Yönümüzü doğrulttuğumuz coğrafyalarda güneşi kucaklarken ve en mütemadi melodileriyle rüzgâr kendisini bize sunuyorken yolumuz düşmüştü, yamaçlarında mor sümbüllerin genzi yakan kokularının eksilmediği Hakkâri dağlarına. Derin vadilerine baktıkça özgürlüğün daha da farklı anlamların içine sürüklendiği böylesi anlarda hem uzaklardan batan güneşin, hem de başımızın üstünden geçen göçmen turnaların görüntüleriyle yolu kat ederek, gecenin içinden yeni hayatları oluşturan adımların dayandığı eşikteki güne merhaba demek, bu toprak parçasında her zaman bende ayrı bir duygunun işgalcisi olmuştur. Önümde yürüyen arkadaş “bu ileride güzel bir su kaynağı var” deyince, durmanın, soluklanmanın yeri olduğuna ikimizin de hareketlerindeki kifayetsizlik karar verme gücünü göstermişti. O su kaynağının başında soluklanıyor ve kaynağın insanın içini serinleten suyuyla yüzlerimizi yıkıyorken, aklıma çocukluğumda görme fırsatına eriştiğim tablolar gelmişti. Evet, hatırladığım kadarıyla çocukluğumun o sisli hatıralarında; her zaman doğa resimleri ve fotolarının özel bir anlamı olmuş ve bu çalışmalar üzerine gördüğüm her eser, beni kendine âşık etmişti. Fakat burada, yani bu kaynağın başındaki mekânda ve tarih akışının bu anında görmekte olduğum o manzara, ne çocukluğumdaki natüre çalışmalara benziyordu, ne de onlar gibi bende geçici sarhoşluğun oluşmasını sağlıyordu. Hakkâri dağlarının yamaçları, yaylaları, binlerce çeşidiyle çiçekleri ve bir ananın halel gelmemiş emeği kadar berrak olan sularına, her bakışımda, dokunuşumda ve yudumlamada tekrar tekrar âşık oluyordum. İşte burada anlıyordum ki; devrimcilik aynı zamanda, doğanın içine, paylaşıma ve insana âşık olmaktı.
Yamaçlardan aşağı süzülen karlı patikaların kenarlarında isyan edercesine başını gökyüzüne dikmiş berfinlerle konuşarak aşağımızda bulunan köye yaklaştığımızda, bin yılların eskitemediği tarih bütün ihtişamıyla kendini önümüze seriyor ve sanki gösterdikleriyle ya da gösterecekleriyle bize “hoş geldiniz” diyordu. Özellikle köyün yukarısından getirilen su kanalı ve köyün orta yerinde bulunan kilise ilk başta dikkatimi çekiyordu. Su kanalına baktığımda, kocaman dağların arasından süzülen devasa bir yılanı andırıyordu. Bazı yerlerinde her ne kadar tahribatlar olsa da, halen de çok sağlam görünüyordu. Yanımdaki arkadaş bendeki şaşkınlığı anlamış olacak ki, “bu köy çok eski bir köydür. Eski zamanlarda Süryaniler buralarda yaşıyorlarmış, yani bu köyü onlar çok eski zamanlarda inşa etmiş ve yaşamışlar” şeklinde açıklayıcı bir cümle kullanmıştı. Köyün orta yerinde bulunan kiliseye doğru adımlarımı atmaya başladığımda, içimdeki heyecanı zor bela kontrol ediyordum. Daha öncesinde arkadaşların anlatımından çok dinlediğim bu kiliseyi, şimdi kendi gözlerimle ilk defa görüyor olabilmenin bütün coşkusunu damarlarımda hissedebiliyordum. Kilisenin yaklaşık 20 metreye ulaşan yüksekliği ve en üstünde bir incir ağacının bulunması dış görünüşte dikkati çeken noktalardı. Daha sonrasında kilisenin içine girdiğimde, ilk başta coşkum ve heyecanım gördüklerim karşısında hüzne dönüştü. Kilisenin içinde sanki kocaman bir köstebek bütün her yeri delik deşik etmişti. Fakat bu kocaman bir köstebekten ziyade yöre halkının arasında bulunan bazı ucuz maceracıların, kendilerince yürüttükleri hazine avcılığının oluşturduğu çukurlar daha doğrusu yaralardı. Bunları yorumlamaya çalışırken, gözlerimi etrafta usul bir şekilde gezdirmeye başladığımda, kilisenin içinde hiç sütun bulunmadığını fark ettim. Fakat yapıldığı zamana göre bu şekilde inşa edilmiş olmasını bir türlü anlayamadığımdan, yanımdaki arkadaşa “nasıl böyle sütunsuz yapabilmişler?” diye sorduğumda, “tavanı yaparlarken, kesme taşlarını kilitlemişler, yani birden fazla taş ustasıyla aynı anda örmüşler, yani hep beraber yapmışlar. Kilit taşları hem onların orada rahat bir şekilde kalmasını sağlamış, hem de gördüğün gibi beraberce bir tarih oluşturulmasına yardımcı olmuş. Biliyor musun, denildiğine göre burasına …………matta diyorlar.” Dediğinde “nasıl yani bu İsa’nın havarisi olan Matta’dan mı bahsediyorsun?” diye sordum büyük bir şaşkınlıkla, “evet, ondan bahsediliyor” demişti.
Şimdi haberlerde “Diyarbakır cezaevinin kapatılacağını” ve yerine komplekslerin yapılacağını duyduğumda, aklım beni yine Hakkari dağlarına, o eşsiz güzelliklere ve Süryani köyüne götürüyordu. Evet, son dönemlerde birçok tartışmaların yaşandığı Türkiye ortamında, böylesi bir kararın alınmasının tamamıyla tarihi silmenin ve toplumsal hafızanın kaybını oluşturmanın dışında bir anlamı yoktur.
Daha öncesinde bir yerlerde okuduğum bir noktaya değinmek istiyorum. 17 yy’de Rusya’da yaşamış ve hafıza-bellek üzerine büyük araştırmalar yapmış ünlü Doktor Korsakoff, hafızasını kaybetmiş insanların, belleğini kullanamayan insanların herhangi bir ölüden farklı olmadığını söylemiştir. Evet, bugün de yürütülen tartışmalarda, oluşturulmaya çalışılan tek taraflı açılım kumpanyalarında, Diyarbakır işkence kalesinin yıkılmasının kararlaştırılmasının gerçek anlamı, Kürt halkına uygulanan bilinçli ve sistemli işkencelerin, yok etme merkezlerinin izlerini taşıyan tarihi nitelikteki yapıları ortadan kaldırarak, sözüm ona sorunun çözümünü geliştirmek diye bir ezbere mantığın yaklaşımı olmaktadır.
Elbette Kürt halkının bunu kabul etmesi mümkün olamaz. Dünyada farklı örneklerinde görüldüğü(Almanya’daki Nazi kampları) gibi bu ve benzeri yerlerin sembolik olarak ve tarihi gerçekliklerin bundan sonraki kuşaklara aktarılması içinde, ilelebet ayakta kalması gerekmektedir. Kürt halkının bu yöndeki mücadelesi yükselen bir seyirle gelişecektir. Aksi takdirde son günlerde söylenilen söylemlerin arasına bol bol sıkıştırıldığı gibi; “birlik, beraberlik projesinin” salt söylemde kaldığı ve gerçek niyetinin ne olduğu daha net bir şekilde gün yüzüne çıkacaktır. Bunun da bölgede, mevzu bahis edilen barış ve birlikteliğe dayanan bir yaşam ortamını oluşturmayacağı kesin bir olgudur.
