Hani diyorlar ya:
“Hangi dinden ya da mezhepten olursa olsun hiç kimse şu sorudan yakasını kurtaramaz: kimden yanasın! Zorbalardan, zalimlerden, sömürücülerden mi?”
Aslında her devrimci kendine ilk soruları yukarıdaki soruları sorarak başlar. Nasıl ki Ahmet Kaya “Artık, namuslu olmak yetmiyor. Namusun mihenk taşında vuruşmak gerek…” deyip devrimci sanatını icra etmiş ise devrimcilik de işte zorbalara, zalimlere ve cümle cemaat sömürücülere karşı ortaya koyacağı direnişle başlar.
Biliniyor Kartacaların ünlü ve büyük askeri komutanı Hanibal en dar, sıkışık, çıkmaz, inançsızlığın had safhada olduğu bir ortamda boşuna:”Ya bir yol bulacağım ya da bir yol yapacağım” dememiştir. Önemli olan böyle anlarda ya bir yolu bulmaktır ya da yol yoksa bir yolu yapmaktır. İşte devrimciliğin en güzel özelliklerin başından birisi budur. Herkesin umutsuzluğu yaşadığı bir ortamda herkese umut olacak olan adımı, kendi şahsında atmasını bilmektir. Dedik ya “artık namuslu olmak yetmiyor, namusun mihenk taşında vuruşmak gerek” misali en acımasız ve nefes kesen ortamlarda inadına direnmeyi bilerek gelecek kuşaklara ışık olabilmek gerekiyor. Bu ise özveridir, bu ise kendini feda etmesini-hem de hiç bir şey istemeden-bilmedir.
Hele hele Ataol Behramoğlu’nun dizelerinde dile getirdiği:
“Yıllanmış bir ağaç gibi köklü, gür
Yalan hiç yıkılmayacakmış gibi görünür
Hükmü verilmiştir oysa:
Yıkılacak. Çürümüştür”
Gerçeğini idrakına vararak, er meydanına çıkmak işte bir sıra dışılıktır. Sıra dışılık ise zaten devrimciliğin en yalın tanımı değil midir?
Tarihi hepimizi az çok okuyoruz. Okumaya okuyoruz da aynı sonuçları tarihin o tozlu raflarında çıkarıyor muyuz? “Tarih, ancak doğru okuyanların ders alabildiği bir kitaptır” diyor tarihçi. Önemli olan doğru olanı tarih sayfalarında bulabilmektir. Elbette “gerçeğin bir gün ortaya çıkmak gibi kötü bir huyu vardır.” Ancak onca kan, onca ölüm, onca zarar görüldükten ve insan yaşamı kaybedildikten sonra gerçek açığa çıkmış kimin yararına, kimin yarasına merhem olabilir ki? Belki doğrunun açığa çıkması vicdanları rahatlatmak açısından yine de önemli olabilir. Ama lakin biz bir halkın günlük olarak katliamı yaşamasını sadece vicdanlarımızı rahatlatmak için gerçeklerin açığa çıkması için uğraşmayız ki? Biz her şeyden önce “Artık, namuslu olmak yetmiyor. Namusun mihenk taşında vuruşmak gerek…” felsefesini benimseyenler olarak yarın tarihin sayfalarına nostalji olsun diye bakma niyetinden olmayanlardanız. Bunun için vuruşma gününü bugün olarak seçiyoruz. Zorluklar da olsa, içerisinde ölümde olsa bugün vuruşmayı yeğliyoruz. Ve de şairin dediği gibi: “Yalan hiç yıkılmayacakmış gibi görünür, Hükmü verilmiştir oysa: Yıkılacak. Çürümüştür” çünkü.
Özcesi: “Bir toplumda namuslular namussuzlar kadar güçlü olmadıkça o toplumda kurtuluş yoktur” misali namusluların namussuzlara galebe çalması için kavganın tam ortasında, hem de kıyısında köşesinde kıyısında değil Xelil Dağ yoldaşımızın dediği gibi “tam göbeğinde yer almak” işte tarihin bize verdiği görev budur, ektiği bilinçte budur.
Özcesi: kıyısında köşesinde durmak değil, tam göbeğinde yer almak için tüm Kürdistan gençlerini ve kadınlarını yaklaşan Newroz’da dağlara çağırıyoruz.
Şıho Dirlik
- Ayrıntılar
1916 yılında İngiliz ve Fransızlar arasında yapılan Sykes-Picot anlaşması ile Ortadoğu coğrafyasında yeniden bir ayrıştırma yapılarak sınırlar tekrardan belirlendi. Bugün Güneybatı Kürdistan şeklinde adlandırılan topraklar Fransa devletinin sınırları içerisine dahil edildi. Çok sonraları Fransızlar tarafından kurulacak olan Suriye devletinin ismi dahi oluşmamıştı. Güneybatı Kürdistan Suriye'nin kuzeyinde uzun bir çizgi gibi yer almaktadır. Bu bölge kültürel, sosyal ve coğrafik olarak Arap kültüründen çok kuzey Kürdistan’a daha yakındır. Hatta günümüze kadar da bir çok Kürt aşireti ve ailesinin yakınları, akrabaları Türkiye sınırları içerisinde bulunmaktadır. Bir köyün bile iki ülkenin sınırları arasında bölünmesi oldukça trajik bir tablodur. 20 Ekim 1921'de Ankara'da yapılan antlaşma ile resmi olarak Güneybatı Kürdistan Kuzey Kürdistan parçasından ayrıştırılmıştır.
Bugüne kadar Suriye'de bulunan şoven, militarist sistem Kürt ve Kürdistan gerçekliğini kabul etmemekte bununla birlikte hiç bir siyasi, hukuksal hak tanımamaktadır. Kürtler, Fransa'nın egemenliği altında oldukları zamanda bile bir takım yasal, ekonomik ve sosyal haklara sahiptiler. Örneğin kültürel çalışmalar, basın yayın vb. konularda Kürtlerin etkinlik alanları bu denli sınırlı değildi. Kürt bölgelerinde yerel yönetim yetkisi Kürt liderleri ve Fransa’nın elinde bulunmaktaydı. Fransa ihtilalinden sonra Suriye’de ilk cumhurbaşkanı başta olmak üzere devletin bir çok üst düzey mercilerinde görev alan kesim Kürtler'den oluşmaktaydı. Bu alanlarda Muhammed Ali Edip, Hüsnü Elzeim, Fawasilo, Edip Çiçekli ve Muhammed Kürt Ali gibi isimler yer almışlardır.
Arap halkı içinde milliyetçiliğin boy vermesiyle Suriye'de Kürtler ve kültürel hakları adına hiç bir yasal güvence bırakılmadı. Bunun en somut göstergesi olarak Suriye yönetimi Kürtler'e vatandaşlık hakkı tanımayarak binlercesini kimliksiz, dolayısıyla hiç bir güvencesi olmadan yaşamını sürdürmeye mahkum etmiştir. Okuma, meslek edinme, gelecek yaratma, devlet sınırları dışında seyahat etme ve daha da sıralanabilecek en basit haklarından bile mahrum bırakılmışlardır. Suriye rejimi bununla da yetinmeyip bir çok Kürt yerleşim merkezini boşaltarak Araplar'ı yerleştirmiştir. Özellikle 1950’lilerden sonra derinleştirilen bu politika egemen sistem tarafından görülmemiş yöntem ve baskı araçlarıyla uygulanmıştır. Zor yöntemiyle herkese devlet ideolojisi kabul ettirilmeye çalışıldı.
Suriye'nin yaklaşık 18 milyonluk nüfusunun yüzde yetmiş beşi Arap değildir. Bölgede dört milyon Kürt yaşamaktadır. Ayrıca Asuri, Ermeni, Türkmen, Durzi, Hristiyan gibi farklı mezhep ve azınlıklar bulunmaktadır. Bu halkların hepsi Suriye'ye sonradan göç edenler değil, o coğrafyada yüzyıllardır yaşayan halklardır. Ama BAAS sisteminin yürüttüğü devlet, tüm halkların varlığını inkar etmekte ve Araplar dışında hiç bir halkı kabul etmemektedir. Değişen Dengeler İçerisinde Kürtler Suriye’nin Kürt politikaları da bu Arap milliyetçiliği temelinde şekilleniyordu. Bu da Arap ulusunu birinci ve hakim halk haline getirme, Kürtleri de ya asimle etme ya da onları siyasal, sosyal, kültürel yaşamda etkisizleştirme biçiminde kendini dışa vuruyordu. Ancak Suriye’de Kürt nüfusunun diğer parçalara göre azlığı nedeniyle Kürt sorunu o günkü koşullarda Suriye açısından önemli sorun yaratacak bir nitelikte değildi. Bu nedenle Hafız Esat yönetimi iç dengelerde hem Sünni kesime hem de diğer muhalif olan kesimlere karşı bir denge oluşturmak açısından Kürtlere biraz daha yumuşak yaklaşım politikası izlemiştir.
Özellikle Hafız Esat’ın ölümü ve Beşar Esat’ın iktidara gelmesinden sonra Türkiye ile ilişkileri geliştirme bir tercih haline geldi.
Özellikle de ABD’nin bölgeye müdahale etme süreciyle birlikte Türkiye’nin Kürt sorunu konusundaki rahatsızlığından yararlanma politikası izledi.
Türkiye’nin zayıf karnının Kürt sorunu olduğunu bildiğinden o da Türkiye’nin desteğini almak için Kürt karşıtı gözükmeyi, Kürt karşıtı olarak bir politika izlemeyi çıkarına gördü. Böylelikle Türkiye’yle ilişkilerin daha iyi düzeleceğini düşündü.
Neden Qamışlo Katliamı?
Kürt sorununu bir iç sorun olarak değil de dış güçlerin kışkırttığı, kışkırtacağı bir sorun olarak değerlendiren İran, Suriye, Türkiye devletleri Kürt sorununun çözülmesi konusunda bazı adımlar atması gerektiği düşüncesi yerine Kürt sorununda kaygı ve kuşkulara dayalı bir politik, pratik tutum içine girdiler. Özellikle ABD’nin müdahalesinden sonra ki süreçte daha bir ağırlık kazanan bu sorun güneyde KDP ve YNK’nin pozisyonlarının daha da güçlenmesiyle Kürt karşıtı bir konseptin oluşmasına neden oldu.
