir yoldaşımız bilmiş ise…
Onlar ki kendileri için bir şey istemeden halkımızın özgürlüğü için canlarını hiçbir tereddüt göstermeden vermesini bilmişlerdir.
Onlar ki beş metre beze bile tenezzül etmeden canlarını dişlerine takarak dünyanın en zor ve sert geçen direniş mücadelesine kendilerini adadılar.
Onlar ki birçoğunun bir mezar taşı bile yoktur.
Onlar ki belki en son sarf ettikleri sözlerini de duymadık.
Onlar ki belki halkımız için birer resimlerini bile bırakamadılar.
Evet, onlar ki kendileri için hiç bir şey ama hiç bir şey istemeden halkımıza ve ülkelerine canlarını adadılar. Onlar bir beşeriden istenilecek en ileri düzeydeki fedakarlığı gösterdiler.
Onlara layık olmasını bilecek yoldaşları olarak, bu bağlamda halkımızın yaşamı için halkımızın özgürlük sorunun çözme uğruna bu halk için ölmesini bilecek kadar bu halkı sevenler olarak her zaman tüm zamanlarda dağlara çıkışlarımızın sonuçlarına katlanacağımızın bilincinde olarak direnişimizi sürdüreceğiz.
Şıho Dirlik
- Ayrıntılar
Ortadoğu’da İngilizlere herhalde en ileri düzeyde hizmetlerde bulunan kişinin ismi Lawrence’dir. Alias, Thomas Edward Lawrence. Lawrence’yi az çok herkes bilir. Ortadoğu’da yaptıklarını herhalde saymakla bitiremeyiz. İngilizlerin böl parçala ve yönet politikalarının 20. yy.da uygulanmasında en başat rolünün uygulayıcısı olmanın “gururu” ona aittir.
1910 yıllarında ilk kez Türkiye geliş ardından bazı Arap ülkelerine giderek Arap ve İslam kültürünü öğrenen Lawrence yeniden İngiltere’ye geçer. Ve peşinden bilinen kapsamlı Ortadoğu gezileridir. 20. yy.da Arapları Osmanlılara karşı başkaldırı haline getirerek Ortadoğu’yu tümden batıya açan ismin Lawrence olduğunu demek herhalde yanlış düşmez. Öyle ki sonraları param parça olmuş bir Ortadoğu, onlarca devlete bölünmüş Araplar derken yönetilmeye uygun hale getirilmiş bir Ortadoğu coğrafyası.
Hiç şüphe yoktur ki tümünü Lawrence yapmamıştır. Ancak Lawrence Ortadoğu’da kışkırtıcılığın, provoke etmenin, Truva atı misali içten fethetmenin, batının Ortadoğu’ya taşınmasının ve yerleşmesinin önemli isimlerinden biri sayılabilir.
Gittiği her yerde kışkırtıcılık yaparak tahriklerle Ortadoğu halklarını birbirine bırakmıştır. Ortadoğu’yu savaş haline getirmiştir. Bin yıllardır bu topraklarda ortakça yaşayan onlarca farklı halkı, çok sayıda dini inanç gurubunu birbirine bırakarak Ortadoğu’da onarılmaz yaralara yol açmıştır bu Lawrence tarzı arkadan vurmalar.
Biliniyor böyle görevlendirilmiş kişiliklere tarih Lawrence tipi diyor. Örneğin Kürtlerin başına da bu ayardan birisi o yıllarda musallat olmuştu. İsmi Binbaşı Noel’di. Binbaşı Noel’e kimileri Kürtlerin Lawrence diyordu. Güya Kürtlerin dostu idi. Ancak özellikle Şeyh Mahmud Berzenci’nin başına nelerin getirildiğini az çok tarihi bilenler bilir ki böyle dostluklar hep tutsaklıkla sonuçlanır.
Şimdilerde de Ortadoğu’ya yeni bir Lawrence yerleştiriliyor. Bu Lawrence diğer Lawrencelere benzemiyor. Önemli farkı buralı olmasıdır. Yereldir. Kökeni Ortadoğuludur. Birde hakikaten Müslüman olduğuna inanılıyor. Özelde de Arapların dostu olduğuna inanılıyor.
Ancak yeni Lawrence tarihte tanıdığımız tüm Lawrencelerden çok daha ileri düzeyde tehlikelidir. Geçmişte Lawrence Vahabilikle diğer İslam’ın mezheplerini karşı karşıya getirerek dar bir sahada yapacaklarını yapardı. Şimdinin Lawrence’si Ortadoğu’yu karıştırmak için çok daha büyük hareket sahasına sahiptir. Eski Lawrence’nin iyi bir hatip olduğu, ikna gücü yüksek biri olduğu söylenirdi. Şimdinin Lawrence’nin de böyle özelikleri göze batıyor. İçiyle dışı bir olmayan Lawrencelerin ortak özelikleri insanın ruhsal sahasını iyi kullanmasını bilmeleridir.
Evet, yeni bir Lawrence devrededir. Ortadoğu’yu eski Lawrence İngiltere’ye açıyordu, şimdinin Lawrence Ortadoğu’yu ABD’ye açıyor. Bunun içindir ki ABD yeni Lawrence’ini sonuna kadar destekliyor. Özel karşılıyor. Özel muamele yapıyor. Ve yaptığı tüm şımarıklıklara göz yummuyor.
Evet, Ortadoğu’nun yeni Lawrence tam bir savaş kışkırtıcısı. Ortadoğu’nun ABD emperyalizminin tam egemenliğine girmesi için her yerde savaş çıkmasını istiyor. Önce Irak, sonra Afganistan, peşinden Libya, şimdilerde ile Suriye ve öyle görülüyor ki ardından da İran. Kürdistan’da söz bile açmıyoruz. Ortadoğu’yu ABD’ye ve tüm emperyalizme açmak için özel görev almışa benziyor. Emperyalistlerin Ortadoğu halklarına ve rejimlerine söyleyemediklerini yeni Lawrence’nin ağzıyla söyletiyorlar ve eliyle de yaptırıyorlar.