Şurası çok açık olmaktadır; bir halkın dününü yok ederek, onun yarınını oluşturamazsınız. Eğer dünle ve yaşanılan tüm geçmişle yüzleşir ve bundan gerçek anlamda ve bütün samimi duygularla sonuç çıkarırsanız, bölge barışa ve istikrara kavuşabilir. Yoksa ünlü Doktor Korsakoff’un da belirttiği gibi hafızalarını kaybetmiş ve belleğini kullanamayan Kürtleri oluşturmaya çalışmanın bir diğer anlamı da, ölü Kürt oluşturmak oluyor. Ki bunu Kürt halkının kabul etmesi kesinlikle söz konusu olamaz. Bir halkın varlığını ve onun iradesini, siyasi örgütlülüğünü bu anlamda da, toplumsal hak ve özgürlüklerini kabul etmek, geçmişini, kültürünü yaşamasına izin vermek, gerçek anlamda bu sorunun çözümüne katkı sunan siyaset ve politika olacaktır. Hem tarihe, hem bugüne ve hem de yarına bunu göstermeyen her yaklaşım, Kürt halkını yok etme, imha etme ve öldürme amacını güden yaklaşımlar olacaktır ki; bu da kendisiyle beraber çatışmaların çoğalmasının dışında her hangi bir şey getirmeyecektir.
- Ayrıntılar
İki-üç gündür başta Taraf gazetesi olmak üzere, Fetul-Münafıkçı Zaman, Star ile Bugün gazetelerine cevap vereyim mi, vermeyeyim mi diye düşündüm. Kemalizm’in yeşil versiyonuyla neo-ırkçı bir misyonla Kürtleri ve Özgürlük Hareketi’ni karalamaya çalışan malum gazetelerin, CIA ile MİT’in birer medya servisi misyonuyla Kürtlerin soykırımdan geçirilmesinde temel rol oynadıklarını bildiğim için, bunlara cevap vermeyi uygun gördüm.
Sonuçta cevap vermeyi bir ahlaki, insani ve gerilla etiği açısından elzemli bir görev olarak gördüm.
Daha önceden de Ahmet Altan için “Ahmet Altan biakıl, Kürtler bêakıl mı?” diye bir yazı yazmıştım.
Orada Ahmet Altan’ın, kime hizmet ettiğini açıkça yazmıştım.
Yazdıklarımın hakikat olduğu açığa çıkıyor.
Fetul-Münafık’ın Zaman, Star ve Bugün gazeteleri bir konuyu üste üste işlerken, M. Altan makalesini konu yapmış, Taraf gazetesi de bir sürmanşet atmış.
Manşetinde ‘sınırda general gerilla buluşması’ diye bir başlık yer almış.
Başlığı da 3.Ergenekon iddianamesinin ek iddianamesine dayandırarak atmış.
Silopi’ye bağlı Vahset köyünde yaşayan gizli tanık bir çetenin -ilk adım kodlu ve korucu- ifadesine dayandırarak ahkam kesmiş.
Taraf’ın yazdığını göre güya Cemil Bayık arkadaş, Levent Ersöz’le Hezil nehri kenarında üç dakika görüşmüş ve birbirine zarflar vermişler. Bir de görüşme esnasında, Piro arkadaşın da, Cemil Bayık arkadaşın yanında olduğunu duyurmuş, liboş soslu hurafeci Taraf gazetesi.
Sonradan da ikinci defa telsizle görüştüklerini duyurarak, hurafeci yayınını pekiştirmeye çalışmış.
Görüşme yıllarını da, 1999-2000 yılları olarak belirtmiş.
Şimdi gazetecilik açısında bu hurafelere bakalım:
Yalan atılır da, bu kadar atılır.
Attığı yalan, mega yalan.
Bir defa Cemil Bayık arkadaş, 1995 yılından sonra Haftanin bölgesine tek bir adımını atmamış. Manşetine konu ederek iddia ettiği olayın geçtiği yer Haftanin bölgesi olduğu için bunları belirtiyorum.
Piro Arkadaş ise o dönemde Soran alanındaydı. Süleymaniye yakınındaki Karadağ’daydı.
Gazetecilik etiği açısından Taraf gazetesinin birinci yalanı budur.
İkinci yalan ise o dönemde Şırnak tümen komutanı Yavuz Ertürk, jandarma alay komutanı ise Levent Ersöz idi. Levent Ersöz, Yavuz Ertürk’ün denetiminde görev yapıyordu. Yavuz Ertürk, Levent Ersöz’ün komutanıydı. Nasıl oluyor da Yavuz Ertürk, Levent Ersöz’ün yanında yer alıyor? Bir defa bu Türk ordusunun emir-komuta zincirine terstir. Taraf gazetesi bu durumu bildiği halde nasıl yalan ve külliyen köksüz bir habere imza atıyor. Gazetecilik etiği açısından bu durum, ikinci yalandır.
Üçüncü yalan ise, telsizle görüşme yalanıdır. Taraf gazetesinin üçüncü atmasyonuna göre güya ikinci görüşmeyi de Çiyaye Bêxer civarında yapmışlar -Çiyaye Bêxer de Haftanîn bölgesine bağlıdır- Ve sonradan telsizlerinin pil ile kablolarını atmışlar. Taraf gazetesinin bir çetenin söylediği yalanlara dayandırarak yazdığı u bölüm de doğru değildir. Gerilla küçük telsizlerde pil kullanır ama asker kullanmaz. Asker telsizi şarj eder. Kuru aküyü takar telsizine. Gerilla hiçbir zaman küçük telsizin kablosunu atmaz. Kabloyu telsize sabitler. Sadece şarjı biten pili değiştirir. Taraf gazetesi bu bilgileri bilmeden nasıl olur da Fetul-Münafıkçı bir savcının yönlendirmesi ve ısmarlamasıyla hazırlanan sanal bir ifadeyi alarak haber yapar? Haberde ki üçüncü yalan da budur.
Haberde ki dördüncü yalan ise şudur: O dönemde Botan sorumlusu Şehit Adıl arkadaştı. Şehit Adıl arkadaş Haftanin’de kalıyordu. Botan Eyaletini oradan komuta ediyordu. Eğer görüşme olsaydı Cuma arkadaşla değil, Şehit Adıl arkadaşla olurdu.
Ayrıca gerilla ahlaki açısından hiçbir zaman yazmak, söylemek istemememe rağmen, bu haber yüzünden şunu belirtmek zorundayım: Belirtilen dönemde ben kendim Cudi’deydim. Hem de sorumlu düzeydeydim. Haftanin’e de gidip geliyordum. Yönetimde yer almamdan dolayı, olup biten her şeyden haberim vardı. Kaldı ki Cuma arkadaş gibi arkadaşlar oraya gelselerdi, onların güvenliğini de örgütleyip alacak olanlar bizlerdik.
Diğer bir konu da Yavuz Ertürk’ün durumudur. Kürdistan’daki tüm sivil katliamların baş sorumlusudur. Hem Amed’den hem de Botan’dan bu katil generali iyi tanıyorum. Tek bir askeri başarısı yoktur. Tek yaptığı sivil katliamlardır. O dönemde de Serdar Tanış ile Ebubekir Deniz onların öldürülmesinden birinci derecede, Yavuz Ertürk sorumludur. Levent Ersöz’e talimat veren, Yavuz Ertürk idi. Yine Silopi’de TİPİK A.Ş’yi kurup, kaçak petrol ve genel petrolü bu şirket üzerinden pazarlayan ve JİTEM’i finanse eden Ertürk ile Yaşar Büyükanıt’tır.
Hatta o dönemde Şirnex ve Colemerg’de görev yapan tüm askeri ve mülki amirler bu şirkete ortaktılar. Her ay gidip TİPİK A.Ş’den karlarını alıyorlardı. Kürdistan’daki tüm vali ile kaymaklar aybaşında gelip söz konusu şirketten kar payını alırlardı.