Kürtlerin özgürlük ve demokrasi düşünceleri son otuz yıllık bilinçlenmeyle büyük boyutlara ulaşmıştı. Ama ne var ki bu bilinçlenmeyi ve demokrasi isteğini dış güçlerin tahrik ettiği bir istem gibi değerlendirerek Kürtlere karşı şovenistçe politika ve tepkiler ortaya koydular. Kürtlerin her sözüne, her davranışına karşı böyle bir kuşku ve kaygıyla yaklaşılınca ister istemez Kürtlerin her tepkisini de şiddetle bastırma politikası ve eğilimi ortaya çıktı.
İç istikrarın sağlanmasında dış güçlerin uzantılarına yönelik toplumsal korkular yaratan statükocu güçler uluslararası hukukta dahi yeri olmayan Kürtlerin bu konuda en güçlü potansiyel olduklarının farkındaydılar. Tarihte bir çok sefer olduğu gibi Kürtler üzerinde geliştirilecek bir sindirme hareketiyle toplumsal muhalefetin dindirilebileceği düşüncesi Qamışlo olaylarının temel nedenlerindendi.
Futbol maçı katliama dönüştü
Bundan tam bir sene önce Dêra Zorê ve Cihad takımları arasında yapılacak maç öncesinde milliyetçi Arapların Kürtler aleyhinde attıkları sloganlarla başlayan olaylar kısa sürede çatışmaya dönüşmüştü.
İlk olaylardan sonra askeri güçlerin denetim ve desteğiyle Kürtlerin ev ve iş yerlerine yönelik saldırılar başlamış, topyekün bir saldırıyla karşı karşıya kalan Kürtler günlerce evlerinden çıkamamış, faili meçhul cinayet korkusu günlük yaşamı felç etmişti. Kürtler tarafından gerçekleştirilen kitlesel cenaze törenlerinde askeri güçler tarafından halkın üzerine ateş açılması ise ölü sayısını daha da arttırmıştı.
Irak’taki Saddam rejiminin yıkılmasından sonra bu bölgede yaşayan Saddam yanlısı Araplar aracılığıyla Kürtlere karşı tahrik ve teşhir edici yaklaşımlar kışkırtılıyordu.
Devlet yetkililerinin Kürtlerin olayları başlattığı yönünde yaptıkları açıklamalar, basın mensuplarının Arap kanallarıyla kurdukları bağlantılarda ve devletin merkezi basın organlarında olayları çarpıtarak yansıtmaları, Kürtlerin gösterilerde Amerika bayrakları taşıdığı vb. şeklinde yalan haber yapmaları devletin tüm organlarıyla Kürt aleyhtarı bir politikayı yürürlüğe koyduğunun bir ispatıydı.
Kürtlerin yaşadığı bütün bölgelerde geçmişten beri yoğunlaştırılan askeri güç olaylar gerekçe gösterilerek daha da arttırılmış, tren ve değişik araçlarla binlerce asker, sivil görevli ve askeri teçhizat bölgeye sevk edilmişti.
“Olayların ardından her an patlamaya hazır bir kitle kalmıştı.”
. Qamışlo olayları ve sonrası süreçlerine tanıklık eden Demokratik Birlik Partisi çalışanlarından Rojbin Derik olayların nasıl geliştiğini anlattı:
“Katliamdan birkaç gün önce planladığımız 8 Mart kutlamasında da güvenlik güçlerinin saldırılarına maruz kalmıştık. Yani katliam öncesi süreçlerde de devlet merciilerinin bir takım yönelimleri olmuş, Qamışlo’da bu saldırı ve provakasyonlar zirveleşmişti.
Bundan bir yıl öncesine kadar da halk nezdinde Kürt ve Arap ilişkileri bu denli çelişkili, çatışmalı değildi. Ancak Qamışlo katliamından sonra, sanki yıllardır bu halklar çatışmalı yaşıyorlarmış gibisinden bir hava estirildi. Birden alevlenen şovenizm ortaya çıktı. Mesela Hasekê’de Araplar Kürt ailelerinin yaşadığı mahalleleri talan ettiler. Serhıldanlar bir nebze de olsa yatıştıktan sonra Kürtler ve Araplar arasında hassasiyet gelişti. Önceden toplumsal olarak yaratılmış ilişki ağları yıprandı. Yoldan geçen sıradan bir Kürt’e bile bıçaklarla saldırmaya kadar varan örnekler yaşandı. Böylesi saldırgan, şovenist tutumların yanında Arap halkından “Bu serhıldanların yarattığı güç, sistemi değişmeye zorlayacak” tarzında tepkiler de yansıyordu. Olayların ardından her an patlamaya hazır bir kitle kalmıştı. Hem Arap, hem Kürt cephesinde tedirgin ve güvensiz bir atmosfer yaşanıyordu. Serhıldanların alevlendiği süreçte İsrail Suriye’ye ultimatom gönderdi. Dolayısıyla Suriye devletinin kendisi de tedirginlik yaşıyordu. Provokasyonu körüklemek isteyen kesimler İsrail ve ABD bayrakları açıyorlardı. Devletin olayları sakinleştirmek, Kürt halkını uzlaşmaya çekmek amaçlı “Kürtlere vatandaşlık hakkı tanıyacağız, eğitim imkanlarını güçlendireceğiz” gibisinden açıklamaları oldu. Tabii bunlar sözde kaldı.”
Kürt karşıtı konsept yaşam buluyor
Suriye, İran ve Türkiye’nin üzerinde mutabakata vardıkları anti Kürt kampanyası, Suriye’de dönem itibariyle Qamışlo katliamıyla açığa çıkarken diğer ülkeler de boş durmamışlardı.
Türkiye hem AB, ABD hem de bölgedeki diğer devletlerle özellikle KONGRA-GEL’in terörist ilan edilmesi ve çalışmalarının sınırlandırılması için yoğun çalışmalar içerisine girmişti. Fransa’nın MEDYA TV’yi kapatması, AB’nin KONGRA-GEL’i terörist örgütler listesine alması, Japonya’nın başkenti Tokyo’da bulunan Kürt derneğinin kapatılması, İsveç hükümetinin Kürtleri terörist ilan etmesi, yine ABD’den KONGRA-GEL karşısında tavırsız kalınmayacağı sözlerinin alınması, bu tür çabaların sonuçlarından sadece bir kaçıydı.
Qamışlo katliamına denk gelen süreçlerde Irak’ta yaşayan Ezîdîler’e yönelik gerçekleştirilen, 400 kişinin zehirlenmesine, köy doktoru ve öğretmeninin ölümüne yol açan olaylar da başka bir alandan uygulanmaya konulan Kürt karşıtı konseptin belleklerde kalan izlerindendi.
Dünya geneline yayılmaya çalışılan ‘terörist’ tehtidin yaşadıkları bütün ülkelerde Kürtler için de geçerli kılınmaya çalışılması, Kürt karşıtı saldırı ve sindirme politikalarının da meşru zemini olarak kamuoyuna yansıtılmaya çalışılıyor.
“Doğal ittifak Suriye rejimi tarafından bozuldu”
Yaşanan olayların sadece Suriye devletinin içindeki farklı kesimlerin bir örgütlemesi olmadığını söyleyen Demokratik Birlik Partisi kadrolarından Menal Mardin şunları ifade etti:
“Rastlantı gibi gelen ama planlı olan bir takım siyasi faaliyetler örnek verilebilir. Mesela Türkiye yetkilileri Irak’a müdahale sırasında Suriye’yi ziyaret etti. Sonrasında İran, Mısır, Suudi Arabistan’la devam eden bir ziyaretler zinciri sözkonusu. Esasta Ortadoğu’daki Arap şovenizmini bir araya toplayarak bölgede yaşayan diğer azınlıklara karşı kışkırtmak istediler. Araplar ve Kürtler arasında bir antipati yaratıldı ve Türkiye bu çelişkileri Suriye’ye karşı kullanarak siyasi yarar sağladı.
Katliam sürecinde Türkiye’de “Suriye yıllardır Abdullah Öcalan’ı barındırdı, şimdi ise onların başına bela oluyorlar, bizim çektiklerimizi anlamaya başlıyorlar” şeklinde değerlendirmeler gelişiyordu. Bu provokasyonu planlayan kesimlerin başında Türk devleti gelmektedir. Türkiye bir bakıma 20 yıllık intikamını bu olaylarla almayı hedefliyordu. Yani burada Kürt ve Arap halkı arasında yaşanan çatışmaları, kendi menfaati için kullanan, politik malzeme yapan iktidar merkezleri oldu. Burada halkların bir düşmanlığı sözkonusu olamaz. Kürtler ve Araplar bu topraklarda yüzyıllardır birlikte yaşamış, Fransızlara, İngilizlere karşı birlikte savaşmışlardır.”
Suriye’de Kürt Arap ilişkilerinde Abdullah Öcalan’ın çok önemli bir yerinin olduğunu ve Suriye devletinin kurulan ilişki ağlarını tahrip ettiğini belirten Mardin devamla şunları söyledi;
“Önderlik bizzat kendisi bizlere; “Esat ailesine zarar vermemelisiniz” diyordu. Bu açıklamalara rağmen Kürt ve Araplar arasındaki doğal ittifağa zarar veren ve bu dayanışmayı bozan Esat ailesi oldu. Bir nevi Önderliğin yarattığı güveni suistimal etti. Halklar arasında yaşanan gerginlik ve çelişkiler en başta Suriye’nin başına büyük bir bela oldu. Önderlik “Suriye, Kürtler’den destek almalı ve Kürt sorununu demokratik kıstaslarla çözmeli” diyordu. Beşar kendisi buna fazla ihtiyaç duymadı. Bölge devletleriyle yarattığı diplomatik ilişkileri yeterli buldu. Dolayısıyla Kürtleri gözardı etti. Devletin tutumu Güneybatı Kürdistan’da Suriye’ye karşı tepkileri yoğunlaştırdı. Yüzyıllardır varlığını koruyan doğal ittifak Suriye rejimi tarafından bozuldu.”
“Ortadoğu’daki milliyetçi zihniyete karşı savaşıyoruz”
Suriye devletinin insanı eritme politikası güttüğü için yaptığı bir çok katliam ve insan hak ihlali sahiplenilmedi şeklinde görüş dile getiren Ahmet Derik Suriye devletinin Kürtleri tamamen karşısına aldığını belirtti.
“Qamişlo olayından önce Kürt halkının Suriye devletine karşı bir tepkisi yoktu. Bundan önce de bazı ayaklanmalar oluyordu. Hasekê cezaevinde Kürtler çoğunluktaydı. Hasekê’de bir katliam oldu ama kimse bunu sahiplenmediği için çok duyulmadı. Devlet Kürt halkını karşısına aldı ve Önderliğin düşüncelerine bir darbe vurmak istedi. Önderliğin gençlere, çocuklara, kadınlara verdiği düşünceleri, eğitimi boşa çıkarmak istedi. İşkence yaparak, gözaltına alarak halkın eylemselliklerinin önünü almak, halka gözdağı vermek istedi.”