Dikkat edilirse Libya’da böyle oldu, Suriye’de böyle oldu, İran için aynısı oldu. Irak içinde aynısı geçerlidir. Ve biz Kürtler zaten bunu çok önceleri dile getirmiştik. Yeni Lawrence emperyalistlerin politikalarına uygun hareket ettiğini belirtmiştik. Daha sonraları ise Libya, Suriye, İran ve Irak benzer şeyler sarf ettiler.
Evet, yeni Lawrence özel bir görev verilmiştir. Bu görevin en başlıca olanı ise Ortadoğu’da yükselen halkların direniş dalgasını kırarak yeniden bir yolunu bularak emperyalizme bağlamaktır. Lawrence’liğin misyonu budur. Arkadan dolanarak, içten fethederek Ortadoğu’yu emperyalistlere açmadır.
Doğrusunu söylersek yeni Lawrence bu görevini çok sevmişe benziyor. Bunu kışkırtıcılığından çıkarıyoruz. Oturup kalkıp savaş istemesinden çıkarıyoruz. Oturup kalkıp ABD övücülüğünden çıkarıyoruz. İkide bir halkları tehdit etmesinden çıkarıyoruz.
Ancak ne yazık ki yeni Lawrence baştan sona böyle olmasına rağmen halen bunun görülmemiş olması doğrusu Ortadoğu için büyük bir talihsizlik olduğunu da üstüne basa basa söylüyoruz
K. Nurhak
- Ayrıntılar
“Zulme rıza zulümdür” sözü gerçekten de kulağa hoş geliyor. Hoş geliyor çünkü insanilik içeriyor. Birinin yaşadığı acıya göz kapamak esasta o acıyı yaratmak gibi bir şeydir ne de olsa. Hele bu acıyı bilinçli bir şekilde birileri yapıyorsa ve siz burada sessiz kalıyorsanız esasta sizde biraz bu acıların yaşanmasına ortaklık ederek zulüm edenin yanında yer almış olursunuz.
Dediğimiz gibi kulağa hoş gelmeye hoş geliyor lakin bu sözleri sarf eden kişi Türkiye cumhuriyeti devleti başındaki kişi olan Erdoğan oldu mu söylenenlerin hiçte söylendiği gibi olmadığını bilmemek sadece ve sadece körlük ve naiflik olabilir.
“Zulme rıza zulümdür” de Kürdistan’da senin polislerin günlük olarak ne kadar zulüm uyguluyor haberin var mı? Senin atadığın ve ruh sağlığı, psikopatlığa kayan içişleri bakanın olan zat el alemin başına yağdırılan biber gazının sağlığa zararsız olduğunu söylerken senden tek çıt çıkmıyor. Hani Zulme rıza zulümdü.
Ya da Sivas katliamını yapanlara dönük mahkeme zaman aşımı kararı verdiğinde sarf ettiğin o meşhur “hepimize hayırlı olsun” sözlerin Zulme rıza mıdır yoksa zulme karşı durma mı oluyor?
Hele Irak’ta başucumuzda neredeyse bir ülkenin nüfusunun yüzde 20’isine yakınını ya katleden ya da mağdur eden bir ABD dururken bu ABD ile en ileri düzeyde ilişkilenmek, stratejik ortaklıklar kurmak Zulme rıza mıdır acaba yoksa değil mi midir?
Afganistan’da yine dünyanın bilmem neresinde gelip Afgan halkının üstüne bomba yağdıran bir ABD, İngiltere dururken bunlarla dediğimiz gibi tarihin en ileri düzeyindeki ittifaklaşmayı yaşamak Zulme rıza göstermek midir yoksa değil mi midir?
Ya da ne bilelim Kürdistan’da dediğimiz gibi her gün yüzlerce insan zindanlara atılırken bu zulme karşı sessiz kalmaya ne diyelim?
Dahası Türkiye cumhuriyeti devletinin başbakanı sadece Zulme rıza zulümdür demiyor, dahası “ Bu sizin dini değerlerinizle çatışır. Bizim değerlerimizde savunmasız bir insana saldıramazsınız, vuramazsınız. Buna nasıl terörist dersiniz. Bunlar halk. Halkın olduğu sokakta tankın ne işi var(?)” diyerek birde gürlüyor.
Halkın olduğu sokakta senin TOMA’larının ve panzerlerinin ne işi var?
Kürdistan sokaklarında kameralara bakarak çocukların kollarını kırmak savunmasız insanlara saldırı değil midir?
Van’da yirmi tane it gibi polisin birkaç Kürt anasına saldırırlarken yaptıkları savunmasız insanlara saldırı değil midir?
“Kadın da olsa, çocukta olsalar güvenlik güçlerimiz gerekeni yapacaklardır” diyerek it sürüsü polisleri Kürt halkının üstüne Diyarbakır’da sürmeler zulme rıza mıdır? Yoksa savunmasız insana saldırı mıdır? Yoksa “Bizim değerlerimizde savunmasız bir insana saldıramazsınız, vuramazsınız” mıdır?
“Ufacık bir çocuk, bebe, terörist olur mu(?)” onu siz daha iyi bilirsiniz. Ne de olsa, binlerce Kürt çocuğunu zindanlara tıkayarak faşist gardiyan ve psikopat müdürlerinizle tecavüz ettirenler sizlersiniz. Ne de olsa insanları kazıklara çakan bir gelenekten geliyorsunuz. Ne de olsa başka halkların çocuklarını getirerek oğlancılık yaptıranlar sizlersiniz.