Bunların hepsini telsizden dinleyerek açıkça bilen biriyim. Bizim gerilla telsizinden, asker telsizin frekanslarına girerek bunların hepsini dinliyorduk.
O zaman Botan’da Türk ordusunun yaptığı tüm pislikleri takip ederek öğrenen ve bilen bizlerdik.
Eğer Taraf gazetesi bu yazdıklarımı bilmiyorsa nasıl böyle bir haber yapıyor, eğer biliyorsa da yine böyle bir haber yapıyorsa, demek ki farklı amaçlar güdüyor.
Manşetindeki başlık bile üstün ırk anlayışını yansıtan, ırkçı bir başlıktır. Ersöz, Türk olduğu için rütbesi olan general rütbesiyle yansıtılmış. Cuma arkadaş ise manşetin başlığında sade bir gerilla olarak yansıtılmış. Bu başlık bile başlı başına Taraf gazetesinin neme nem bir şoven ve faşist anlayıştaki bir yayın çizgisine sahip olduğunu gösteriyor.
Gazetenin yayın yönetmeni A. Altan olduğu için bu yalan, çirkin, köksüz ve ahlaksız haberin yayınlamasından sorumludur.
Eğer Fetullahçı Zaman - Star - Bugün gazetelerinin sahipleri ve M.Altan ile A.Altan’da zerre kadar vicdan ve azıcık bile insani bir duygu varsa o haberi düzeltir ve Kürt halkı ile PKK’den özür dilerler.
Gazetecilik etiği bunu gerektiriyor.
Bunu yapmazlarsa dünyanın en alçak ve ahlaksız insanıdırlar.
- Ayrıntılar
PKK kan verdi, can verdi, ter döktü, düşünce üretti.
Yer yer adeta emekleyerek, yeni bir süreci başlattı.
Sürecin buraya sıçrama yapmasının altındaki hamle ise 1 Haziran 2004 hamlesidir.1 Haziran ruhuyla Gabar, Oramar, Zap, Çewlik -Tezwan, Amed - Gıre Seyran, Amed –Hêzan, Koçgiri - Gercanis, Faraşin, Kato Marinos direnişi ve eylemlerini yapanlardır esas bu sürecin aktörleri.
Bunlar Şehit Adıllardır. Nudalar, Mahirler, Diclelerdir. Serxwebunlardır. Dıjwarlardır. Erdallardır. Sorxwinler, Yıldızlar, Akifler, Maniler, Rızgarlar ve Beritanlardır. Onların şahsında tüm şehitlerdir.
2005 yılında Şemzinan, Gever ile Colemerg halkıdır. 2006 yılında Amed halkıdır. Elih ve Merdin halkıdır. Mako, Mehabad, Sine ile Kamyaran halkıdır.2008 yılında ise Kürdistan halkının hepsidir. 2009 yılında ise yerel seçimlerde gerillanın Zap Destanı’nı kendi cephesinde taçlandıran Kuzey Kürdistan halkıdır. AKP ve Türk devletinin bu sürecin başlamasında olumlu bir yönü yoktur. PKK tabiri caize iteleye iteleye, zorlaya zorlaya bir tartışma sürecini başlattı.
Eğer bugün tükürdüklerini yalarcasına, ince tarzda da Kürtlerin inkar etmelerine rağmen, devşirmelerin Cumhuriyetin’de Kürtler konuşuluyorsa, bu PKK’nin eseridir.
Eskiden bizlere ‘Ermeni dölü’ dediler mi? Bununla hem Ermenileri hem de Kürtleri aşağılamak istediler mi?
Evet.
Bunu yapan kimdi?
Türk devletinin gelmiş geçmiş tüm erkanı.
Türk devletinin kalemşörü katı ulusçu ve Türk-İslamcı tüm medya.
Eskiden bizlere ‘Dağ Türkü’ dediler mi?
Evet.
Bunu yapan kimdi?
Tüm anlı şanlı güya profesör ünvanlılar.
Bilimadamı, eğitimci ve din adamı geçinen tüm devletlu kapıkulular.
Tüm askeri erkan ve siyasi erkan, bilcümle Türklük adına hareket eden dumanlı kafalar.
Bazıları Türk ırkçılığına ulus kılıfını, bazıları bilim kılıfını, bazıları din kılıfını, bazıları tarih, bazıları da hukuk kılıfını geçirdiler.
Binbir maske taktılar.
PKK gerillalarını yaptılar ‘çapulcu’, yaptılar ‘üç buçuk eşkıya’, yaptılar ‘kılıç artıkları’, yaptılar ‘haydut’, yaptılar ‘anarşist’, en sonda da ABD patentli bir sanal kelime buldular rüyalarında bile bunu tekrarlıyorlar güya biz ‘teröristmişmiş mişiz’.
Ha ha buna gülünür işte.
Niye mi?
Hani bize diyorlardı ya ‘kandırılmışlar’.
Ben şimdi soruyorum 86 yıldır Kürt yoktur dolayısıyla tarihi yoktur, dili yoktur, kültürü yoktur diyerek kitaplar yazan, hurafe teorilerini üreterek toplumu eğiterek kandıran kim di?
Tabi ki, Türk Devleti.
Dersim’de, Agıri’de annelerimizin karınlarını kasatura ile deşerek bebek ceninleri ve annelerimizi, kız kardeşlerimizi, kardeşlerimizi, babalarımızı, dedelerimizi katleden kimdi?
Tabi ki, Türk devleti.
Hem kandıran hem de kandırılan kimdi?
Türk devlet erkanı ve ona göre biçim alan külli Türk ırkçıları, Türk-İslam sentezcileri.
Buna karşı amansızca direnen özgürlük ideolijisini üreten kimdi?
Tabi ki, PKK ile PKK gerillaları.
Bundan şöyle bir sonuç çıkar:
Kandıran ve kandırılan kimlerdir?
86 yıl boyunca Türk devletinde görev yapan tüm askeri ile sivil bürokrasi, bunlara inanan ve bunlara kulluk yapan herkes.
Hakikatçılar ile hakikat ve özgürlük savaşçıları kimlerdir?
Tabii ki Önder APO ile tüm APOCULAR.
Şimdi farklı bir üslupla daha ince tarzda kandırılmışlık tekerlemesini okuyanlar var.
AKP’den sonradan yetme ve devşirme Ömer Çelik beyefendileri diyor ki, ‘HPG yenilmişmiş, Emine Ayna sorunun muhatabı Önder APO’dur dediği için provokatörmüşmüş, Kürtler isteseler seçmeli derslerle Kürtçe okuma yazma öğrenebilirlermişmiş, hele Kürtçe eğitim hiç olmazmışmış.’
Diğer AKP’li başkan vekili denilen zatı şerif Mustaf Eliaçık da diyor ki, ‘PKK düşünce üretemiyormuşmuş’. Kul köle mantığına sahip kafası dumanlı kafatasçı muhterem düşünce üretiyormuş.
Çok konuşup, boş konuşmayı marifet sayanlara bakın.
Önder APO ve PKK tüm dünyayı özgürlüğe kavuşturacak bir paradigmayı yani düşünceyi üretmiş durumda.
İnsanlığın kurtuluşu bu paradigmadadır. Senin klişe laflarına ve kelimebazlığıyla nam salan AKP’nin düşüncelerine Kürdistan ve Ortadoğu halklarının ihtiyacı yoktur.
Eğer düşünce nedir bilmek istiyorsan sayın ELİAÇIK, yalnızca Önder APO’nun son üç kitabını -Uygarlık, Kapitalist Uygarlık ve Özgürlük Sosyolojisi- oku sana yeter artar bile.