Ortadoğu’da halkların sürekli kaybediş nedeninin içine sürüklendiği milliyetçi dalga olduğunu söyleyen Derik, komplovari bir tutumun görmezlikten gelinmesinin milliyetçi dalganın daha da gelişmesine neden olabileceği tehlikesine de vurgu yaptı.
“Qamışlo katliamı, Arap milliyetçiliğini diriltip Kürt milliyetçiliğini kışkırtma üzerinden her iki halk arasında gerginlik yaratmayı hedefleyen bir komploydu. Bu, bölgedeki tüm halk ve azınlıklar arasında bir çatışmayı da beraberinde getirecek ve böylelikle komplo tamamlanacaktı. Kamışlo katliamı tüm Kürt halkına karşı planlanan konseptin Güneybatı Kürdistan’a yansıyan boyutuydu.”
Kürt halkına dayatılan katliamların devletlerin halkları birbirine düşürme planı olduğunu söyleyen Derik bu oyunların bozulması gerektiğini de sözlerine ekledi.
“12 Mart komplosu Arap ve Kürt milliyetçiliği başta olmak üzere Ortadoğu genelinde milliyetçi akımları diriltmek amacıyla planlanmıştır. Önderliğin ortaya koyduğu projeler ve yeni paradigma ekseninde Ortadoğu’daki milliyetçi zihniyete karşı savaşıyoruz. Milliyetçilik Ortadoğu’da geliştikçe bölgede istikrarın oturması zorlaşmaktadır. Kürtler şahsında başta Ortadoğu’nun kültürel değerlerinin katledilmesi söz konusudur. Buna karşı tavrımız Ortadoğu’da halkların kardeşliğini, kültürel birlikteliğini yaratma mücadelesidir.”
Hüseyin Mazlum
- Ayrıntılar
Geçmişten geleceğe süre gelen bir heyecanla yeni bir 8 Martı yaşıyoruz. 8 Mart dünya emekçi kadınlar günü, yani emeğin, iradenin, azmin, mücadelenin, inancın sembolü. Kadına dair birçok gerçeği en yalın ve sade, açık, içten ve güzel bir şekilde ifade eden bir gün. Baharın müjdeleyicisi tabi ki, mart ayının bu günlerinde her ne kadar zorlu kış koşullarını her solukta hissetsek de 8 Mart bize neleri ifade etmiyor ki bahara dair. Çünkü bahar da aynı zamanda kadını ifade ediyor. Kadını anlatıyor bir nevi. Kadın olmanın sevincini insan daha çok hissediyor baharın. Kadının güzelliği doğanın güzelliği oluyor, kadın da birer çiçek misali renk veriyor bütün yaşama. İşte 8 Mart biraz da bize bunu anlatıyor.
Şimdilerde her yerde Kürt kadınları büyük bir coşkuyla görkemli bir şekilde eylemler yapıyorlar, serhildan tadında, zılgıtlarla, sloganlarla kutluyorlar 8 Martı. Jin, Jîyan, Azadî yazılı pankartlarla sokakları arşınlıyorlar. Özüne yaraşır bir biçimde, uğruna ne bedeller verildiğini bilerek, kendinden öncekilerin mücadelelerini devam ettirerek, yaşanan acıları hissederek kutluyorlar 8 Martı. Aslında sistemin bütün geriliklerine baş kaldırıyorlar demek belki de daha uygun düşer. Çünkü Kürt kadını direnişle dolu bir tarihin insanı. Çünkü Kürt olmanın kendisi hele de kadın olmanın kendisi direnerek yaşamak oluyor.
Evet bu gün Kürdistan topraklarında Kürt kadınları büyük bir özgürlük mücadelesinin baş aktörleri olma durumundalar. Bu toprakların geçmişine layık bir duruş sergiliyorlar. Çünkü her ne kadar egemen sistem kadın tarihi dışı bırakmaya çalışmış, sanki bütün insanlık tarihi kendi yaratımıymış gibi gösterse de şunu gerçeği iyi bilmeli; bu gün kadın kendinden çalınan tarihi yeniden yazıyor. Mezopotamya topraklarında onun esmer tenli, güleç yüzlü kızları artık tarihte yeni bir sayfayı, tertemiz bir sayfayı aralıyorlar. Önder APO’nun izinde özgürlük yürüyüşünü zirvelere çıkartan Kürt kadını toplumsal cinsiyetçi, basmakalıp yaşam tarzını temelinden sarsıyor aslında. Çünkü 8 Martlar bir direniş günüdür, bu gün kanla, emekle, iradeyle yaratılmıştır. Mücadeleyle, dirhem dirhem çabayla ortaya çıkmıştır. Dönüp tarihe baktığımızda birçok onurlu kadının siması ile karşılaşıyoruz. Roza’ları, Clara’ları, Anna’ları, Leyla’ların gülen gözlerini, kararlı yüzlerini görüyoruz. Onların ardılları olan Zilanları, Beritanları, Viyanları, Yıldızları görüyoruz.
İşte 8 Martlar böyle yaratıldı. Egemen sistemlerin her şeyi kendine mal etme hastalığı dünya emekçi kadınlar gününde kendini gösteriyor. Sanki kadın katliamını, tecavüz kültürünü, dışlanmayı, küçük ve hor görülmeyi kendisi değil de bir başkası yapıyormuş gibi yalan dolanlarla işini yürütebileceğini zanneden erkek egemenlikli zihniyet tabi ki yanılıyor. Çünkü biz kadınlar devletleştiren, sistem içileştirilen 8 Martları değil, kadının öz iradesi ile mücadelesi ile yaratılan 8 Martları kutluyoruz.
Bu anlamıyla kadın özgürlük mücadelesi açısından önemli bir sembol 8 Mart. Elbette ki kadın mücadelesi her zaman oldu. Beş binyıllık erkek egemen sistemin karşısında beş binyıllık bir direniş kültürü vardı. O yüzden egemenler ilk başta kadınları vurun diyorlar, çünkü sistem karşısındaki alternatif, sistem içileşmeyen tek güç kadın. Bunu bildiği için şimdi APK de Kürdistan’da en çok kadını hedef yapıyor kendine. Kürt kadınlarını, genç kızlarını, çocuklarını bastırmaya, sindirmeye çalışıyor. Tecavüz kültürünü, kadın katliamlarını, sözde namus cinayetlerini en çok geliştiren güç AKP bu gün. AKP zihniyeti Türkiye’nin başına geldiğinden bu yana kaç kadın öldürüldü sözde namus çirkinliği yüzünden. Günde kaç kadın tacize, tecavüze, işkenceye, dayağa, tehdide, yani akla gelebilecek her türlü insanlık dışı muameleye maruz kalıyor. Bu bütün Türkiye genelinde yaşanmıyor mu? Cezaevlerinde tecavüze maruz kalan Kürt çocukları için kimin hesap vermesi gerekiyor? Elbette ki bu rezaletin baş sorumlusu AKP zihniyeti.
Sözde kadın koruma planlaması gibi göstermelik birkaç yasa ile mi korunacak kadınlar. İnsanın şunu sorası geliyor AKP kadını kimden koruyor peki? Bu gün bu kadar kadın katliamına sebep olan bu zihniyet mi kadını koruyacak? Zaten Türkiye’de yaşan bütün kadınlarına toplumsal cinsiyetçiliğin en alasını dayatan, en geri geleneksel yaşam şeklini dayatan, fuhuşu hat safhaya çıkartan kendisi değil mi? Şunu açıkça söylemek gerekiyor AKP zihniyeti kadın katliamcısı bir zihniyettir, kadına düşman bir zihniyettir. Erkek egemen düşüncenin, ataerkil sistemin en kurnaz uygulayıcılarından biridir. O yüzden bu gerçekliği iyi bilerek, AKP’nin bu yanını daha iyi bir şekilde ortaya çıkartarak daha güçlü bir mücadele içerisinde olmak gerekiyor.
İşte Kürt kadınları için 8 Mart bu geri zihniyet sahiplerine karşı verilen mücadelenin bir ifadesi oluyor. Kürt kadınları, anaları, genç kızları sadece 8 Martlarda değil yılın diğer geri kalan üç yüz altmış beş gününde de meydanlarda, sokaklarda, yaz kış demeden özgürlük mücadelelerini veriyorlar.
Bu günlerde Kürdistan topraklarında yine rengarenk çiçekler açıyor, yeniden bahar geliyor. Bizim için bir serhildan ayı olan Mart ayının bu ilk günlerinde Kürt kadınları rengarenk ulusal elbiseleri ile ellerinde bayraklarla, yeri göğü inleten haykırışlar ile bir kez daha Özgürlük kazanacak diyorlar. Bizler de onların yoldaşları olarak Kürt kadınları şahsından bütün kadınların 8 Martını kutluyoruz. Sadece yılın bir günün değil, diğer bütün üç yüz altmış dört gününü de kadın günü yapacağımızın sözünü veriyoruz.
Sema Viyan
- Ayrıntılar
Öncelikli olarak yaklaşan 8 Mart dünya kadın emekçiler gününü dünyadaki tüm kadınlara ve bu direniş gününde nasibini almış tüm insanlara kutlu olsun.
Ataerk sistem nedir? Ataerk sistem bin yıllar önce kadının öncülüğünde, anacıl kimliğiyle geliştirdiği ana yanlı toplum özelliklerine el koyarak kadın rengini silmenin adıdır. Çokça söylendiği gibi Ataerk sistem yaklaşık beş bin yıl önce üçlü şeytani ittifak olarak bilinen; şaman yani rahip, askeri şef yani avcı erkek ve anaların yanında ve gölgesinde tecrübe kazanmış ihtiyar erkek yani gerontokratların ortaklaşması ve kadına karşı geliştirdikleri komplolar sonucu ana tanrıçaların geliştirdiği doğa, insan ve toplum endeksli sisteme el konulmasıdır.
Başka bir deyimle insanlığın ilk kez köleleştirilmesinin serüvenidir Ataerk sistem. Kadının köleleştirilmesiyle başlayan süreç esasta insanlığın köleleştirilmesinin de başlangıcıdır. Öyle ki başat olan bir ana tanrıça kültüründen günümüze ulaştığımızda tümden silinmeyle yüz yüze kalmış, zorunda bırakılmış olan bir kültür.