Özcesi bırakalım “Zulme rıza zulümdür” olmasını bizatihi Ortadoğu’da en büyük zulmü uygulayan gücün başında siz bulunuyorsunuz. Öyle ki dünya da anaların, çocukların, gençlerin yüzlerine en çok biber gazı sıkan rejim olarak nam saldınız.
Öyle ki dünya da en çok insanı terörist olarak içeriye atan sizsiniz.
Öyle ki dünya da en çok gazeteciyi sadece görüşlerinden ve yazdıklarından dolayı içeriye atan sizsiniz.
Öyle ki dünya da en çok çocukları zindana atan sizsiniz.
Öyle ki işkencenin öncülüğünü Avrupa’da bizatihi sizin iktidar çekiyor.
Tüm bunlar bu kadar açık ortadayken “Zulme rıza zulümdür” sözleri ancak sizin müritlere söker. Başka da kimseye artık sökmez.
Artık ne söylerseniz söyleyin her sözünüz sizleri, cenahınızı bir bumerang gibi vuracaktır. Çünkü bu kadar haksız olan, bu kadar içiyle dışı bir olmayan, mütereddit, müptela, söz ile eylem uyumsuzluğu yaşayan bir iktidar artık tek kelimeyle baş aşağıya gidiyor demektir.
Şıho Dirlik
- Ayrıntılar
Türkiye gerçekten de garip bir ülke.
Gelişmeleri hep sonradan algılayıp anlamlandırmaya çalışmasını hayretle gözlemlemekteyiz. Son günlerde sözüm ona 12 Eylül yargılamasını (özünde bir AKP tiyatro sahnesi) izliyoruz. Her kesimden herkes adeta her şeyi konuşuyor. Sahaya inmiş 32 yıl sonra “kral çıplak” diyorlar ve 12 Eylül davasına müdahil oluyorlar. Seyrediyoruz, gülüyoruz, ama bir yandan da gerçekten sıkıntı veriyor.
İnsan yaşadıkça nelere tanıklık ediyor demek ki. Tarihe doğru tanıklık bir erdemdir.
Eğer tarihi doğru bilip yansıtır ve yorumlayabilirsek gerçekten toplumun birçok sorunu da çözülebilir.
Örneğin Türkiye Halkı geçmiş tarihi iyi bilip idrak etseydi, 12 Eylül faşizmine karşı ilk demokrasi ve özgürlük savunucusunun PKK olduğunun bilincine varacaktı. Kenan Evren ve Onun faşist şürekâsının korkusundan Türkiye’de yaşanan tarihi derin suskunluk ve korku yıllarında Türkiye ve Kürdistan Halklarının mert evlatları PKK’liler, yiğitçe öne atılıp bu faşist cuntaya en radikal biçimde “dur” deyip, Türkiye ve Kürdistan Halkının iradelerini temsilen tarihe müdahil oldular.
Egemenler yüzyıllar boyunca ancak tarihi çarpıtarak hegemonyalarını sürdürebildiler. NATO-Gladiosu’nun, Ortadoğu ve Türkiye’deki devrimci demokratik gelişimi durdurma temelinde gerçekleştirdiği 12 Eylül faşizmi kuşkusuz yargılanmalıydı.
PKK gerek zindan direnişiyle gerekse de 15 Ağustos Çıkışı ile mutlaka yapılması gereken bu tarihi yargılamayı başlattı. Yargıladı. Ve böylece demokratik gelişmelerin kısmide olsa önünü açabildi. “Asıl savaşçılar suskundur” derler ya, işte bu tarihi karar ve adımı gerçekleştiren PKK’liler bugün son derece vakur ve biraz da gülümseyerek bu sözde yargılamayı izliyorlar ve hayıflanıyorlar. Büyük bedeller vererek faşist cunta ve onun akıl hocalarının planlarını yerle bir edip, prestijlerini darmadağın ettiler. Kuşkusuz tarihi, insani ve ahlaki görevlerini yerine getirdiler. İşte ne acıdır ki; Türkiye halkı bunu bilmiyor. Karadeniz’in yiğit evladı Kemal PİR gerçeğini tanımıyor. Cuntaya canıyla bedel veren gerçek kahramanları tanımıyor.
Kuşkusuz özgürlük ve demokrasi mücadelesi kesintisiz bu güne kadar devam etti.O günlerde tanrı bilir nerelerde saklanacak bir yer arayarak yaşamını sürdüren Recep Tayyip Erdoğan şimdi büyük özgürlük savaşçısı olarak kendisini bize takdim etmektedir. Ucuz kahramanlığın bu kadarına da pes doğrusu. Gecikmiş adalet, adalet değildir derler. Sormazlar mı adama “Bugün partisinin adını Adalet koyan Tayyip Erdoğan o dönem neredeydi?”
Türkiye halkının bu noktada iyi aydınlatılması gerekir. Bu halk yıllardır aldatılarak birilerinin peşinden bilinçsizce koşup gidiyor. Geçen yıllara yazık oluyor. Artık sistemin geliştirdiği bu oyunun bilincine varıp “dur” deme vakti gelmiştir.
Unutmayalım ki, darbe ve sonrasında Türkiye ve Kürdistan halkının evlatlarını işkencelerden geçirip idamla cezalandıran Kenan Evren, elinde kutsal kitap Kuran ile halk içinde dolaşıp ayetler okuyarak şarlatanlık yapıyordu. Kuranı kirli emellerine alet ediyordu. Maalesef halk oylaması denilen göstermelik oyunda % 90 oyla üniformalı kral seçilmişti. “Tarih tekerrürden ibarettir” derler. Şimdi de aynı ülkede sivil giyimli Tayyip Erdoğan aldığı %50 oyla ve yine aynı söylemlerle halkı kandırıp, halkı idare ve ülkeyi yönettiğini sanıyor. “Acaba Kenan Evren ile Tayyip Erdoğan’ın söylem ve eylemleri arasında ne tür bir fark vardır?” diye düşündüğümüzde bırakalım farklılığı gerçekten çok büyük benzerlik hemen görülebilmektedir.