Okuduğun zaman nasıl düşüncesiz olduğunu anlarsın herhalde sayın Eliaçık.
Eğer böyle değilse zatı muhterem Eliaçık niye senin içinde bulunduğun hükümet Önder APO’nun üç kitabının Aram yayınları tarafından dağıtılmasını engelliyor?
Esas düşünceden korkan ve düşüncesiz olan, düşünce üretmeyen sizlersiniz.
Böyle olmasaydınız, 86 yıldır pas tutmuş dumanlı kafalarla Kürtleri inkar etmeseydiniz, bugün Kürdistan, Anadolu ile Trakya halkları dünyanın en özgür halkları olmuş olacaktı.
Eğer böyle olmasaydınız, bugün Kürdistan, Anadolu ile Trakya ülkeleri Ortadoğu’nun lider ülkeleri olacaktı.
Ben zatı muhterem Eliaçık’ın yerinde olsam oturup kalkar HPG gerillalarına dua ederdim. Çünkü özgür düşünce ile Özgür Kürdistan ve Demokratik Türkiye hedefiyle fedaice direnen HPG gerillalarıdır.
Yine senin gibi korkaklar bir zamanlar ordu karşısında titrerken, eğer bugün mızmızlayarak da olsa bazen ses çıkarıyorsa, bu da PKK’nin ordunun karizmasını çizmesinden kaynağını alıyor.
Haydi aksini savun.
İşte meydan.
- Ayrıntılar
Büyük Ustamız Aram Tigran’ın Anısına
Gerillada matem var. Gerillanın yüreği ve duygusu olmuş bir insanı kaybetmek her zaman kaldırılacak bir durum değildir. Kürt halkına en zor anlarda yakın durmanın da ötesinde var olmanın yok olmanın tartışıldığı bir ortamda Kürt halkını onun diliyle işlemek, içten dillendirmek her babayiğidin harcı değildir. Bu bağlamda büyük usta salt bir sanatçı değildir, o müthiş bir cesarete sahip en seçkin gerillalarımız arasında yer aldığı kesindir. Biz onu yani ARAM TİGRAN’ı kendimize çoktan komutan kabul etmişiz.
Büyük ustamızı, yüreğimizi, kısılan sesimizi gür haykıran büyük insanı, büyük sanatçıyı ve de önderliğimizin en çok sevdiği halk sanatçısını kaybettik.
Sanatçı bir toplumun gelişimini en iyi ve berrak bir şekilde yorumlama ve dile getirme olayıysa, o en seçkin sanatçımızdır.
Aydın bir toplumun sorunları en iyi bir şekilde tespit ederek gelişmenin nasılına taraf olma olayı ise o en seçkin aydınımızdır.
Yurtseverlik kendi ülkesine -bu terk edilmiş topraklar da olsa- ölümüne bağlı yaşamaksa o en ileri düzeyde seçkin bir yurtseverdir.
Devrimcilik eskiyi yıkarak yeninin inşasına katılım olayıysa o müthiş bir devrimcidir.
Ve gerilla bir halkın acılarını, kederlerini, sızılarını içten yaşayarak bir nebze de olsa bunu dindirmek için dağların doruklarına çıkma cesareti gösterebilme sanatıysa o en ileri düzeyde bir gerilladır. Çünkü o sıfır noktasının altında emek sarf ederek, çalışarak Ape Musalar gibi Kürt sorununu sıfıra getiren isimlerin arasında en önemli yerini alıyorsa burada sergilenen cesareti görmeden geçmek olmaz. Bu ise seçkinliktir, bu ise ölümün üzerine üzerine gitme olayıdır ki bunu da toplumumuz bugün Apoculuk ve gerillacılık olarak ele alıyor.
Büyük usta; ansızın gidişin yüreğimizi çok yaralamıştır. Böyle erkenden gitmek olmamalıydı. Seni seveni ve sevenleri bırakıp gitmek böyle olmamalıydı. Biz, halkımızın dediği gibi seni seveni de seviyoruz. Şimdi seni seven ve sevenler çok mu ama çok üzüleceklerdir. Biz hepimiz zaten seni seveni yeterince üzüyoruz bir de senin onu üzmen olmamalıydı.
Güzel insan; senin yerin nur olsun, biz gerillalar seni hep sevdik. Ve seni her zaman seveceğiz.
Seni yazarken enternasyonalist ve sosyalist gerilla Kadir Usta’mızın şiiri aklımıza geliyor:
Özgürlük
Bazen haykırıştır
Bazen gülüştür
Bazen kaşlarını çatmaktır namussuzluğa karşı
Bazen yürümektir
Dolunaylı bir gecede
Bazen şafakta
Yükselen güneş ışınlarını
İzlemektir.
Bazen ıssız vadide ilerlemektir
Kuşların cıvıltılarıyla,
Yarının hayaleni kurmaktır bazen
Bazen yüreğin sesini dinlemektir,
Yaz yağmuru altında
Akdeniz’in sessiz sakin sahilinde,
Bazen savaştır
Bazen tavırdır
Bazen yağlı kurşunları
Göğüslemeyi bilmektir,
“Nihayetinde hepsini bir arada yaşamaktır”
Ve nihayetinde galaksilerin en yüksek yerlerinde birinde bir yıldız gibi senin gibi yaşamaktır özgürlük.
- Ayrıntılar
Bayram günlerini yaşıyoruz.
Bayramlar kutsallığı ifade eder. Kutsallık ise bir halkın ya da halkların önemli dönemeçlerden geçerlerken ona kimlik kazandıran, karakter katan ve onu en iyi ifade eden olay ya da olayların hafızalara kazınmasını dile getirir. Özcesi kutsallık kalıcılaşmayı ifade eder.
Kürt halkının önemli tarihi dönemeçleri vardır. Bunların kimisi Kürt halkına köleleşmeyi ve başkalarının boyunduruğuna girmesini beraberinde getirirken, kimisi ise Kürt halkının bugüne kadar yaşamasını ve ayakta kalmasını sağlamıştır. Birinci durum lanetlilik olarak anılırken ikinci duruma ise dediğimiz gibi kutsallık atfedilmiştir.
Kürt halkının en büyük kutsal günlerinden biri olarak Newroz bilinir. Newroz esasta Ortadoğu halklarının başına musallat olmuş bir despotizmin Medlerin öncülüğünde neredeyse tüm Ortadoğu halklarının birleşerek bu insanlık karşıtı duruma başkaldırıyı ifade eder. Bu başkaldırı, o tarihte çok meşhur olan insan kellelerinden kaleler örmek, toplu sürgünler, toplu katliamlar yapan despotizmin son bulmasına yol açmıştır Newroz. Bu aynı zamanda Ortadoğu halklarının ortaklaşması, birleşmesi, eşitçe, özgürce, barış içerisinde birbiriyle dayanışarak yaşamanın da günüdür. İşte bunun için Newroz kutsallık derecesinde halen bugün de anılır, kutlanır ve hatırlatılır.
Kürtlerin tarihinde başka anlamlı günler de vardır. Ancak hiçbiri Newroz gibi kalıcı olmamış ve bugünlere gelememiş ve Kürt halkının belleğinde bu kadar yer edinmemiştir.
Kürtlere en çok karakter katan, Kürtlere en çok kimlik kazandıran ve bu bağlamda Kürtleri en çok kalıcılaştıracak olan Newroz dışındaki en büyük bayram ve kutsal günlerden biri de 15 Ağustos 1984 Eruh ve Şemdinli baskınıyla kutlanmaya başlanan diriliş bayramıdır.