Ataerk sistem kadını katletmekle insanlığı katletmiştir. Öyle ki kadın renginden bir şey bırakmamaya yeminli olan bu sistem en çokta kapitalist sistemle zirve yapmıştır. Kadını belki de en çok değersizleştiren sistemin de adıdır Kapitalizm.
Bunun için kadın rengi aynen eski görkemli günler gibi yaşatılmak isteniyorsa en çokta karşı durulması gereken sistem kapitalist sistemdir. Bu sistemin adı modern de olsa özünde beş bin yıl önce başlayan ve özünde hiçbir şeyi değiştirmeden tam tersine kadını köleleştiren bu Ataerk sistemi her geçen gün daha fazla yaygınlaştıran bu ucube sistemdir. Bunun için kadın duruşu en çokta bu ucube sisteme karşı konacak olan duruşla mümkündür.
Dünyanın her yerinde şöyle ya da böyle kapitalist modernist sisteme karşı bir duruş söz konusudur. Kadın rengi her geçen gün artarak gelişiyor ve gelişecektir de. Ancak bu karşı koyuşlar çok köklü ret ve kabul ölçülerini beraberinde getirmemesi durumunda bu mücadele zayıf kalacaktır.
Ret ve kabuller esasta kapitalist modernist sisteme karşı ret ve kabullerle başlar. Kapitalist modernist sistemin vaat ettiği ne kadar değer varsa bunları kusma temelinde yani ret etme temelindeki bir yaklaşım sergilenmesi durumunda kadın rengi gelişebilecektir.
Kadın rengi ise esasta Ataerk sisteme retle başlar. Yani birilerinin gölgesinde çıkmayı hedefleyen, birilerine bağımlı olmadan, kendi duruşunu sağlayarak yapılabilir. Bu ise kimlikli olmak demektir. Sorun toplumun yarısı olup olmanın çok ötesinde sağlam bir duruşu yakalamakla mümkündür. Yukarıda da belirtildiği gibi gerekirse Ataerk sistemin tümüne yani topuna kafa tutarak yapılabilir.
Dünyanın en geri ve feodal toplumu olarak Kürtler biliniyor. Siz buna tüm İslami değerleri de ekleyin. Ama bugün bu objektif duruma rağmen Kürdistan’da yaşamın, eylemin, siyasetin, düşünmenin, savaşmanın ve tabii ki sosyal etkinliklerin tümünde kadını başat güç olarak görürsünüz. Bugün böyle sözde “geri” kalmış bir toplumun içerisinde on binlerce kadın meydanları dolduruyorsa durup biraz düşünmek gerekir.
Dünyada en güzel 8 Martlar Kürdistan’da kutlanır ve kutlanıyor dersek bazıları alınabilir. Ancak alınmaya hiç gerek yoktur, meydanlara hem nicelik olarak hem de nitelik olarak buna bakmak yeter de artarda. Neredeyse Kürdistan’ın her şehrinde, her kazasında ve köyünde bugün 8 Mart heybetle kutlanıyor. Ve bu kutlamalar sadece 8 Mart günü birkaç kırmızı gül dağıtmakla da sınırlı değildir. Kürdistan’da 8 Mart şubat ayında başlayarak 21 Mart’a kadar uzanan en az 3 haftalık bir etkinlik ve direniş bayramıdır.
Evet, en iyi ve en güzel 8 Martlar Kürdistan’da kutlanır. Nedeni ise Ataerk sisteme karşı en güçlü direnişler ve başkaldırılar Kürdistan’da verildiği için bu böyledir. En büyük Ataerk güç ise devlettir, ordudur ve bu ucubelerin yarattığı ucube erkekliktir.
Bu direnişi kesintisiz sürdürmek için için o zaman ilk elden bu üç ucubeye karşı meydanlara. Meydanlara daha fazla adalet için, daha fazla paylaşımcılık için, daha fazla eşitlik için, daha fazla özgürlük için. Ve tabii ki daha fazla anayanlı bir toplum yaratmak için…
Kasım Engin
- Ayrıntılar
İnsanlık var olduğu günden bu yana hep özgürlüğünü korumak ve geliştirmek için büyük bir çaba, direniş ve mücadele içinde olmuş, bunun için büyük bedeller ödemiştir. En büyük bedeli ise, hiç şüphesiz kadınlar vermiştir. Çünkü özgür yaşama dair ne varsa ilk kadının emeğinde, dilinde, bedeninde, zihninde darbe yemiş ve kadının şahsında bir bütün insanlık yenilgiye uğratılmak istemiştir. Tarih – erkeğin tarihi- bizi ya görmezden gelmiş ya da, bizleri cadı, büyücü, yoldan çıkaran iblis ilân ederek toplum dışı etmek istemiştir. Bizler diri diri yakılmış, sokaklarda dövülmüş, bize ait olamayan namus için toprak altına gömülmüşüzdür. Tanrıların insafına bırakıldığımız an başımıza gelmeyen kalmamıştır. Çünkü bizler tanrıların buyruklarını yerine getirmeyen şeytan olmuş, tanrılarla savaşa tutuşmuşuzdur. Bu savaş binlerce yıldır sürüyor ve ‘’Kadın Eksenli Bir Yaşam’’ yeniden kazanılana kadar da sürecektir.
Bu gün kadınların böylesi bir yaşam gerçekliğine dönük umutları daha da büyümektedir. Kadın her bir adımda daha fazla özgürlüğü, erdemli bir yaşamı yaratmaktadırlar. Kadın mücadelesinde gelinen aşama bunu çok net orta koymaktadır. Özellikle Kürt kadını açısından ele aldığımızda bu her yönüyle kanıtlanmaktadır. Kürt kadını bugün her yerde, her alanda öncü konumunda ve özgür kadın mücadelesinin en ön saflarında yer almaktadır. PKK ile siyasallaşan kadın, Önder APO’nun 8 Mart 1998’de ilân ettiği ‘’Kadın Kurtuluş İdeolojisi’’ ile mücadelesinde bir ivme daha kazanmış, kadının özgün ordulaşması ile bunu taçlandırmıştır. Şimdi Kürt kadının karşısında durabilecek hiçbir güç, hiçbir engel yoktur, yapılması gereken yalnızca mücadeleyi daha fazla -öz-gürleştirmektir. Biz Kürt kadınları şuan tüm dünya kadınlarının umuduyuz, bizler bu savaşta ne kadar başarılı olursak, dünya kadınları ve halkları için demokratik ve âdil bir yaşam o kadar olası olacaktır. Bu mücadele dağlarda, sokaklarda, meydanlarda an be an nefes nefese sürüyor.
Yine bir 8 Mart arifesindeyiz, kadının rengi şimdiden her yerde, coşkusuyla, moraliyle, direnişiyle, tüm engellere, barikatlara rağmen yılar önceki mücadele arkadaşlarının ardılları olmayı bilerek, meydanları yeniden zapt ederek ‘’ Vardık, varız, var olacağız’’ sloganlarını atmaktadır. Âdeta sisteme meydan okuyarak, başkaldırısını devam ettirmektedir. Çünkü bin yılların emeği ve savaşımı ile kazanılan değerlerin çok ucuz olmadığını, bu uğurda kadının ter ve kan döktüğünü unutmamaktadır. Kadın artık şunu da çok iyi bilmekte; bir an, yalnızca bir an bu mücadeleye arkasını dönerse, kaybedecek olan yalnız o olmayacak, kadının şahsında bir bütün insanlık ve ahlâkî politik toplum kaybedecek, yaratılan değerler, gün yüzüne çıkarılan gerçek tarih kaybedecektir. Bundan dolayı özgür, eşit ve âdil bir toplum yaratılana dek, kadın bıkmadan, usanmadan savaş vermeli, mücadele etmelidir. Sadece 8 Martlarda değil, tüm günlerde 8 Mart ruhuyla mücadele etmeli, mücadeleyi geliştirmeli ve tüm kadınları bu soluksuz ‘’ Varlığını Kanıtlama’’ mücadelesine katmalıdır.
Evet, kadın ve onun şahsında toplum her zaman yok edilmek istenmektedir. Sistem kendi gelişimi önünde kadını her zaman bir tehdit olarak gördü, görmeye devam etmektedir. Böyle de olmalıdır, kadın her zaman, her an erkek egemen zihniyet karşısında en etkin güç olmayı korumalı, bu uğurda mücadeleyi büyütmeli ve mücadeleyi büyük zorluklarla bugüne kadar getiren binlerce kadına olan borcunu, onların bıraktıkları mirasa sahip çıkarak ödemelidir. Tarih kadından bunu istemektedir ve kadın bunu gerçekleştirmek zorundadır. Çünkü özgür yarınlar kadının yaratmakta olduğu devrimde gizlidir.
Dersim Uğur Kaymaz
- Ayrıntılar
Her kavga için bir sebep aranır. Ama kavgaya girişmeden önce farkına varmak ve kavga sebebine tepki duymak, o sebebe baş kaldırma duygusuna sahip olmak gerekir. Dünyadaki kadınların yüzde kaçı bugün kendi farkında ya da kavga etmek için bir sebep bulmuş ve o sebebe tepki duymuş bilmiyorum. Ama bildiğim bir şey var, o da tüm dünya kadınlarının bir gün başlatacağı kavganın insanlığın kurtuluşu olacağı…
Biz Kürt kadınları olarak farkımıza vardığımızdan, uyandığımızdan bu yana kavga mekanlarını tuttuk. Karşılaştıklarımız, yaşadıklarımız içimizdeki isyan alevini hep körükledi. Bilincimize, ruhumuza tutulan ışığa doğru gitmekten kendimizi alıkoyamadık. Çünkü o ışık bizi kendimizle buluşturuyordu. Kadın olmanın ne kadar onurlu ve güzel bir şey olduğunu söylüyordu bize. Bir zamanlar söylerken bile utana utana söylediğimiz “kadın-ız-ım” sözcüğü, bugün en çok sarıldığımız ve gururla söylediğimiz bir sözcük, bir gerçeklik. Geçen zamana ve atlanan çağlara rağmen Tanrıçalarımızdan bize miras kalan kadın özü, ruhumuzun bir yerlerinde hep saklı kalmıştı. O ruhu açığa çıkaracak ve bizi kendimizle tanıştıracak bir yol göstericisi, bir pusula gerekiyordu bize. O ışık, o yol gösterici ve o pusula, erkek egemenlikli sistemin gerçekliğini çözmüş, kadın özünün insanlığın gerçek özü olduğuna inan, kadının adalet, eşitlik barındıran özünün kapitalist sistemin ayakları altında ezilen, nefessiz bırakılan insanlığa nefes olabileceğine de inanıyordu. O yüzden başlattığı özgürlük mücadelesinin temel ilke ve ölçülerini, felsefesini kadının özgürleştirmesine dayandırdı ve kadını kendisine en sadık yol arkadaşı olarak seçti. Biz Kürt kadınları şahsında tüm dünya kadınlarının üzerinde örgütlenebileceği, mücadele edebileceği Kadın Kurtuluş İdeolojisinin mimarlığını yaptı. Ve kadınca mücadelemizin yol arkadaşı, önderi oldu. Önder Abdullah Öcalan bizlere hep onurluca direnmeyi ve mücadele etmeyi öğretti. İnsanlığın kurtuluşunun kadının kurtuluşundan geçtiği bilincini oluşturarak, dünyanın neresinde olursa olsun insanlığın yaşadığı acılara kayıtsız kalınamayacağını öğretti. Din, dil, renk ayrımı yapmadan tüm insanları kucaklayabileceğimizi ve özgürlük sorunları için mücadele etmemiz gerektiğini…
Öyle ki özgürlük uğruna canları dahi birçok şeyden vazgeçen kadınlar tanıdık. Beritan, Zilan, Sema ve daha niceleri….