Özellikle Kürdistan Halkına yönelik yaşananları irdelediğimizde Erdoğan’ın Kenan Evren’e göre daha ince bir soykırım politikasını geliştirdiğine tanık olmaktayız. Erdoğan, yalan, iftira ve münafıklık konularında Kenan Evren’i kat be kat aşan bir ustalıkla işini yürütüyor.
Kenan Evren’in işini yaparken iki yüzü vardı. Tayyip Erdoğan ise çok yüzlülüğüyle Türkiye tarihinde gelmiş geçmiş tüm politikacıların hepsini geride bırakmıştır. Erdoğan, her türlü özel savaş yöntemini deneyerek ve daha düne kadar Kenan Evren’e methiyeler dizen malum medyayı da yanına alarak, –Bu arada o dönemde Fetullah Gülen Hoca Efendi’nin methiye mektupları da merak konusudur- özellikle din istismarı ile bir halkı en sinsi yöntemlerle tarihten silmeye çalışıyor.
Ama şu bir gerçektir ki, Kürdistan artık Kenan Evren dönemindeki Kürdistan değildir. PKK büyük özgürlük savaşıyla direngen bir halk yarattı. Bugün bu halk yine PKK önderliğinde daha bilinçli ve örgütlü bir şekilde 12 Eylül’ün farklı bir versiyonu olan Erdoğan ve onun AKP’sinin ideolojik ve politik temsilcilerine karşı direnişini devam ettirmektedir. Bu anlamda Erdoğan’ın gafil yaklaşmayıp PKK ve onun yarattığı özgürlük mücadelesine daha ciddi yaklaşması herkes için daha hayırlı sonuçlar doğurabilir.
Nasıl ki, apoletliler karşısında Kürt Özgürlük Hareketi her şart altında direnişi geliştirip sistemi parçalayıp anlamsız kıldı ve sistem adına itibar diye bir şey bırakmadıysa, eğer Erdoğan böyle devam ederse sonu Kenan Evren’inkinden daha hazin olacaktır. Tarihin seyri bu durumun gerçekleşecek olmasının şüphesizliğini kanıtlamıştır. Bir not olarak düşmek iyi olabilir.
On yıldır Kenan Evren anayasasıyla Türkiye ve Kürdistan Halkına nelerin mubah görüldüğüne tanıklık etmekteyiz. 12 yaşındaki Uğur Kaymaz ve onlarca Kürt çocuğunun sistemlice katledilmesi, on binlerce Kürt Siyasetçisinin zindanlarda çürümeye bırakılması, Türkiyeli aydınlardan Ragıp Zarakolu ve Büşra Ersanlı gibi aydınlara kelepçe vurulması, gencecik 15 Kürt Kadın gerillasını katleden ve Roboski’de katliam yapan güvenlik güçlerinin tebrik edilmesi, Kenan Evren’in 12 Eylül’deki idamları ve “asmayalım da besleyelim mi!” sözünün yeni bir sürümünün tezahüründen başka bir şey değildir.
Özcesi sadece son iki-üç ayda yaşananlara bakarak Kürt halkına yaşatılan acılarla Erdoğan’ın ve onun AKP’sinin ideolojik, politik ve askeri temsilcilerinin suçluluğu tescillenerek ve yargılanmaları tarihi bir zorunluluk haline gelmiştir. Şimdi 12 Eylül yargılaması döneminde AKP ve lideri Tayyip Erdoğan’ın tarihten ders alıp bu soykırım politikalarından vazgeçmeleri her iki halkın yararına olacaktır.
Ama oligarşik diktatörlüğün vermiş olduğu zafer sarhoşluğundan kaynaklı gözü dönmüş AKP, soykırım politikalarını sürdürebilir. Burada en önemli görev Türkiye Halkına düşmektedir. Türkiye Halkının demokratik direnişini geliştirmesinin ve faşizan gidişi durdurmasının tam zamanıdır. Türkiye Halkının gelişmelere daha duyarlı ve sorgulayıcı yaklaşıp zamanında hesap sorabilmesi, dostunu düşmanını iyi ayırt edebilmesi gerekir. Onurunu bu tür sahte, ucuz ve korkak önderlere çiğnetmeden özgür yaşam için tarihi sorumluluğunu bedeli ne olursa olsun yerine getirmesinin ahlaki ve siyasi bir görevi olduğunu bilmelidir. Yoksa yıllar sonra gecikmiş tutumlar karşısında adama Kürtlerin deyimiyle “ROJ BAŞ” derler.
Hüseyin Rojhat
- Ayrıntılar
Bu kış, afetten bir kıştı.
Bu kış, bahara sarkan bir kıştı.
Bahara sarkan bu kışta, uydurdukları hurafelerle, yalan dolanlarla kendini avutanlarda vardı.
Bu kışın AKP ve Fetul-Munafık-CIA Şeyhulislamı- adına kalem oynatan bazı vakanivusçular vardı.
Bu vakanivusçuların ar damarları çatlamış, vampirane xwinxarlıklarıyla Kürdistan gerillasına 3 ay ömür biçmişlerdi.
Baharda HPG’nin esamesinden eser kalmayacak bedduasını okuyorlardı.
Onların CIA Şeyhulislamı, ABD’deki ordugahında “Allahım onların kökünü kaz” derken , onlarda ellerini ovuştururken Kürdistan bize kalacak diye beyhude hayallere dalmışlardı.
Diyorlardı ki, Yanke babanın Predetörleri var. Bunlar bizim için savaşıyor.
Diyorlardık ki, zaten İsrail’in Heronları da bizim için savaşıyor.
Diyorlardı ki, zaten AB tümden bizim arkamızda.