15 Ağustos çok işlenmiştir, çok dile getirilmiştir. Kimisi bu olayı ilk kurşun teorisiyle izah etmiştir. Bir nevi köleci, düşürülmüş, kendine güvensiz, mütereddit kişiliğe karşı sıkılan ilk kurşun anlamında kendi sömürge kişiliğine sıkılmış kurşun olarak ele alınmıştır. Bunlar hiç şüphe yoktur ki doğrudur. Kimisi bu günü Kürt halkının uyanış günü olarak ele almıştır. Hiç şüphe yoktur ki bu da doğrudur. Ve kimisi Kürt halkının isyanı olarak ele almıştır. Hiç şüphe yok ki bu da doğrudur. Bunlar ve bunlara benzer değerlendirmeler çok yapılmıştır. Belki de daha çok da yapılacaktır.
Ancak 15 Ağustos’un bunlardan daha fazla şeylerde içerdiği bir o kadar da açıktır. Kürtlerin ataları olan Medlerin ve Magların M.Ö. 521–522 yılında uğradıkları Magamoni’den bu yana kendine gelemedikleri, başkalaştıkları, başkasına asker oldukları, başkalarına göre yaşadıkları bu bağlamda yönlendirilerek, iç çatışmalarla enerjilerinin boşa harcandığını tarihi okuyan herkes bilir. Kürtler tarihin çeşitli süreçlerinde elbette çok direnişler geliştirmişlerdir. Görkemli isyanlara kalkışmışlardır. Onurlarına düşkün bir halk olarak her zaman bir şeyler yapmak istemişlerdir. Ama biz de biliyoruz ki bu çabalar neredeyse her zaman sadece katliamlarla sonuçlanmamışlardır, aynı zamanda Kürtler yenilgilerinin ardından fiziki olarak bir kez daha boyunduruk altına alınırlarken onlardan arta kalanlar ezenlerin okullarında, saraylarında, kasrlarında özel eğitilerek kendi adamları yapmak için her şeyi yapmışlardır. Ve önemli ölçülerde bunu başarmışlardır da. En somut olarak 18. yy isyanları ardından Babıâli okullarında yetişen ve sonralarda Kürt halkının başına musallat olmuş Hamidiye Alayları Komutanları başta olmak üzere ne kadar hakların başlarına bela oldukları gösterilebilir. Bir nevi bir Mangurtlaştırmayı yaratarak geleceğin işbirlikçi tohumlukları yaratılmışlardır. Ve bu adeta Kürtlerin kaderi olarak 15 Ağustos bayramına kadar gelen ve yaşayan, yaşatılan bir gelenek olmuştur.
15 Ağustos işte bu kişiliğe ve Magomoni tarihine sıkılan bir kurşun olmuştur. Bu bağlamda ezik, büzük, kendine güvensiz, kararsız, kendisi olmaktan çıkarılmış kişiliğe vurulan ve sıkılan kurşun olmuştur. Ve bu aynı zamanda Kürdistan’da yaratılan bir kültürün yeniden doğması olmuştur. Bu ise geçmişte despotizme karşı halklar lehine ortaklaşarak, birleşerek geliştirilen bir başkaldırı kültürüdür. Ve bu kültür de ezik, büzük durmak yoktur. Bu kültürde arada kalmak yoktur. Bu kültürde kendine güvensizlik yoktur. Bu kültürde boyun eğme asla ama asla yoktur.
Bu kültürde direniş vardır, kendine güven vardır. Halklara sevda besleme vardır. Kardeşliğe sonuna kadar sarılma vardır. Kendisi ile barışık olarak halklarla barışık yaşamak vardır. Ve içi ile dışı bir olmak vardır. Bu ise uyumlu olan, hastalıklarda uzak, kaprislerde uzak yeni bir kişiliğin mayası vardır.
İşte bu yeni kişilik mayalanması bir Kültürel yeniden yaratılmadır ki buna Kültürel bir devrim demek yerinde bir tespit olmaktadır. Ve bunu yaratan ise 15 Ağustos 1984 diriliş bayramının kendisidir.
Yaşasın halklarımızın diriliş bayramı 15 Ağustos günümüz.
- Ayrıntılar
Çoğu zaman hayatın kendi pencereleri olduğuna ve her daim de ne kadar çok pencereden bakılırsa hayatın anlamının derinleşeceğine inanmışımdır. Biz dağlardayız yani kimine göre terörist, kimine göre bölücü, kimine göre uslanmayan maceracılarız vs, vs uzayıp giden ve geneli kendinden makul kavramlar içinde lanse edilmeye çalışılırız… Öyle ki son dönem tartışmalarında bizlere yer aramaya başlayan, hatta dağdan inmemizin kendi düşüncelerinin sığlıklarında geliştirecekleri projelerle pek ala mümkün olabileceğine inananların sayısı da gün geçtikçe artmakta. Başta da söylediğim gibi hayatın güzellikleri başka pencerelerden bakabilmekte yatıyor daha da somutlaştırırsak; başkaları için yaşamayı gözünü kırpmayanların işidir hayatın akışına anlam biçmek ve uslanmadan ömür vermek… Ötesi karanlıkta aynaya bakmak olur, onun da çok fazla bir anlamı yoktur.
Çoğu zamanlar TV’yi, köşe yazarlarını takip ettiğimde söylenenlerin, ortada dolaştırılan kurguların saçma yönlerini komik buluyorum. Fakat bunların getirisi ne olur diye düşündüğümde, açık belirtmek gerekirse; böyle devam ettiği halde şafağın çok da aydınlık olduğunu söylemek her halde aşırı iyimserlik olur diye de düşünüyorum. Bundan dolayı da ilk başta dikkatimi çeken noktada kullanılan argümanlar oluyor, mesela bir siyasi görüşmede, taraflardan biri kendi kimliğini absürtlüğün daniskalığında şekillendirmeye çalışıyor, yine bu görüşmeye yönelik muhalefet yapmak isteyenler de görüşmeyi “Kandil’le ya da İmralı ile yapılmış sayıyor”!
Aslında kısa bir hikayenin kıssasıyla meramımı daha iyi anlatabilirim; bir gün ermişi ziyaret edenler sormuşlar ermişe “bize gerçek sevgiyi söyleyenlerle, sevgiyi yaşayanları gösterebilir misin?” diye. Tabi bunun üzerine de ermiş “olur göstereyim” demiş ve bir sofrayı hazırlatmış. Ondan sonra hazırlanan bu sofra için bir grup getirtmiş ve gelen grubun önüne meşhur, uzunluğu bir metre olan derviş kaşıklarını koydurtmuş. Sofranın etrafında oturanlar ellerine aldıkları bir metre uzunluğundaki kaşıklarla, önlerinde bulunan tabaklardaki çorbayı içmeye çalışmışlar. Fakat bunun mümkün olmadığını anlayarak, her biri kurulan bu ermiş sofrasından aç kalkmışlar, bunun üzerine ermiş, yanındakilere “gördüğünüz gibi bunlar sevgiyi söyleyenlerdi” demiş ve ardından diğer bir grubu sofranın başına davet etmiş. Gelen ikinci grupta yer alanların yüzlerinde aydınlık ve göz bebeklerinde çakmak çakmak kıvılcımlar varmış. Bu grup sofranın etrafına kurulduğunda, ellerine aldıkları kaşık ile kendilerini doyuramayacaklarını çok iyi bildikleri için başlamışlar karşısında oturanları doyurmaya. Tabi hal böyle olunca sofranın etrafında oturanların sevgiyi böyle yaşamaları sonucu hepsi sofradan afiyetle kalkmışlar. Bunun üzerine gördüklerine şaşırmış olan ziyaretçilere bizim ermiş, “gördüğünüz gibi bunlarda sevgiyi yaşayanlardı” demiş.