Direniş çizgisinden asla taviz vermeyen, direnerek büyüyen, başarı kazanan Özgürlük hareketimiz bugün de Önderliğimiz öncülüğünde, yediden yetmişe Kürt halkıyla, kadınlarıyla, gençleriyle ve dağlı çocuklarıyla büyük bir direniş ve mücadele içerisinde. Önderliğimizin İmralı’da başlattığı direniş dalga dalga Kürdistan’ın dört parçasına yayılıyor. Bu özgürlük direnişinin öncü gücü olan Kürt kadınları da 1 Martla birlikte 8 Mart dünya emekçi kadınlar gününü direniş ve serhildan havalarıyla karşılayıp kutluyor. Bu direniş dalgasının daha da büyüyüp yayılacağı kuşkusuzdur. Çünkü Kürt halkının ve kadınların özgürlüksüz bir tek gün bile geçirmeye tahammüllerinin kalmadığı tepkilerinden de anlaşılmaktır.
Özgürleşen kadının özgürleşen toplum olacağının bilinciyle örgütlenen Kürt kadınları bu çağın üstüne sinmiş adaletsizliği, eşitsizliği mücadeleleriyle çekip alacaklarını ve insanlığın özgürlüğüne giden yolda öncü güç olmayı sürdüreceklerini meydanlardaki ve mücadele alanlarındaki kararlı duruşlarından da görmekteyiz. Erkek egemenlikli gericiliğin kirlettiği bu dünyanın, kadınların elleriyle temizlenip özgürleşeceği kesindir. Buna inanıyor ve bu temelde kadınca mücadelemize sarılıyoruz. Gelecek günlerin hiç kuşkusuz özgürlüklü günler olacağı umuduyla, inancıyla yaşıyoruz ve mücadele ediyoruz. Kadın Kurtuluş İdeolojisine inan ve Önder Apo’nun ideolojik yaklaşımını benimseyen ve buna inanan tüm kadınların bu umudu taşıdıklarını biliyoruz. İdeolojimizin kapsayıcılığı etrafında birleşiyor, sınırları aşıyor ve mücadele için hep el ele oluyoruz. Kürt kadını öncülüğünde kazanacak olan özgürlüğe ve özgürlüklü günlere inanıyoruz ve bu inançla yaşıyoruz. Özgürlüklü günlerde buluşup kucaklaşıncaya denk tüm günlerin direniş ve mücadele günü olması dileğiyle…
Rojbin Golav
- Ayrıntılar
Kürt direnişçiliğinin yazılmayan tarihinin en temel öznesi nedir diye sorulursa hiç düşünmeden analar derim. İnsanlığın ve toplumsallığın o ilk dönemlerinden itibaren yaşananları hafızasında, duygularında, alışkanlıklarında muhafaza eden Kürt kadınları, anaları.
Çağdaş Kürt direnişi PKK’nin oluşumunda, destanlara konu kahramanlıklarında da anaların rolünü görmek, bilmek lazım. Dağlarda yaşamanın, emek harcamanın, doğayla bütünleşmenin, hoşgörü ve sevginin, paylaşımın değerini bilmenin, haksızlığa karşı çıkmanın derslerini öğrendiğimiz analarımız PKK’yi PKK yapan, gerillayı gerilla yapan etkenlerin başında gelir.
Anaların emeğiyle yoğrulan bir halkın çocukları olarak her bir Kürt anasına kendi anamızdan daha fazla değer verişimiz ondandır. Neredeyse hepimizin tek tek anası gitmememizi, dağa çıkmamamızı istemiştir. Kimi açıktan söylemiş, kimi içine atmış ama mutlaka ima etmiştir. Ne de olsa candan bir parça, canın yarısıdır evlat.
Ama biz, Kürdistan’ın özgürlüğü için yanıp tutuşan çocuklar anamızın gözyaşını tüm anaların gözyaşlarına derman olmak için akıttığımızı biliyorduk. Anaların emeğine ancak savaşarak, mücadele ederek cevap olacağımızı, anaların gözyaşlarını akıtmaktan haz duyan faşist sürüleri ancak bu savaşla defedeceğimizin farkındaydık.
Bu mücadelenin bu anlamıyla analarla bağı güçlüdür. Bu yüzden her bir anayla ayrı bir sözleşme yapılmıştır gönüllerde. Her bir anayla direnişin devam ettirilmesi için sonuna dek mücadele edileceğine dair bir anlaşma yapılmıştır.
Ama sözüm başka şimdi. Sözüm analara, direnişin merkezi, direnişin köprüsü ana kültürüne saldıranların oyunlarına.
Bir zincir gibi birbirine eklenerek ve etkileyerek bugünlere gelen, bugünleri yücelten bu direniş kültürü, direniş geleneği saldırı altındadır. Nasıl ki yarının kuşakları bugünden eritilmek, teslim alınmak, iradesizleştirilmek isteniyorsa bu direniş kültürünün koruyucusu ana kültürü de yok edilmek isteniyor.
Sanıyor musunuz ki Pozantı sadece Pozantı’da var? Sanıyor musunuz ki YİBO’lar sadece Siirt’te öyledir? Sanıyor musunuz ki eğitim diyerek yanıp tutuşanlar genç kızlarımızın geleceği için kaygılanıyor?
Ben, biz, sanmıyoruz. Öyle olmadığını biliyoruz.
Çok açık bir politikadır bu. İğdiş etme. Bir toplumu karılaştırma. Tecavüz kültürünün gölgesinde bir toplum yaratma.
En korkuncu da bunu kanıksatma, buna alıştırma, bir doğallık olarak gösterme çabaları tabii.
Hatırlayalım günümüz iktidarı ve çevresinin sözlerini;
“eylemlere katılacaklarına fuhuş yapsınlar” diyenler,
“Güneydoğudan kadınları kendinize ikinci eş yapın” diyenler,
“benim karım da Siirtli” diyenler,
Siyasi temsilcimize “yaratık” diyenler unutulmadı.
Yarının direniş merkezlerini sokak ortasında kurşunlayan, bombalara tutan, katledenler bunlardı. “Kadın da olsa çocuk da olsa gerekeni yaparız” diyenler yine bunlardı.
Gerekenin ne olduğu iyi anlaşıldı. Siirt’te ve diğer bazı yerlerde genç kızlarımızı tecavüz çetelerinin eline verdiler. Pozantı’da kalbini taş misali elinde taşıyan küçüklerimize ağza alınmayacak hakaretlerde, tacizlerde, tecavüzlerde bulundular.
Böylece yıldıracaklarını düşündüler. Direnişten yüz geri edeceklerini hesap ettiler.
Tablo nedir peki?
Yapabildiler mi? Direnişten vazgeçirebildiler mi? Direniş kültürümüzü yok edebildiler mi?
Tabii ki hayır.
Ama bu, saldırıların durduğu, duracağı anlamına gelmez, gelmiyor. Hedefine ulaşmamış olsa da soykırımda, katliamda kararlı bir siyaset Kürtler etrafında kirli çoraplar örmeye devam ediyor. Direniş geleneğinden uzaklaştırmak için elinden geleni yapıyor.
O zaman durup bir düşünmek lazım gelir. Seni yok etmek isteyen, seni sen yapan değerleri yok etmek isteyen, seni doğuran, direngen kılan, yaşamı öğreten analarımıza katliamı reva gören, varlığını görmezden gelip dilini tanımayan bu sistem içinde daha ne yapacaksın?
Neyi bekliyor, neyin olmasını düşünüyorsun?
Çözüm mü olacak sence? Densizin dediği gibi iklim mi değişecek sanırsın? Birileri gelip özgürlüğünü, refah ve mutluluk dolu bir yaşamı mı sunacak sana? Olmadı, yükselecek mücadeleden, her tarafı saracak savaşın alevlerinden kendini tek başına koruyabileceğini mi düşünüyorsun? Taraf olmamakta, suya sabuna dokunmamakta ısrar mı edeceksin?
Ne dersiniz, kaldı mı bu soruları soracağımız, yönelteceğimiz gafil Kürdistan’da? Var mı böyleleri daha aramızda?
Var ya da yok, o çok önemli değil. Önemli olan sözlerin eyleme dönme zamanının gelip çattığıdır.
Ve herkesin bir şekilde bu eylemde yer alması gerektiği.