Diyorlardı ki, ABD, İsrail ve Avrupa’nın en gelişmiş üstün savaş teknolojileri bizlere verilmiş.
Açıktan demiyorlardı ama ve lakin kendi aralarında diyorlardı ki, zaten NATO’nun hem üyesi hem de tetikçisiyiz.
Hem de ABD, Avrupa ve İsrail’in taşeronuyuz itirafında bulunmuyorlardı ama taşeron olduklarını cümle alem biliyordu.
Diyorlardı ki, zaten kışın gerilla da fazla hareket edemez.
Bu kadar ecnebiye sırt dayamışken, üstün teknolojileri de elimizde iken, bu afet kışta gerilayı bitireceğiz nakaratlarını dubare dubare, sebare sebare ...... devşorbe ağızlarıyla tekrarlıyorlardı.
Onlar bunu derken, bizde görüşürüz diyorduk.
Cemil Bayık arkadaşta diyor du ki, “AKP dua ediyor ki Bahar gelmesin”.
Siyonizmin bekçi köpeği AKP ile Fetul-Münafıkçı cemaat beyhude hayeller düşlerken aha bahar da geldi.
Söyledikleri gibi HPG gerillası üç ayda bitmedi. Üstüne üstlük sadece 2011 yılında 1000’in üzerinde gerilla katılımı oldu. HPG ordusuna 20 taburdan fazla yeni katılım oldu.
AKP ve Fetul-Münafıkçı vakanivusçuların dediklerinin aksine gerilla ordusu tüm yıllara göre en fazla bu yılda büyüdü.
Allayıp pullayıp Kürdistan dağlarına sürdürdükleri o özel timlerden 18’i Cudi’de gitti de gitti.
Hezex de başka yerlerde cengin ateşi ve sesi yavaştan yavaştan yayılıyor.
Öyle görülüyor ki bir Ozan’ın dediği gibi “Cenge Cenge Cenge”.
Öye görülüyor ki, “Bahar nasıl çağlarsa, gerilla da öye dağlar”.
Gerilla da dağlar, AKP ve Fetul-Münafıkçıların katil sürülerini.
Özgür Bilge
- Ayrıntılar
Öyle görülüyor ki Akepe tam 9 yıldır uyguladığı “bulandırma, sulandırma” taktiğiyle epey sonuç almıştır, halen de alıyor.
Kürtçe’de bulanık kelimesi için “şelu” kullanılır. Ortam ne kadar bulanık tutulursa gizli planları olanlar içersinde o kadar rahat hareket edebilirler. Ancak bir planları olmayanlar, saf, temiz olanlar ise böyle bulanık ortamlarda sadece ve sadece avlanırlar ya da dibe vururlar.
Akepe bir taktik olarak bulandırmayı esas alıyor. Ve buna bir de sulandırmayı çok güçlü bir şekilde ekliyor. Bulandırma ve sulandırmaya bir de ek olarak herkesi beklentiye sokarak bir şeyler vereceği hissini vererek reflekslerini öldürüyor.
Özel savaş uzmanlarına verilen temel derslerden bir tanesi insanların sisteme karşı reflekslerinin nasıl etkisiz hale getirileceği üzerinedir. Çok bildik bir kavramla buna psikolojik savaş diyorlar. İnsanı öyle etkileyeceksin ki sen onu vursan da farkına varmasın. Farkına vardığında ise iş işten geçmiş olsun. Teslim alma tutsak alma taktiği gibi insanı adeta bağlayan, hareketsiz kılan bir uygulama biçimidir bu.
Meşhurdur bir havuzun içerisinde bir ya da bir kaç tane kurbağa konulur. Havuzda ki suyun ısısı adım adım, derece derece yükseltilir. Verilecek ısının dozajı öyle ayarlanmalıdır ki kurbağa fark etmesin. Bu doğalında kurbağa ya da kurbağalarda bir duyarsızlık yaratacak, duyargaları öldürülecek, ancak suyun ısısı giderek yükseltildiği için bir noktadan sonra ise kurbağa istese de bu tuzaktan çıkamayacaktır. Tek bir yolu vardır; haşlanacaktır.
“Bulandırma sulandırma” taktiğiyle benzer bir yol izlenmektedir. Akepe devleti yaşamın akışını o kadar bulandırarak, sulandırarak ciddiyetten düşürmüştür ki artık ülkenin en önemli konuları sıradan hale getirilmiştir.
İnsanlar örneğin katledilir ama kimse bu katledilmeleri önemsemez. Roborski’de olduğu gibi kendi uçakları gidip 34 genci katleder ama haber değeri bile taşımaz. Aylar geçse de bir türlü bu olayın talimatının kim verdiği ortaya çıkmaz. Ve zamanla unutulup geçip gider.
Binlerce çocuk sadece birkaç taş attığı için on yıllara varan cezalara çarptırılır. Peşinden sanki bu çocukları biz içeri atmışsız gibi bir kanun çıkarılır, kimi çocuk dışarı çıkar, diğerlerine ise tecavüz edilir, ancak haber değeri taşımaz. Ve giderek sümen altı edilir, unutulur.
Böyle onlarca değil, yüzlerce olayı peş peşe dizerek dile getirmek mümkündür. Ceylan Önkol olayı aydınlatılmaz. Uğur Kaymaz olayı aydınlatılmaz. Şerzan Kurt olayı aydınlatılmaz. Erdem Aydın olayı aydınlatılmaz. Hrant Dink olayı aydınlatılmaz. Siirt’te YİBO’larda tecavüze uğrayan kızların olayı aydınlatılmaz. Kadın cinayetleri olayları aydınlatılmaz. Derken hiçbir olay aydınlatılmaz. Aydınlatılması ise çoğu zaman mağdurların ne kadar da haksız ve bu uygulamaları hak ettikleri işlenir. Bunlar yetmez psikolojik olarak ciddi ruh bozukluğunu yaşayan bir bakanları insanla alay eder. Biber Gaz’ının zararlı olmadığını söyler, gazetelerin bomba gibi olduğunu söylerler, öldürmeseydik de beslese miydik diyerek bir de insanla alay edilir.