Yaşadığımız bu günlerde, geliştirilen bu tartışmalarda nedense bazıları inatla ellerinde tuttukları derviş kaşıklarıyla çorbadan içmeye çalışıyorlar, ama bırakın çorbadan içmeyi, gün geçtikçe üstlerini ne kadar kirlettiklerini dahi göremiyor ve inatla kaşığı daha çok çorbanın bulunduğu kaseye daldırmaya çalışıyorlar. Böyle olunca da sevginin söylenmesi ve yaşanması arasındaki gerçeklik, içinden geçmekte olduğumuz böylesi hassas bir dönemde daha fazla bir önem kazanıyor.
Daha öncesinde ifade ettiğim gibi biz dağlarda yaşayanlarız, yani dağın çocukları-cumartesi analarının gözyaşıyız… Elimizde tuttuğumuz kaşıklarımızla karşımızdakini doyurmayı erdem bilecek kadar müreffeh bir gönlümüz, döndüğünde ıslık çalacak kadar yürekli olan direnişçilerle dayanışacak kadar güçlü omuzlarımız var. Siz hala terörist, bölücü felsefesine yapışıp, üzerinizdeki kirlerin farkında olmadan, pencerelerinizden ucuz matlıklardaki hülyalarınıza dalıverirseniz tarih denilen ve durmadan büyüyen organizmanın içinde hep karanlık olarak kalacaksınız…
Sözün anlamından ziyade, böylesi bir dönemde taşınabilecek tek kaygı geleceğe neleri bırakacağımızdır. bundan dolayı da geliştirilecek argümanların değişmesi ve dünyalarınızda başkalarını da doyurabilmenin önceliklerinizin arasına girmesi önümüzdeki sürecin inşasında belirleyenler olacaktır. Yani demem o ki; hayatın anlamına ulaşmaya çalışmak, farklı pencerelerin pervazlarına yaslanmak bazen hayatın kendisi olmaktadır.
- Ayrıntılar
Daha küçük bir çocuktum, ortaokula gidiyordum. Biraz da minnacıktım. Tıfıl tıfıldım.
Orta biri bitirmiş, orta ikiye hazırlanıyordum. Ben yeni bir eğitim ve öğretim yılında soykırımcı okula gitmeye hazırlanırken, yıl 1980 yılı idi. Aylardan ise Ağustos ayının sonlarıydı. Daha 12 Eylül askeri darbesi de olmamıştı.
Yeni bir eğitim yılına hazırlanırken köydeydim. Ailem de köydeydi. Daha bir bütünen Amed’e taşınmamıştı. Ben okul hazırlığını yaparken, ailem de bir bütünen Amed’e yerleşmenin hazırlıklarını olanca hızıyla sürdürüyordu. Hazırlıklar sürerken ben de, bol bol ceviz topluyordum. Bir gün yine ceviz toplarken, köy çocukları bir haber getirdiler. Dediler ki, üç cendirme gelmiş. Herkesi çağırıyorlarmış. Tüm köylüleri bir yere topladılar.
Ardından bir köylümüzün ellerini arkadan kelepçelediler. Ayaklarını da bağladılar. Sırt üstü yere yatırdılar. Ayaklarındaki çorapları çıkardılar. Bir cendirme yaşlı köylümüzün göğsüne oturdu. Çavuş olan bir cendirmenin komut vermesiyle birlikte, üçüncü cendirme de falakaya yatırdıkları köylümüzün ayaklarını vurmaya başladı. Vuran cendirme yorulunca, köylümüzün oğlunu çağırdılar. Oğula, babasına falaka işkencesini yaptırdılar. Cendirme vuruyordu, bizim köylü acıyla haykırıyordu. Oğluna vurdurtuyorlardı, babası yine inliyordu, ax u wax çekiyordu. Acıyla haykırıyordu.
Köylümüze işkence yaparken, hepimize de seyrettiriyorlardı. Bununla bizi sindirmeye ve korkutmaya çalışıyorlardı.
İşkenceye bir bahane de bulmuşlardı. Güya köylümüz, bir polisin silahını karakoldan çalmışmış. En dikkat çeken yön ise o zaman bu üç cendirme, tam tamamına 60 km uzaktan yaya yürüyerek bizim köye gelmişlerdi. O zaman üç cendirme demek, üç Allah demekti. Onların olduğu yerde Allah yoktu. Onların olduğu yerde Allah onlar, gerisi kul köle... Velhasıl bizim şişko ve yaşlı köylüyü öyle bir hale getirdiler ki, ayak derileri su ile dolu balon vaziyetindeydi. Etle deri arasında toplanan, aslında su rengini alan kandı. Bu durumu gören ben, eski ben olmayacaktım artık.
Amed’de okusam da, ailem oraya taşınmış olsa da, asla köyden de vazgeçmeyecektim. Şehirden ziyade köyde yaşamak arzusundaydım. O zaman bu arzumu ancak 4 yıl sonra yerine getirebilecektim. 4 yıl sonra dediğim 1984 yılıydı.
Hatırladığım kadarıyla da yeniden köye gittiğimde Haziran ayının sonuydu. Köye yetiştiğimden bir saat sonra amcam da ilçeden köye geldi. Zaten evi köydeydi. İhtiyaçlar için ilçeye gitmişti. Daha ilçede işini bitirmeden amcamı ve yakınımızdaki köylerden birkaç köylüyü düşman askerleri ilçe merkezinden toplayarak zorla yakınımızda ki bir köye getiriyor. Yakınımızdaki köyde altı kişilik bir gerilla grubunun olduğuna dair bir istihbarat, bir ajan tarafından düşmana bildiriliyor. Düşman bunun üzerine binlerce askeri, cemse ile panzerlerle HRK gerillalarının bulunduğu yerin yakınına taşıyor. Helikopterlerle de yakın tepelere indiriyor. Amcam ile diğer köylüleri de zorla öncü kobay olarak kullanıyor. Sonuçta çatışma çıkmıştı. Çatışma bitince amcam ile diğer köylüleri düşman serbest bırakıyor. Tabi ki, sonradan amcam köye geldi. Amcamın sıcağı sıcağına anlattığına göre çatışma çıkar çıkmaz, tüm askerler tir tir titremeye başlamışlar. Oruç ayı olduğu için bazıları oruçluyuz demişler. Bazıları hastayım demişler, korkudan hepsi kendisini geri çekmiş. Erzurumlu bir Kürt asker ise hemen öne atılmış ben savaşırım demiş. Nasıl hücuma kalmış, arkadaşlar bunu oracıkta vurmuşlar, yaralanmış ama ölmemiş bizim “alavere dalevere Kürt Mehmet nöbete” desturuyla hareket eden ahmak.
Daha 15 Ağustos’a bir buçuk aylık süre vardı. Köyümüzde gerillanın ilk kurşunları patlamıştı bile. Üçüncü gün yine bir çatışma çıktı ve ikinci kurşunları da patladı. Artık 15 Ağustos adım adım geliyordu. Köyden Amed’e döndükten birkaç gün sonra 15 Ağustos’ta ilk kurşun da atıldı.
Bir geriye dönüp baktığımda eskiden üç cendirme ile Kürdistan’daki koskoca bir ilçe ve doğal kale gibi dağlar zapturapt altına alınırdı. 60 kilometre yürüyerek, her adımını bir işgal adımı olarak atan cendirme yerine ancak 40 ile 50 bin askerle aynı yere girebilen bir Türk ordusunun halini düşünün. Bu hakikati düşünebilenler, ondan sonra 15 Ağustosun nasıl bir hamle olduğunu ve ne tür devrimlerin içe gelişmesine kaynaklık ettiğini daha iyi anlayabilirler.
Derler ya “bazen bir musibet, bin nasihatten daha iyidir.”
Yaşayarak, çatışarak gördüm yazdıklarımı. Bu yazdığım iki olay yaşadıklarımı anlatmak açısından okyanusta damla misalidir. Kumsalda ise bir kum tanesi olmasa da iki kum tanesi misalidir.