Analarımızın, bizi bugünlere getiren direniş kültürünün temsilcilerinin, şehitleri, kahramanları yaratan, büyüten, eğiten, dil ve kültür kazandıran analarımızın en önde olduğu bu kavgada kalkan olmamız gerektiği…
Biz Kürdistan savaşçıları analara söz veriyoruz. O yiğit yoldaşlarımızı, yiğitliklerine neden geleneği koruyacağız. Canımız pahasına da olsa bu baharı özgürlük baharı yapacağız…
Pir Kemal
- Ayrıntılar
Yeni bir 8 Marta girerken, Ortadoğu da kadın olmanın zorluklarını, acılı trajedisini göz önüne getirmeden 8 Martı değerlendirmek kuşkusuz gerçekçi olmayacaktır. Bu acılı trajedinin bir parçası olan biz Kürt kadınlarının mücadele yürüyüşlerini değerlendirirken de, kadın özgürlüklerine katkılarını, yetersiz kalan yanları ile birlikte ele almak, kadına ait olması gerekenleri daha gerçekçi tespit etmemize götürecektir. Yaşadığımız coğrafyada insanın iliklerine kadar sinen erkek egemen zihniyetinin ortaya çıkardığı tahakkümcü, kadını dışlayan, küçümseyen, cinsel olarak ele alan ve bu eksende belirlenen sınırlarının içine oturtan gerçeklik içerisinde, kadının kendi kimliğini bulma mücadelesini vermesi doğalında ateşten gömlek giymek gibidir. Özgürlük mücadelemiz tarihince Ulusal kimlik arayışımızın ana ekseninde olan kadın özgürlük sorunu, hala ilerleme evrelerini tamamlamış değildir. Nihayetinde özgürlük sürekli aranan, her adımda yeniliklerle gelişen bir olgudur. Durağan ve soyut olan bir kavram değildir. Özgürlük, bilincin gelişimiyle değişen zihniyetlerin, toplumsal yaşam anlayışlarında, ilişkiler düzeninde de kendisini somutlaştırarak yaşamsallaşır. Uygarlıklar tarihinde dönemlerin karakterlerine göre farklı anlamlar yüklenerek ilerlemiş olan bu olgu, her zaman aranan olması itibariyle değişmezliğini korumuştur. Kadın özgürlüğünü aramak ise, kadın olmanın ağır yükü nedeniyle hiçbir zaman tam anlaşılmış değildir. Bu durum bizim mücadelemiz açısından da kendisini yakıcı olarak her zaman ortaya koymuştur. Gerekli görmeme, bu sorunun ağırlığına göre kendini donatmama, mücadele araçlarını yeterli hale getirip zenginleştirememe, gerekli görülse dahi erkeğin çıkarcı yaklaşımlarına takılıp kalması gibi anlayışlar her zaman için var olmuştur. Gerek geleneksel kadın zihniyetinden, gerekse egemen erkek zihniyetinin dışa vurumu olana bu yaklaşımlar kadın özgürlük mücadelemizi zorlasa da, gelişimini durdurmamıştır.
Önderliğimizin en yaşamsal olarak gördüğü bu sorun karşısındaki mücadelesi, özgürlük arayışımızı ve önderliğimizin kadın sorununu ele alışını her zaman tartışmaya açık tutmuştur. Dokunulması en tehlikeli, en riskli olan bu alana dokunmak egemen zihniyeti, toplumsal değer yargılarını ve kadın etrafında oluşturulan tabuları yıkmak çok ağır bedelleri beraberinde getirecekti. Ve büyük bir cesaret gerektiren bu alana girmek doğalında ciddi tartışmalara, kabullenmemelere, çarpıtmalara ve çatışmalara yol açacaktı. Önderlik bunu bilerek bu alana dokundu. Çünkü bu alanda ki mevcut zincir kırılmadan, toplumsal alanda ciddi bir gelişimin ortaya çıkmasını beklemenin yanlış olacağını ilk günden bilmekteydi. Yine tabiri yerindeyse arı kovanına çomak sokmaktan çekinmedi. Kadının kendisi olabilme mücadelesiyle başlattığı bu kavgada en başta kadının kendisini tanımasını, kendisine güvenmesini, kendi cinsini sevmesini öğretme mücadelesini verdi. Kadının cinsiyetçi toplum bakış açısının derin etkileriyle oluşan zihniyetini, duygu dünyasını, psikolojisini tersine çevirmek, aynı zamanda toplumun derinliklerine işleyen tabulara, erkek zihniyetine meydan okumak demek oluyordu. Bin yıllardır yazılı olmayan, fakat toplumun tamamen kanıksadığı sözlü yasalar, yani toplumun kanunlarını kadın lehine çevirmek her şeyden önce güçlü bir ideolojiyi gerektiriyordu. Uygarlıklar tarihinden günümüze kadar toplumsal dokuları oluşturan bu sözlü yasalar, toplumun ana kaynağını oluşturarak yaşamın düzenlenişini belirlemiştir. Önderlik kadın sorununu ele alırken her şeyden önce tarihsel olarak kadının baş aşağı giden tarihini irdelemiş, bunun Kürt toplumundaki yansımalarını ortaya koymuştur. Kürt kadın gerçekliğini ele alırken de ideolojik, siyasal, sosyolojik ve psikolojik olarak her açıdan değerlendirmiş, Kürt toplumunun iradesizleştirilmesinin ve sindirilmesinin temel kaynağı olarak bu olguyu mücadelenin temeline oturtmuştur.
Kadının bilinç kazanmasında Önderliğin özel bir yaklaşımı her zaman olmuştur. Cins bilincinin gelişmesi için kadının kendisini kendisine yabancılaştıran sınırların neler olduğunu tanıtmıştır. Ki bu sınırların kırılması en başta erkeğin hakim olduğu siyaset ve savaş alanlarında gerçekleşmiştir. Uygarlıkların kendisini var ettiği, savaş ve iktidar ikilisi erkeğin yalancı, zorba ve baskıcı zihniyeti ile kadın üzerindeki baskıyı sistemli şekilde sürdürerek, kadının ve tüm toplumun kanıksamasına götürmüştür. Siyasetin ve savaşın içine giren kadın yabancı olduğu bu alanlarda, iradesini ortaya koymaya çalışırken erkek zihniyetinin çeşitli yönelimleriyle hemen karşılaşmıştır. Çünkü bu alanlar erkeğe aittir, kadın bu alanlarda olacaksa da erkeğin belirlediği sınırlarda ve onun kontrolünde gelişmeliydi. Önderlik ise kadını bu alanlara koyarak kendi kararı ve iradesi ile katılmasını, erkek zihniyeti ile karşı karşıya kalmada cesaretli davranılmasının yol ve yöntemlerini öğretmiştir.
Önderlik en zor alanı seçerken, kadının güçsüzlüğünü, toplumsal bakış açısının yakıcılığını ve acımasızlığını her açıdan tahlil etmiş, fakat kadın bunun ortaya çıkaracağı sonuçlardan çok haberdar değildi. Alışkın olmadığı bu alanlarda kadın kendi gücünü gördükçe, tanıdıkça yapabileceğine dair inancı gelişirdi. Giderek erkeğin hakimiyet sınırlarında delikler açmayı başarabildi. Sorgulayan, düşünen, iradesinin dahil edilmediği durumlarda mücadele etmesini bilen, mücadele araçlarını ortaya çıkaran çabalar Kürt kadınını kendisiyle buluşmasında ciddi gelişimleri sağlamıştır. Binlerce kadın kahraman ağır bedeller verse de özgürlük arayışından vazgeçmemiştir. En son şehit Viyan arkadaşında belirttiği gibi, pasif, zavallı, çaresiz, iddiasız, şikayetçi kadın duruşunu kabul etmemek Önderliğin karşı durduğu ve mücadele ettiği en temel husus olmuştur. Mücadeleleriyle bunu gösteren binlerce kadın kahraman önderliğin bu öğretisini kendisi için ilke olarak benimsemiştir. Viyan arkadaşın kişiliğinde de bu öğretinin belirleyiciliğini görmek mümkündür. Viyan arkadaş özgürlüğe olan tutkusundaki arayışında Önderlikten doğru öğrenmeyi başarabilen örnek arkadaşlardandır. Bağımsız düşünebilen, iradesiyle katılabilen, gerekçeler yaratmayan, zorluklar karşısında umutsuzluğa kapılmayan, yaşama aşk düzeyinde sarılan, cesaretini her yerde ortaya koyan kadın duruşuyla Önderlik ideolojisinin her kadın kişiliğinde açığa çıkabileceğini göstermiştir. Bu yanıyla da bakıldığında Önderlik iradesiz, güvensiz Kürt kadınından, toplumun yaşamını değiştirecek öncü kadın kişiliklerini yaratmayı başarmıştır. Yok sayılan kadından, kadın kimliğiyle ve kişiliğiyle yaşama katılan kadını yaratmak kuşkusuz devrimsel bir değere sahiptir.
Sadece Kürtlerde değil, ulusal mücadele veren birçok halkın, halkların özgürlük mücadelesi süreçlerinde kadınların katılımı olmuştur. Bizim coğrafyamızda kadının savaşa katılmasının anlamı daha farklı ve önemlidir. Feodal değer yargıları, dini inançların katı kuralları, mezhepsel inançların kadını kendi içine hapseden gerçekliği kadın kimliğinin ifade edilememesini daha fazla beslemektedir. Binlerce kural ve kaide ile çevrelenen zihinlerin kadın lehine çevrilmesi, kadının bu gerçekliğin değişebileceğine inanması ile başlayacaktır. Binlerce kadının mücadeleye katılması, kadında ve toplumda bu inancın gelişmesiyle paralel ilerlemiştir. Kadın başarabileceğini gördükçe, amaçlarını, hedeflerini yaşama dair bakış açısını değiştirmiş, iradi gücünü ortaya koymuş, kadın örgütlülüğünün gelişmesine inanarak katılmıştır.
Bugün geldiğimiz aşamada Önderliğimizin en başta kadına güvenmesinin, soruna sürekli stratejik yaklaşmasının, kadın aleyhine olan her türlü gerici yaklaşımı reddetmesinin belirleyici yanı olurken, kadınında tereddütsüz ve cesaretli yaklaşımı mücadeleyi ilerleterek bir aşamaya getirmiştir. Ortaya çıkan sonuçlar yetinilmesi gerekiyor anlamını ifade etmiyor tabi ki. Kadının hem ulusal sorun karşısındaki hem de kadın kimliğinden kaynaklı yerine getirmesi gereken sorumlulukları ve görevleri bulunmaktadır. Kadının köleliği üzerine büyüyen uygarlık, Ortadoğu da statükocu yapılarla kendisini yaşamsallaştırırken, bu yapıların değişmesi, toplumların eşit ve özgür paylaşımına dayalı zihniyetle mümkün olabilir. Kadın özgürlük mücadelemizin Ortadoğu da ki zihniyet değişiminin aktif gücü olduğu, toplumsal alanda ortaya çıkardığı değişimle kendisini ortaya koymuştur. Kürt kadınları bu değişimin süreklileştirilmesinde her şey değildir kuşkusuz. Fakat önemli bir parçasını temsil etmektedir.