Tabi ki bunlar yetmez bir de “bunlar gazeteci değil, bunlar militan, bunlar silahlı, bunların basın kartları yok” diyerek insan aklıyla alay ederler.
Özcesi “bulandırma, sulandırma” taktiğiyle her şeyle ama her şeyle alay ederek, ciddiyeti aşındırarak, laubali hale getirerek dünyanın en önemli konularının içini boşaltırlar. Bir kere önemli olan bir meselenin içini boşaltmışsanız artık orada hiçbir değer kalmayacaktır. Bunu yarattıktan sonra kurbağa misali pişmeye başlamışsınız demektir. Fark etseniz de artık pişiyorsunuzdur. Refleksleriniz ölmüştür. Duyarsız hale getirilmişsinizdir.
Özcesi “bulandırma sulandırma” taktiği budur. Bu Akepe taktiğine karşı en iyi savunma; söylenenle eylemi iyi takip etmedir. Söz ile eylemin uyumuna iyi bakmadır. Söz ile yapılanı yan yana getirerek kurbağa gibi pişirilip pişirilmediğimize bakmaktır. Dilin kemiği yok derler. Akepe bu konuda dili dünyada en ustaca kullanılanların da ismidir. İnsan aklıyla en fazla dille alay eden yapının başında Akepe gelmektedir. İşte bu yalana kanmamak için öncelikli olarak söz ile eyleme iyi bakmamız gerekir. Bir de balık hafızalı olmaktan çıkmamız gerekir. Dün ne söylemişlerdir ve bugün ne söylediklerine iyi bakmak gerekir.
Zaten “bulandırma, sulandırma” taktiği insan aklıyla oynama taktiğidir. Bu taktiği boşa çıkarmanın tek yolunun tarihi bilince sahip olmaktan geçtiği gibi, her gün ama her gün söz ile uygulamaya bakmaktan geçiyor.
K. Nuda
- Ayrıntılar
Kürtler artık kara delikler tarafında yutulup yok edilecek basit birer enerji parçacıkları değildirler. Her gerçek Kürt insanı güneşten birer parça olmuştur ve ondan yansıdıkları, geldikleri gibi tekrar ona doğru akarlar. Kendine gelmiş ve gelmekte olan Kürt insanı güneşe doğru aktıkça daha da parladığını ve sonsuza dek varlığını aydınlığa kavuşturduğunu bilir. Bu bilinçte olan Kürtler bundan sonra karanlığı çağrıştıracak veya karanlığı geri getirecek her hangi bir dayatmayı asla kabul etmez ve gerekirse bu uğurda canını vermekten hiç çekinmez. Artık bir gelenek haline gelen Amara yürüyüşü her hangi bir yürüyüş değildir. Tarihte çokça örneği olan herhangi bir haç ziyareti veya bir ermişin dergâhına varma merasimi de değildir. Öğle toplumun daha fazla tüketime kışkırtıldığı herhangi bir doğum gününü kutlama şekli de değildir. Bu Kürt insanının kendi önderliği şahsında hayata duyduğu büyük anlam, varlığıyla ulaşılan büyük sevinç, özgürlük bilinci ve eylemidir. Amara’ya giden her insan, güneşin ışığıyla yıkanmaya, arınmaya, özüne kavuşmaya gittiğini, orada kötülüklerinden arınmaya, halkını, dolayısıyla kendini sevmeye onurlanmaya gittiğini çok iyi bilir. Çünkü orada insanlık, özgürlük, dolayısıyla kendisi tohumlanmış, filizlenmiş ve meyve verir çağa gelmiştir. Bunu tatmaya, tadında kendine gelmeye, kendisi olmaya gitmenin önünde hangi güç durabilir?
Bir kere Kürt halkı bir önderlik sahibi olmanın ne anlama geldiğini çok iyi öğrenmiştir. Onlarca, yüzlerce, hatta binlerce yıl önderliksiz yaşamanın acısını onun kadar duyan başka bir halk daha yoktur çünkü ya da olsa da çok azdır. Tarihin en köklü halkı ve kültürü olduğu halde binlerce yıl önderliksiz kalmış, çıkan dürüst önderliklerin pek çoğu kısa sürede tasfiye edilmiş, dolayısıyla bu kişilikler ona gerektiği gibi önderlik edememiş, öngörülen menzile ulaştıramamıştır. Geriye önderlik diye ortaya çıkan maskeli, sahte, hain kişiliklerin kendi şahsi, ailevi çıkarlarıyla ortaya çıkanları kalmışlardır ki, bunların da kendi nazarındaki yeri çoktan netleşmiş, anlaşılmış bulunmaktadır. Hala önder, siyasetçi, aydın diye ortaya çıkan, ama kendilerini en ucuz şekilde düşmanına pazarlayan, kendi katilinin sevdalısı bu tür kişiliklere öfkeyle, nefretle, tiksintiyle bakmakta, hatta onlara duydukları öfkenin etkisiyle kendi gerçek anlamı olan önderliğiyle daha fazla bütünleşmektedir.