Özcesi bu makalede yazdıklarım 15 Ağustos atılımının kazanımları açısından sadece kumsaldaki iki kum tanesi kadardır. Okyanustaki bir damla kadardır.
- Ayrıntılar
Kürdistan ve Türkiye tarihinde ilk defa Türk Medyası, PKK ve Kürtler konusunda birazcık çok çok cuzi de olsa, zilletçi bir dil kullanmamaya dikkat ediyor.
Fakat bir gazete var ki, eskisinden daha beter bir şekilde zilletçe, zalimce bir lugata başvurmakta. Bu gazete Fetul-Münafık’ın Zaman gazetesidir.
Kurulduğu 1948 yılından itibaren, 61 yıl boyunca katı Türk ulusçusu bir çizgide “Türkiye Türklerindir” logosuyla yayın yapan Hürriyet gazetesi, dilini yumuşatırken, Zaman gazetesinin Hürriyet gazetesinin görevini devralmasını hayretle karşılamadık.
Malum gazetenin, malum sahibi Gülen’in nemenem bir Türk ırkçısı -Turancı- olduğunu bizden daha dahiyane bir şekilde hiç kimse tanıyamaz.
Bizden daha dahiyane bir şekilde hiç kimse, Fettullah’ın, İskenderun’da askerlik yaparken gladio elemanı olduğu için büyük telsizin başına getirilerek askeri istihbaratçı olarak görev yaptığını analiz edemez.
Bizden daha dahiyane bir şekilde hiç kimse, malum tescilli CIA ajanının, askerde iken özel bir izinle Erzurum’a gönderilerek, dernek kurulmada görevlendirildiğini bilemez.
Bizden daha dahiyane bir şekilde hiç kimse, sahte çakma hocanın -CIA, MİT, MOSSAD elemanı- askerde camiye gidip vaaz verme hakkının olmadığını çıkaramaz.
Tüm bunlar ortadayken bu malum İslam düşmanı hurafeci celladın, icraatından az da olsa ders çıkarmayanlar ya akıl yoksunudurlar ya da cellat olmayı düşlüyorlardır.
Bizden daha dahiyane bir şekilde hiç kimse, huşu içinde Kürtleri soykırımdan geçirmeye yemin eden malum zatın, katı Kemalistlerin yerini alan yeşil Kemalist olduğunu kavrayamaz.
Yani gitti katı Kemalistler, geldi yeşil Kemalistler.
Yani ABD, İngiltere, AB, İsrail ve MİT tarafından katı Kemalistler yerine görevlendirilen yeşil Kemalistler var artık.
Kürtlerde bir atasözü var kısaca bu durumu anlatır.
Atalarımız demiş ki, “Kutik kutik o, ha sîya ha sûr”.
Türkçesi köpek köpektir, ha siyah ha kırmızı fark etmez.
İster katı Kemalistler olsun, isterse yeşil Kemalistler -Fetulmünafıkçılar- olsun tek hedefleri var, o hedef de Kürtleri Türkleştirerek soykırımdan geçirmektir.
Katı Kemalistler deşifre olunca İslami kılıf giydirilmiş Türk-İslam sentezli (neo-Türk ırkçıları) devreye sokuluyor.
Öz itibarıyla değişen bir şey yok ki.
İşte böylesine soykırımcı ve Kürde düşmanlıkta sınırsızlığı bir ilke olarak belleme zihniyetine sahip Fettullahçılar ve önderlerinin gazetesi Zaman gazetesinin yaptığı da faşistlik misyonunu yerine getirmektir.
Hem diplomalı Kürt düşmanı ve hem de Önder Apo’nun esir düşmesinde baş aktörlerden biri olan Yahudi Michael Rubin, Türkiye’ye diyor ki, sakın ola PKK’yi muhatap alma, kankası Zaman gazetesi de benzer tekerlemeyi tekrarlıyor. Anlaşılan o ki, Fetullahçılar, Rubin’den talimat alıyor.
Malum gazetenin yazarlarından Mustafa Ünal ile Mehmet Kamış kendi zihniyetinde ve cemaatinde olan emniyetçilerin zindanlara doldurdukları DTP’lileri, KCK üyeleri diye ilan ederken, Fetul-Münafıkçı derneklerin daha fazla soykırım görevlerini üstlenmelerini öneriyorlar.
Böylece Kürtleri, Türkleştirerek sorunu çözeceklerinin hayalini kuruyorlar.
İş arkadaşları Mümtazer Türköne ise, “PKK silah bırakmalı, bundan taviz verilmemeli” diyerek kurnazca bir şekilde teslimiyeti dillendiriyor.
Gülen’ın gözde şagırtı Salih Yaylacı’da boş durmuyor. Yazıyor da yazıyor. Diyor ki, “Abdullah Öcalan’ı muhatap almak yeni bir çözümsüzlük sürecinin başlamasıdır. Bunu görmemek elde değil.”
Yazarları Kürtlere soykırımı reva görürken, gazetenin bir bütününde de ‘terörist başı’, ‘terör örgütü PKK’nın elebaşı’ gibi zilletçi klişelerde niceliksel artışlar var.
Sonuçta ortaya çıkan şudur:
Kürdistan’daki savaşın sürmesini isteyen, Kürtlerin özgürleşmesini istemeyen bunun üzerinden palazlanmayı bir strateji olarak önüne koyan bir yeşil Kemalist cemaatle -Fettullahçılarla- karşı karşıyayız.
Tabi ki, bu Kürt düşmanı cemaate karşı, Kürtlere de büyük görevler düşüyor. Tüm Kürtlerin, ırkçılıkta Hitler’i bile geride bırakan Fetul-münafıkçılara karşı hemen harekete geçmesi gerekiyor.
Hiçbir Kürt ailesi, evladının bu cemaatle ilişkilenmesine, cemaatin okullarına, derneklerine, yurtlarına gitmesine, gazetelerini okumasına müsaade etmemelidir.
Kürdistan’da tek bir gazetelerinin bile okunmasının meşrutiyeti kalmamıştır.
Tek bir TV ile dergilerinin takip edilmesinin meşrutiyeti kalmamıştır.
Eğer böyle yapılmazsa, 86 yıldır katı Kemalistlerin Kürtlere yaşattıkları zulmü, bu defa 86 yıl yeşil Kemalistlerin - Fetullahçı cemaat- yaşatacakları bilinmelidir.
Sadece Fettulahçı polislerin son üç yılda katlettikleri gençler, çocuklarımıza yaptıkları vahşiyane işkenceler her şeyi anlatmıyor mu, olabilecekleri göstermiyor mu?
- Ayrıntılar
İdeoloji, iradeli düşünce olduğuna göre, bazıları da bu düşüncelerin olmaması için hep kendini parçaladığına göre günümüzde yaşanan bütün çelişki, çatışma ve kavgaların zemininde yatan çok derin ve güçlü bir olgu vardır. O da ideolojilerin savaşmasıdır. Yapılan bütün konuşmaların ve taleplerin ileri bir anlayışla karşılanması için yapılan bütün savaşların ana kaynağını görmekte fayda var.
İktidarcı zihniyeti en çok zorlayan ve hatta çıldırtan bir gerçeklik var ki o da denetimindeki insanların onlardan daha çok bilgiye sahip olmaları ve yaşamın farkında olmalarıdır. Onun için insanların kulaklarını ve gözlerini gerçek anlamda açıp kullanabileceği bir düşünce düzeyine, daha doğrusu beyin faaliyetine geçmelerini engelleyecek her türlü doğa ve kural dışı kontra faaliyetler geliştirilir.