Kadın özgürlük hareketlerinin dünyamızdaki ve Orta Doğudaki sistemsel çıkmazların, tıkanıklıkların aşılmasında, barışçıl ve demokratik ortamların yaratılması için mücadele etmesi önemini korumaktadır. Gerek kadın kimliğinin sahiplenilmesi adına, gerekse halkların kimliksel, siyasal ve kültürel iradelerinin oluşmasında kadının özgürlüksel hareketlerinin ortak buluşmalarını yaratmalarına ihtiyaç vardır. Her ne kadar kendi mücadelemizde bir aşamaya gelmiş olsak da, diğer halkların kadınları ile barış ortamını en başta kadının kendi zemininde yaratılması çalışmasını yapamamışızdır. Bu durumdan kadın hareketi olarak bizim Arap, Kürt, Türk, Çerkez, Süryani, Fars vs kadınları arasında ciddi bir iletişimsizlik bulunmaktadır. İlişkiler zaman zaman gelişmiş olsa da, kadınlarla buluşmada geride seyrediş vardır. Diyaloglar ihtiyaca cevap vermenin çok ötesindedir. Kadın kimliği çerçevesinde yaşanan sorunlar birçok açıdan ortak olmasına rağmen, çözümlerin gelişmesinde aynı noktadan çıkışlar olmamakta, olsa dahi bunlar bir araya getirilememektedir.
Kadına ait bir gün değil günler oluşturmanın gereği bütün kadınların ortak birlikteliği etrafında gelişebileceği kesindir. 8 martı kadınların kendisi olabilmesinin, düşüncesi, kimliği ile yeniyi yaratmanın zemini haline getirmek, yeni 8 martlarda kadınların daha bilinçli olabilmesinin, daha ileri gidebilmesinin projelerini oluşturmak olmalıdır. Devletçi, iktidarcı sistemleri, zihniyet yapılanmaları aşabilmenin tek çözüm yolu kadın öncülüğünde gelişecek, tabana dayalı örgütlenmeler ve yapılanmalardır. Sivil inisiyatiflere dayandırılacak bu örgütlenmeler, demokratik sistemin temel taşları durumundadır. Kadın örgütlenmeleri zihniyette ki değişimle gelişebilir. Kadın birliği, örgütlülüğü ihtiyaç olarak görüldükçe 8 Mart mirasına doğru sahip çıkma olabilir. Nihayetinde her dönem kadınların yürüttüğü mücadelenin, sonraki dönemlere bir miras olarak geldiğini unutmamak, bu miraslara sahip çıkarak yeni kazanımlar ekleyerek, geliştirip geleceğe taşırmak, kadın özgürlük kavgasında kadınlara ait bir yaşam yaratmanın yolu olmakta. Kadınların yapacağına inanmak her şeyin başlangıcı olduğu gibi, sonucu da belirleyecektir.
Derya Koçgiri
- Ayrıntılar
Türk özel savaş tam gaz psikolojik savaşını tüm cephelere yayarak sürdürmeye devam ediyor. Doğrusunu söylersek özel savaş sistemi sadece son Türkiye Cumhuriyetine has bir savaş biçimi değildir. Bunun tarihçesi vardır. Tarihçesi Osmanlılara belki de tarihin daha gerilerine Türk egemen sınıfları diye ele alabileceklerimizin neredeyse topunun insanları yönetme yöntemi özel savaş biçimidir.
Örneğin Osmanlının o meşhur taht kavgalarında 18 kardeşi bir günden tasfiye etmeler sadece bu sistemin ne kadar derinden vahşice sürdürüldüğünü gösterir. Ya da yeniçeri ocaklarında adeta tümden belleksizleştirilerek yeniden kendi halkların başına cellat olarak göndermeler neyle izah edilir? Ve tabii başka halkların sıradan insanlarından başlayarak en tepesindekilerini esir aldıklarında oğlancıklar yapmalar, korkunç tecavüz uygulamaların elbette birer politik karşılıkları vardır. O dönemin kral oğullarını alıp oğlan yapmaların herkese vereceği açık mesajlar herhalde vardır.
Özcesi Türk özel savaş sistemi derken siz bu tarihi halen anlı şanlı olarak paylaşanların tümünün kastedildiğini anlayın.
Evet, Türk özel savaş sistemi tam gaz devrededir dedik. Şimdiler de en çok uyguladıkları özel savaş yöntemi özel psikolojik savaştır. Hatırlayanlar bilir dönemin Genelkurmay başkanı şimdinin darbeci tutuklusu İlker Başbuğ özgürlük hareketine karşı en etkili silahlardan bir tanesini özel psikolojik savaş yani psikolojik harp olduğunu dillendirmişti. Ve o gün bugündür inanılmaz ölçüde insan ruhunu rahatsız eden bir kirli savaş devrededir. Belki İlker Başbuğ içeri alındı ancak öyle görülüyor ki Yeşil Türki Faşist iktidar ve cümle cemaat kalemşor ve yandaşları, hazırladıkları yeni yetme Rus mafyacıları gibi aç gözlü ve ahlaki değerlerden tümden uzaklaşarak iftiracılaşan Kürt işbirlikçileri de dahil tümden psikolojik bir savaş yürütüyorlar.
Özel savaşın, psikolojik savaşın en fazla üzerinde durduğu bir konu gerillaya katılımlardır. Gerilla katılımının önünü almak için dünyada akıllara gelmeyen yalanlar uydurularak sözde Kürt gençlerinin gerillaya akmasının önü alınacak.
Öyle ki gerillaya katılanlar cahildir, okul okumamışlardır, işsizdirler, geridirler derken bir sürü başka tespit ve ardından da gerillaya katılanların bilmem yüzde kaçı da çocuk.
Konuya girmeden şunu peşinen söyleyelim: Özgürlük ihtiyacı olanlar dağlara gelir. Özgürlük sorunu olmayanlar, sistemle barışık olanlar, çelişkileri olmayanlar, başka bir dünya istemeyenler, öylede yaşanabilinir diyenler, para pulun ve kariyer peşinde olanlar, verili olanı kendilerine kabul edenler ve birde bu kapitalist modernist kültürün tüm etkileyici ve cezp edici kültürünü yaşamak isteyenler elbette dağlara gelmezler. Gelemezler.
Özgürlük en fazla kime gereklidir?
Özgürlük en fazla horlananlara gereklidir.
En çok itilmiş kakılmışlara gereklidir.
Aç kalanlara gereklidir.
Ezilenlere gereklidir.
Mağdur edilenlere gereklidir.
Susuz olanlara gereklidir.
Hayallerine ulaşmayanlara gereklidir.
Arayışı yüksek olanlara gereklidir.
Başka bir dünyanın olabileceğine ve başka bir dünyanın yaratmasının mümkün olduğuna inanlara gereklidir.
İçi ile dışındaki uyumsuzluktan rahatsızlık duyanlara gereklidir.
Erkeğin her türlü hakaretini kabul etmeyen kadınlara gereklidir.
Ata erk sisteme bayrak kaldıran tüm gençlere gereklidir.
Ve tabi bu listeye daha nice özgürlük ihtiyacı olan çevreleri eklemek mümkündür.
Ama her halükarda ruhu doyurulmamış olanların en fazla ihtiyaç duyduğu şey özgürlüktür. Adalettir. Eşitliktir. Paylaşımcılıktır.
İşte yukarıda sayılanları yeniden bakarsak neden Kürdistan’da gerillaya akmanın önünün alınamadığı görülecektir. Horlanan bir gençlik, itilen bir gençlik, işkence gören bir gençlik ve tabii bunların tümünü yaşayan bir halk ve onun küçücük evlatları.
Küçücük evlatları derken yukarıda dile getirmiştik, özgürlük saflarına yani gerillaya çok çocuk katılıyormuş. Ve neredeyse gerilla ordusunun üçte biri çocukmuş.
Dedik ya kocaman bir psikolojik savaş devrededir. Bu tür karalamaların asıl hedefi özgürlük hareketini uluslar arası arenada küçük düşürmektir. Çocuk suçunu işlediğini söylemeye çalışmaktır. Ne var ki özgürlük hareketi uluslar arası tüm güçleri gerilla kamplarını ziyaret etmeye ve denetlemeye çağırmıştır. Gelirler mi gelmezler mi o onların bilecekleri bir iştir. Ancak dağlarda çocuk yaşta gerillaların bulunduğunu hep söyledik. Ve bunları asla inkar etmedik. Ve çocuk yaşta bulunan yoldaşlarımızı nasıl koruduğumuzu ya da nasıl eğittiğimizi de söyledik.
Ama niçin küçük yaşta çocukların dağlara aktıklarını ve niçin küçük çocukları geri evlerine gönderemediğimizi söylemedik. Şimdi bunları söyleyelim.
Duyarlı bir Türk yazardan aşağıya alıntıladıklarımız Adana Pozantı Cezaevi’nde “taş atan” Kürt çocuklarının yaşadıklarını aranan cevapları fazlasını veriyor.
“-Nasıl ellerine pimapen parçalarıyla vurulduğunu…
-Copla tehdit edildiklerini…
-Bayrak öptürüldüklerini…
-İp geçirilen boğazlarındaki düğümün ‘gerektiğinde’ nasıl sıkıldıkça sıkıldığını…
-Adli suçlularla aynı koğuşta kalmaya zorlandıklarını…
-O koğuştaki çeşitli ‘mümessiller’ tarafından pantolonlarının indirildiğini…
-O mümessillerin zorla yataklarına sokulduklarını… -Taciz ve tecavüze uğradıklarını… “
Bu dile getirilenler sadece ve sadece bir Eisberg’in küçücük ucu. Ve size Kürt çocuklarının neredeyse tümüne faşist devletin bu uygulamaları yaptığını söylersek elbette şaşıracaksınız. Ancak henüz evvelki yıllarda Siirt’te bağlı bir kazada YİBO’larda küçük kız çocuklarına onlarca öğretmen tarafından taciz ve tecavüz edilmesine ve fuhuşa zoraki zorlandıkları deşifre edildiğinde o dönemin ve muhtemelen halen de oranın valisi olan zat “fuhuş yapmasınlar da dağa mı çıksınlar” benzeri onur kırıcı sözler sarf etmişti. Yine Mardin’de bir Kürt kızına yüzlerce asker tarafından yapılan tecavüz olayında, küçük kızın da gönüllü yani kendi rızasıyla yaptığını belirten Türk mahkemeleri…
Söylemek istediğimiz şudur: Türkiye devletinin neredeyse tüm kurumlarında Kürt çocuklarına dönük bir taciz ve tecavüz kültürü söz konusudur. Ve bu uygulanan ahlak dışı yaklaşımları geçmişte Kemalist devletin uygulamalarıyken şimdilerde bu uygulamaları daha ileri taşıyan sahte bir İslami iktidar ve Yeşil Türki Faşistler var.
Bu gerçekliği bilmeden neden binlerce Kürt gencinin ve onlarca Kürt çocuğunun dağa çıktığını anlayamazsınız. Ve neden dağda yeniden evlerine göndermek istediğimizde geri dönmediklerini de anlayamazsınız.