Bu günkü Amara yürüyüşü, kendine verilen değerin, ulaşılan anlamın, varlığıyla duyulan sevincin ve özgürlük aşkının yürüyüşüdür. Kürt insanı, bu gün hayata gözlerini açmış olmanın, kendisi için hazırlanmış kötü kadere merhaba demek, ona razı olmak, buyun eğmek olmadığını, böyle sürüp gelen kaderi yenmenin nasıl mümkün olduğunu ve daha da olabileceğini bütün bilinci, heyecanı ve kuvvetiyle göstermektedir. Bu öylesine bir heyecan ve bilinçtir ki karşısında, ne kendini bilmez ve tarihin gücünden haberi olmayan son derece saygısız o içişleri bakanının yayınladığı yasaklama genelgesi, ne de yarın tarihin lanetle anacağı malum hükümetin veya hükümet üyelerinin engelleme çabası asla kar etmez. Bu halk bildiği gibi güneşine doğru akmaya devam edecek, kendi doğum gününü dilediği gibi dilediği şekilde kutlayacaktır. Bu kutlamayı Amara yürüyüşüyle gerçekleştireceği gibi, oraya ulaşma imkânının olmadığı her yerde de gerçekleştirecek, önderliğinin asla yalnız olmadığını, olmayacağını bin bir çeşit kutlamayla gösterecektir. Ama sadece bu günle de sınırlı kalmayacak, önderliğinin özgürlüğü için bu kutlamayı bundan böyle gelecek her günün özgürlük eylemine dönüştürecektir. Bütün bir yıla yayılacak şekilde bundan böyle önümüzdeki her gün bir eylem günüdür. Kürt insanı kendi önderliğine duyduğu bağlılığı her gün gerçekleştireceği eylemliliklerle gösterecektir. Tıpkı geride bıraktığımız Newroz’da yaptığı gibi. Yapılacaksa bir kutlama ancak böyle anlam kazanabilir. Gelecekse özgürlük ancak böyle ve daha fazlasını yaparak gelebilir. Ve biliyoruz ki, bunun bilincinde olmayan Kürt yoktur artık. Kürtler Güneşten geldikleri gibi güneşe doğru gitmeyi de bilecek, ışılanacak, parlayacak, daha fazla aydınlanacak kendi özgürlüğünü, dolayısıyla önderliğinin özgürlüğünü gerçekleştirene kadar tek bir gün dahi yerinde rahat durmayacaktır.
Selam olsun Güneşe doğru akanlara ve Güneşten bir parça olanlara.
Selam olsun yüreği özgürlük ateşiyle dolu olanlara.
Selam olsun kendi doğum gününe gerçek anlamı verenlere ve ona göre davrananlara.
Işık olun, kutlu olun, özgür olun.
Doğum gününüz kutlu olsun.
Sabri Tolhıldan
- Ayrıntılar
Dürüst ya da dürüstlük üzerine son zamanda çok şey söylenir oldu. Dürüst olun sözlerini çok duyar olduk.
Sahiden nedir dürüst olmak ya da dürüstlük? :
Dürüst kelimesini sözlükler farsça olduğunu ve bir sıfat olarak: “Sözünde ve davranışlarında doğruluktan ayrılmayan, doğru, onurlu” manasında kullanıldığını belirtiyor.
Yine mecazi anlamda ise:”Doğru, yanlışsız” olan için sarf edildiği belirtiliyor.
Dürüstlüğü ise dolaysız olarak “doğruluk” olarak tarif ediyor sözlükler.
“Dürüst ol dürüst,” “dürüst iseler görüşürüz,” “dürüst değilsiniz” gibi cümleleri en çok Akepe’nin başındaki zat kullanıyor. Ve sadece bu kelimeyi kullanmakla yetinmiyor inanılmaz ölçüde hakaret yağdırıyor.
Şimdi meseleye çok derine girmeden birkaç soru sorarak Akepe’nin başındaki bu zatın ne kadar dürüst olup olmadığını test edebiliriz. Ve ardından da neden bu kadar dürüstlük edebiyatı yaptığına dönük görüşümüzü ekleyebiliriz.
Akepe’nin başındaki zat Kürtleri kardeş gördüğünü söylüyor ancak günlük olarak Kürtleri katlediyor.
Akepe’nin başındaki zat Müslüman olduğunu söylüyor ancak koyu bir Türkçü milliyetçiden daha koyu bir milliyetçilik yapıyor.
Kardeşlikten dem vuruyor ancak her gün silah peşinden koşuyor.
Herkese taşeron diyor ancak ABD’yle ilişkilerin çok ileri düzeyde iyi olduğunu söylüyor ve de her türlü konuda desteklendiklerini dile getiriyor.
Din kardeşliği diyor ancak Alevilerin cem evlerini ve inançlarını küçümsüyor.
Yaratılanı yaratandan dolayı sevdiğini söylüyor ancak yaratılanları katledenleri günlük olarak kutluyor.
Kaderin Allahın elinde olduğunu her dakika söylüyor ancak katleden silahlarla günlük olarak Kürtleri bombalıyor.
Cennetin anaların ayakları altında olduğunu söylüyor ancak birilerine de ananı da al git diyor.
Analar ağlamasın sözlerini sarf etmeye sarf ediyor ancak “kadın da olsa çocuk da olsalar güvenlik güçlerimiz gerekeni yapacaktır” diyor.
İşkenceye sıfır tolerans diyor ancak dünyada en çok gaz kullanan polise daha fazla gaz almak için özel fon ayırıyor.
Kadın ayrımcılığına karşıdır ancak hiçbir zaman olmadığı kadar kadın cinayetleri kendi döneminde yaşanıyor.
Demokrasi diyor ancak kim ona hafiften bir eleştiri yapmış ise basınıyla polisiyle teşhir ve tecrit ederek yerin dibine batırıyor.
Güçler ayrılığı ve bağımsızlığı diyor ancak tüm güçlere bir talimatla istediğini yaptırıyor.
Yukarıda dürüst ya da dürüstlük kelimelerini: “Sözünde ve davranışlarında doğruluktan ayrılmayan, doğru, onurlu ve doğruluk” peşinden olarak ele almıştık. Ancak Akepe’nin başındaki zatın söyledikleriyle yaptıklarının birbirini tutmadığını yukarıdaki birkaç örnekle gördük. Yani demek oluyor ki Akepe’nin başındaki zat doğru değildir. Söz ve davranışlarında bir değildir. Özüyle sözü bir değildir. Sözü ile eylemi bir değildir. Yani dürüst değildir.