Dünyada küresel olarak da kabul edilip artık doğal hale gelen bazı insani hakların peşinden koşup, sadece onlarla yetinip duracağımızı sananlar şimdiden büyük bir yanılgı içerisinde. Zaten onlar bizim doğal haklarımız olduğu için başkalarından bize vermelerini bekleyecek kadar ne zavallıyız ne de bakar körüz. Bu konuda ne istemimiz, ne de beklentimiz vardır.
Kürt dilini serbest kılma çalışmalarını, tarihten aldıkları büyük kandırmaca ve yutturmaca ustalığıyla tek ve en kritik sorun olarak güncelleştirip, sonra da işte verdik daha ne istiyorsunuz diyerek Kürt insanının büyük emek öncülüğüyle gelişen demokratik özgür insan duruşunu engelleyebileceklerini mi düşünüyorlar? Eğer böyle ise peşinen hata içinde oldukları nettir. Özgürlük hakları çerçevesinde dillendirdiğimiz bazı argümanlarımızı böyle ufak yemler atarak elimizden alıp bizi mücadelesiz bırakma istemini güden bu politikaları gören durumdayız. Çünkü onların sürekli yalan söyleyip, sonra kendi yalanlarına inanarak inkar ettikleri Özgür Kürt, artık iradeleşmiş bir düşünce ile intikam ruhu ve ateş gözleriyle dimdik ayakta onu seyrediyor.
Düşüncesi iradeleşmiş bir insan bilir, bildikçe sorgular, sorguladıktan sonra da yargılar. Dünya nezdinde bin yıllardan beri tarihe acımasız soykırım temelli saldırılarıyla geçen kapitalistler, kendi insanı dahil tüm insanlığa hayvanca yaşamayı, sorgulamamayı emrediyor. İnsanları hayvanlardan ayıran özellikler köreltilerek yaşa deniliyor. Yaptıkları bu uluslararası sistematik ideolojik bombardıman, tekrardan, ikinci doğanın mucizevi varlığı olan insanı hayvanca yaşama durumunda tutma ya da o duruma düşürme ekseninde yapılıyor.
Önceden çalınmış, şimdi ise koklata koklata verilen ve verilirken devlet baba veriyor propagandası yapılan insan hakları, iktidarcı zihniyet sahiplerinin söylemdeki en moda konusu. Artık demodeliği anlaşıldığı için, bu yutturmaca oyununu görenlerden, bu oyuna düşmeyenlerden çok korkuyor. Onun için aldığı tüm tecrübeleri en ince ve kurnaz yöntemlerle sürdürmeye çalışıyor. Nihayetinde ataları olan kurnaz adamın soyundan geliyorlar. Ama bu gidişatlarına taş koyan milyonlarca insan yüreğini de biliyorlar. Zaten bunu bildikleri için korkuyorlar.
Sadece bulunduğumuz coğrafyada değil tüm dünyada insanca ve özgürce yaşamanın temel sistemi demokrasi ise ve buna inanan milyonlar var ise, o zaman aynı işçilere ufak bazı zamlar yapıp kandırdığı gibi, sonradan hunharca katlederek yine alacağı bazı ufak haklar vererek mazlum halkları kandıracağını sanan iktidarcı zihniyet sahiplerini zor günler bekliyor.
Yıllardır bizlerden kardeşçe yaşamanın, barışçıl yaşamanın zihniyetini çalan ve manipüle ederek kullanan kapitalistlere barış için neler yapabildiğimizi gösteriyoruz. Barışçıl yaşamayı unutturan zihniyete karşı PKK hareketi onurlu yaşam ve demokrasi uğruna, adalet ve özgürlük uğruna ölümlere koşan militanların mekanı ve merkezi olarak kendini kanıtlamış bir harekettir. Onun için bunu tekrarlamasına gerek yok. Gerekli olan tekrarlılık, yüreği ve beyni dondurulmuş olanlara binlerce kez de olsa anlatmak içindir. Çünkü bilmeyen insanın sorgulamayacağını, sorgulamayanın da yargılamayacağını düşünmekte.
Bu onurlu savaşta anlamlı yaşama doyacak binlerce etkeni bağrında taşıyan bu hareketin nihai hedefinin nerede olursa olsun özgür insanı yaratmak olduğu artık bilinen bir gerçekliktir. Dil ve kültür sorunu, bölge sorunu, gelenek görenek sorunu, savaş sorunu, ekonomi sorunu gibi dillendirilen olguların mücadelemizin düzeyini düşürecek ve kapsamını daraltacak olgular olduğunu unutmayalım. Demokratik komünal toplum gerçekliği içinde özgür düşünce ve pratik sahibi beyinleri yaratma mücadelesinin engin ufkunu daraltmayalım. Bir bütün insanlık sorunu olarak algılanıp, bir bütünsellik içinde ele alınarak çözümlenecek konuları bol bol parçalayıp sorunları karmaşıklaştırarak yürütmeye çalışan zihniyet sahiplerini geriletelim. Onları korkutan, yenilmeyen bu duruştur ve tarihin intikamını almak isteyen bu ruhtur. Onun için hedef büyüktür ve kutsaldır.
- Ayrıntılar
Yine mücadelenin doruğa ulaştığı dönemlerin heyecanındayız...
Bir tarafta yoksul bir halkın, yeni bir dünya yaratma umudu yaratan esaret altındaki Önderliği, diğer tarafta 5000 yıllık bir kültürün son beş yüz yıllık şaşalı tezahürü...
Yine kıyasıya geçen bir sürecin Önderlik inisiyatifinde ilerleyişini izlemenin zevkindeyiz.
Bir tarafta daracık bir odada başlattığı süreci adım adım ilerleten bir Önderlik, diğer tarafta tüm imkanlarıyla sıkışıp daralan bir devlet...
Yine karmaşıklaşan sürecin tüm detaylarını çözümleyebilmenin rahatlığındayız.
Bir tarafta geçmişimizi aydınlatan, günümüzü anlatan, geleceğimizi çizen bir öğreti, diğer tarafta gizleyen, çarpıtan, her gün daha fazla dağılan dogmaların pozitivist versiyonları...
Yine onurlu bir birliktelik için tüm fedakarlıklara rağmen kalleşçe vurulmanın öfkesindeyiz.
Bir tarafta en değerli varlıkları olan evlatlarını toprağa verirken bile “barış” diye haykırabilen, dünyanın en onurlu kadını olan Kürt anaları, diğer tarafta ipini kimin çektiğinden habersiz, arkadan vuranlara alkış çalmaya alıştırılan toplumun medarı iftiharları...
İşte biz, heyecanını, zevkini, rahatlığını, öfkesini yaşadığımız bu günlerin gecesinde, olmuşsa birkaç saatlik gerilla yürüyüşünün ardından, sonraki günün hazırlığı için yine birkaç saatlik dağ uykusunun öncesinde yıldızlarla baş başa kalmaktayız.
Biz ve yıldızlar... gecenin sessiz ve sadık dostları.
Onlar her zamanki gibi, aralarına yeni karışmış Karker, Cihan, Şiyar ve Hogir ile birlikte, en dipsiz karanlıkta yanımızda olacaklarını, en uzaktayken içimizde olmayı başarabileceklerini, hiç umudumuzun kalmadığı yerde bize umut olacaklarını hatırlatmaktalar.
Biz ve yıldızlar... gecenin sessiz ve sadık dostları.
Biz de her zamanki gibi, bu günleri zafere ulaştırana kadar dostluğa leke sürmeyeceğimizin, halkımızın her gün kulaklarımıza fısıldadığı “intikam” sözcüğünü, geçmişte olduğu gibi gelecekte de günü gelince gerçekleştireceğimizin, alnımızın akıyla bir gün ama mutlaka bir gün onların arasına karışacağımızın sözünü yineliyoruz.
- Ayrıntılar