Ama Kürt çocukları, Kürt gençleri ve özgürlük savaşçıları ve tabii bu çocuk, genç ve özgürlük savaşçılarının aileleri evlatlarının neden dağlara aktıklarını bildikleri için evlatları toprağa düştüğünde ellerine kına çalmaktan da asla geri durmayacaklardır.
Kasım Engin
- Ayrıntılar
Türk özel savaşı gerillayı teşhir ede dursun biz kendi cephemizde gerillayı anlatmaya devam edelim. Ne de olsa “gerçekler çıplak olmayı sever” derler. Biz kendi gerçekliklerimizi söyleyelim, Türk özel savaş sistemi ise bizi karalamaya devam etsin. Hele bunu yaparken de dediğimiz gibi onlarca sahte akademisyen sıfatlı insanı bir araya getirerek saldırılarına devam etsin. Bunlar elbette yetmez, yetmediği için gerillanın ne kadar cahil olduğunu, geri kaldığını, ne kadar amaçsız olduğunu, ne kadar kandırıldığını da yazmaya, çizmeye devam etsinler. Bunlar da yetmediğinde ihanetçi işbirlikçi bir sürü korkak ruhlu, bireyci, egoist ve kendilerini pazarlamaya, paralamaya hazır hain takımı…
Evet, siz kendi cephenizde gerillayı karalamaya devam edin, biz ise sadece ve sadece yürek sahibi olan bu işi yani yürek isteyen bu işi ve bu yürek sahibi kişilikleri anlatmaya devam edeceğiz. Karınca kararınca misali bizde kendimizi anlatacağız.
Bu bağlamda birkaç yıl önce bir yoldaşımızın gerillanın bir özelliğine dönük söylediklerini buraya alarak anlatımlarımıza devam edeceğiz.
“Buralarda ölmek bile bambaşkadır” demişti bizim enternasyonalist devrimci gerillamız Kadir Usta. O: “Çekip gitmek yok aslında, yüreğin çılgın akışı vardır, bazen dur durak bilmez götürür seni gitmek isteğin yere. İstesen de geri alamazsın kendini” derdi.
Biz yüreğimizin çılgın akışını dur durak demeden takip ederken ne ister bu egemen ve emperyal güçler diye hep kendimize sorarız. Neden bu kadar bizi hedeflerler, ne isterler bizden? Bizim gibi yumuşak huylu, nezaket dolu, insan sevdalısı, tüm inançlara saygılı, cinslere-özelde ezilene-hürmetli, büyüğe büyük diyen, küçüğe ise bağrını açan ve hiçbir çıkar gözetmeden gerektiğini insanın en değerli olan varlığını ortaya koyan kelle koltukta insanlara ne diye bu kadar saldırırlar? Tuhaf, bize öyle saldıranlar var ki ne isimlerini duymuşuz, ne onlara bir şeyler yapmışız, ne de yollarına barikat kurmuşuz.
Gerilla bir duruştur. Özgürlük duruşu; boyun eğmez, kötüyle uzlaşmaz, kellede gitse doğrulardan geri atmayan duruştur. Kadir Usta’nın deyimiyle “Herkesin sevgisini kazanmak istiyorsan, kendi doğanda kal, herkes seni olduğun gibi görsün, seni sevenler zaten böyle severler seni” misali gerilla içiyle dışı bir olan kişilik demektir. Bu duruş potansiyel olarak yalan dolanlı bir dünya da tehlike demektir.
Ancak tüm emperyalistlere, sömürgecilere, sınıflı toplum savunucularını, gericileri, eskiden ısrar edenleri tedirgin eden gerilla özelliklerini başka yerlerde aramak gerekir.
Gerillanın üç felsefik ilkesi vardır. Bunlar gerillayı gerilla yapan felsefik bakışlar ve onun akabinde onun duruşunu sağlayan ilkelerdir.
Bu sınıflı, baskıcı, sömürücü, kan emici dünya üç temel direk üzerinde kuruludur. Bunlardan ilki
İnsanın yaşamını tehdit ederek, geri adım attırarak teslim alma girişimdir. Buna gelmeyenleri tasfiye ederek gelecek kuşakları baskılarlar. İkincisi mal-mülktür. Yani maddiyata dayalı yaşamdır. Bununla neredeyse satın alamayacakları kimseyi bırakmazlar, velev ki onlara bir zamanlar karşı durmuş olan bu bireyleri mal mülkle ya teslim alırlar, vaatlerde bulunarak yanlarına çekerek kendi adamları yaparlar, ya da o bireylerin mal mülküne el koyarak, talan ederek hatta onlara yakın duran fertlerinde neyi varsa el koyarak tehdit ederler. Bunlara karşı koyan birey ya teslim olacak ya da vurulup gidecektir. Geri kalanları ise korkunç bir tecrübeyle terbiye edilmiş olacaklar. Üçüncüsü ve belki de en önemlisi ise kadın-erkek ilişkileriyle teslim alamayacakları kimse yok gibidir. Erkekse kadınla, kadınsa erkekle vururlar. Evlilik kurumu diye bilinen köleleştirme kurumuyla adeta tüm insanlığı oldukça kalın ve kırılmaz zincirlerle kendilerine kırk göbekten bağlarlar. Öyle ki buna dayanacak adamlar ve kadınlar zor çıkar. Siz buna özenle geliştirilen cinsel güdünün hortlatmasını da eklerseniz adeta hasta hale getirmedikleri kimseyi bırakmayarak her gün yeniden yeniden köle haline getirirler insanları.
İşte verili-yani sınıflı, iktidarcı, sömürgeci, kan emici-dünya bu üç temel ilke temelinde kuruludur.
—insanı yaşamını tehdit ederek hizaya getirme
—mal mülke satın alarak kendine bağlama
—kadın erkek ilişkileriyle, cinsel güdüyü hortlatarak köleleştirerek kendi sistemlerinin birer çarkları haline getirme
Bu sınıflı ve iktidarcı dünyaya karşı gerillanın felsefik ilkeleri terstendir. Siz bu sınıflı dünyaya karşı mücadele edecekseniz biraz da çubuğu tersten bükeceksiniz. Yani bu egemen ve emperyalistlerin yaptıklarının tersini yapacaksınız.
İşte gerilla biraz bunu yapıyor. Belki bu dünyada ilktir de. Başka yerlerde bireyler bazında istisnai olarak bu yöntemi uygulayan bireylerin var oluşu olasıdır, ancak gerilla bunu yapısal olarak uyguluyor.
Nedir bunlar?
1-Siz bir gerillayı tehdit ederek hizaya getiremezsiniz, çünkü gerilla kelle koltukta yürüyen ve yaşayan bir direnişçidir. Onun yaşamına yönelerek onu esir alamazsınız. Onu bu yöntemle etkileyemezsiniz. Çünkü o yaşamını genelin çıkarı için zaten gözden çıkarmıştır.
2-Gerillanın malı mülkü yoktur. En çok nefret ettiği paradır. Gerillada en büyük ayıp paranızın olmasıdır. Burada yaşam komünaldır. Ortakçıdır. Senin benim yoktur, hepimizindir ilkesi esastır. Bir de gerillanın tüm malı mülkü sırtında taşıdığı çantasıdır, onun da içerisinde bir defter, bir kalem, bir kitap ve hareket halindeysen bağlı bulunduğun birimin erzakı vardır. Başka da gerillanın bir şeyi yoktur. Sizin deyiminizle bir derviştir gerilla. Bir hırka bir lokma felsefesi dahi gerillanın mal mülk yaklaşımı yanında geri kalır. Peki, böyle birisine tüm dünyayı önüne serseniz bir sonuç alabilir misiniz?
3-Gerilla kadın-erkek ilişkilerinde verili olanları kabul etmiyor, verili olana yaklaşmıyor. O İslamiyet’te olduğu gibi Hz. Muhammed’in asa beleri üç ay dayanmadılar diye cihatta iken yeni vahiylerle üç ay’ı geçen seferlerde “bulunduğunuz yerlerde ki kadınlarla evlenebilir ve geri dönerken de boşaya bilirsinizi” yapmıyor gerilla. Değil üç ay, 30 yıla varan cihat içerisinde de olsa, ona ilk gündeki cihattın kuralları geçerlidir. Yani temiz kalacaksın, nefsini temiz tutacaksın. Alevilerin deyimiyle “eline, beline ve diline hakim olacaksın” felsefesi esastır. Özcesi sınıflı toplumun ilişkilerinde öcü gibi kaçıyor gerilla. Onlar “ülkelerine sözlü, topraklarına nişanlı ve düştüklerinde nikâhlanırlar” deyişi temelinde yaşarlar.
Bu üç ilkeye göre yaşamak yürek ister, beyin ister, cesaret ister ve tabii ki büyük fedakârlıklar ister. Başka da bu üç ilkeye göğüs germek mümkün değildir. Kürdistan özgürlük mücadelesinin en büyük zorlukları bu üç ilkelerdir. Yoksa “zorlandım, aç kaldım, üşüdüm, dayanamadım, korktum, aradıklarımı bulamadım, çeliştim” sözleri hikâyedir. Boş laflardır, kendini saklamanın ve sözde haklı çıkarmanın çabasıdır.
Şimdi gelelim ilk sorularımıza, neden gerillayı egemenler ve emperyalist güçler bu kadar hedeflerler? Neden gerilla adeta dünyanın en tehlikeli insanları olarak ele alınır ve tasfiyeleri için her şey yapılır?
Vereceğimiz cevap nettir. Gerilla onların teslim alacağı bir insan değildir. Düşünün, gerilla bu özeliklerini dünyaya yaysın, o zaman ne olur bilir misiniz? Sınıflı kapitalist uygarlığın dibine dinamit konulmuş olur. Sorun gerillaların eylemleri değildir. Silaha başvurmayan bir gerilla da olsa-eğer yukarıda söylediğimiz ilkeler temelinde yaşıyorsa-dünyanın neresine giderse gitsin o bir tehlikedir. Tehdittir. Sakıncadır. Dinamittir. Direnişçidir. Ve o yaşadıkça bu sistem tehlikededir. Çünkü böylesine bir gerilla her zaman bir alternatiftir, her zaman sistem karşıtlarına yanına çekerek bir karşı cephe oluşturabilecek bir seçenektir. Güzel ortamlarda, güzel insanlar boy verir misali burada sadece güzel insanlar yetişir ki bu da onlar için büyük bir tehlikedir.”
Gerilla buyken kimin ne kadar kandırıldığının kararı siz gençlere aittir. Karar siz yürekli insanlara aittir. Karar siz dünyanın topuna kafa tutan kadınlara aittir.
Hayri Engin
- Ayrıntılar