Peki, dürüst olmayan biri neden ısrarla başkalarını “dürüst olmamakla” suçlar durur?
Hani o bilinen Napolyon’un meşhur hikayesi vardır ya, şöyle böyle hepimizin bildiği.
“Sen hep ‘para para para’ diyorsun… Almanlar ise daima ‘şeref şeref şeref’ diyorlar… Tuhaf değil mi?” diye sormuşlar Napolyon’a. O ise:
“Neresi tuhaf? Herkes kendisinde olmayanı ister!” dediği aktarılır.
Akepe’nin başındaki zatın meselesi de Napolyon’un meselesine benziyor. Kendisinde en az bulunan meziyetlerden bir tanesi dürüstlük yani doğruluk ve onur olduğu için en çok onunla aynı düşünmeyenleri dürüst olmamakla suçluyor.
Hani var ya: “üslubuyla beyandır insan” diye. Akepe’nin başındaki zat da üslubuyla beyandır.
Kasım Engin
- Ayrıntılar
Sensiz oluşumuzun tam beşinci yılımıza giriyoruz. Her geçen yıl bize bıraktığın acı katlanarak artıyor. Sensiz geçen her dakikamız, her saatimiz, her günümüz bizi sana daha fazla bağlıyor. Daha fazla yakınlaştırıyor.
Güzelim yoldaşım seni mücadele tüm cephelerde daha da gelişerek ilerliyor. Kapsamlılaşıyor. Halkımız her zamankinden daha fazla ayakta ve dimdik duruyor.
Ne var ki bizi bu dünya da köle olarak bırakmaya yemin etmiş olan ağzı salyalı olan faşistler nasıl ki biz tüm cephelerde mücadeleyi yükseltiyorsak onlarda tüm cephelerde halkımızın değerlerine saldırıyorlar. Dünyada eşine ender rastlanacak bir yalan furyasıyla, eşine ender rastlanacak tutuklama kampanyasıyla ve de dünya da eşineender görülen saldırı teknikleriyle halkımıza ve onun özgürlük savaşçılarına saldırıyorlar.
Yoldaşım sana söyleceklerimiz var. Sana anlatmamız gerekenler var. Dediğimiz gibi bizden ayrılışının tam dört yılını geride bıraktık. Şimdi beşinci sensiz geçecek olan yılımıza gireceğiz.
İnkarcı imhacı sistem olarak tanıdığın Kemalist devlet Kemalist kelimesini kaldırırsak yerine yeşil Türkçü faşistler olarak aynı inkarı ve imhayı bu kez üstü örtülü olarak yürütmeye yemin etmişlerdir.
Öyle ki ne kadar halk değerimiz varsa inanılmaz ölçüde saldırarak, sulandırarak, değerlerimizi rencide ederek kirli bir psikolojik savaş yürütüyorlar. Çocuklarımıza zindanlarda tecavüz ediyorlar. Kızlarımızı okullara alarak zoraki fahişeliğe zorluyorlar, yine kızlarımızı bir daha kendilerine gelmemek için insan aklının almayacağı hakaretlerle gururlarını kırıyorlar, dilimizin medeni bir dil olmadığını belirterek küçümsüyorlar, gençlerimizin eylemlerine saldırıyorlar, bayramlarımıza izin vermemek için dünyada insanın aklına gelmeyecek taklalar atıyorlar, çınarlık değerlerimiz olan siyasetçilerimize saldırıyorlar, siyasetle uğraşanların binlercesini zindanlara atıyorlar ve de bu halkın özgürlük savaşçılarına kimyasal silahlar atıyorlar.
Evet Nuda yoldaş yeşil Türkçü faşistler kırmızı elmacı Türkçü faşistlerden daha fazla faşizanlıkla halkımıza halklara saldırıyorlar.
Bunun için güzel yoldaşım sensiz geçen bu beşinci mücadeleye yılana girerken çok daha güçlü bir mücadele yürütmek için çok fazla gerekçelerimiz vardır.
Kemal Pir yoldaşımız :
“Düşman bize her türlü işkenceyi yapmakta ve en kutsal değerlere saldırmakta kendini özgür görüyor, ama biz devrimciler de direnmekte özgürüz ve düşmanı bir saat daha uğraştırmak için bile olsa adımı dahi kabul etmeyeceğim” diyerekten geçmişte en kıt imkanlarda nasıl ki direnişmişler ise bugün o kadar büyük imkanlar ve halk desteğiyle dediğimiz gibi inadına bu yıl çok ileri düzeyde bir mücadelenin tam ortasında olacağız.
Güzel yoldaşımız bizim mücadele etmek için çok daha ileri düzeyde mücadele etme gerekçemiz var derken yine Kemal Pir yoldaşımızın:
“Dünyayı tanımak ve bilmek benim için yetmiyordu. Dünyayı değiştirmek gerekiyordu. Değiştirmek için de mücadele etmek gerekiyordu. Ben, aynı zamanda sadece bilen bir insan değil, bilen, araştıran bir insandan ziyade dünyayı değiştirmek için mücadeleye katılmanın da gerekliliğine inandım ve mücadeleye katılmak istedim” derken neden daha güçlü bir mücadele içerisinde olacağımızın da gerekçesini ilkesel olarak dile getirmiş oluyor.
Güzel yoldaşım sensiz geçen her saniye bize ağır gelse de senin yolundan şaşmadan ilerlemek bizim için bir borçtur, bir görevdir, bir vicdan meselesi ve de senin şahşında tüm şehitlerimize verdiğimiz bağlılık sözümüzdür.
Güzel
Kasım Engin
- Ayrıntılar
