İlgi çekici haberlere göz atarken karşılaştık ve seslice okumaya başladık. Okumak sabır istiyor. Okudukça yüzleri daha bir geriliyor yoldaşların. Tabii, tepkiler yazının bitişiyle parladı birden.
Anlayışsızlığa, cahilliğe öfke ve nedenlerine ilişkin yoğun tartışmaların içinde bıraktığım yoldaşlarla aynıydı duygularım. Ve aklımdaki o cümleler
“Kendileri yılanların akreplerin arasında, en iptidai koşullarda yaşarken PKK’lıların “Önderlik, ölüm çukurunda sinüzitten çok çekiyor” diye hayıflanmaları insana gerçekten tuhaf geliyor.”
“Bu satırları okurlarsa çok sinirlenecekler ama sanki silahlı bir örgüt liderinden ziyade bir tarikat şeyhinden bahsediyor gibiler.”
Bu sözleri söyleten ne diye epey düşündüm yol boyunca. Kendisi yıllardır gazetecilik yapan ‘bilinçli!’ denilen bir insan olmasına rağmen neden böylesi yorumlara ihtiyaç duymuştu?
Tabii, dedim sonra, anlamak değil ki amacı, yargılamak. Bilmediği, bilemediği, tanımadığı ve anlayamadığı bir insan topluluğunun karşısında cehaletin söylettiği sözlerdi bunlar.
Toplumun gelmiş olduğu sosyal bunalım ve kendini bilmez bir bireycilik içinde akıp giden hayatların şekillendirdiği algı dünyalarında başkaları için acı çekmenin, hayıflanmanın, başkaları için bir şeyler yapabilmenin, fedakâr olmanın bir şeyler çağrıştırmayacağını bilsem de yine de gelir diye imana, söylemek lazım sözünü insana…
Son süreçlerde Türkiye kamuoyunda en bilinmez alan olarak bırakılan gerilla, PKK ve Önderimiz hakkında söz söyleme yarışı devam ederken pes doğrusu dedirten ayrı bir yazı işte. Hani içinde çözümleme, içinde anlama çabası, bir eleştiri olsa amenna. Onu da boş ver, hakkıyla karşıtlık yapılacaksa dahi, anti propaganda yapmak istiyorsan bile her şeyden önce tanıman lazım karşındakini, değil mi? Yazmadan önce okumak lazım. Okuyamıyorsan, şöyle genişçe bakman lazım, değil mi? Ama nerde.
Tamam, bir sorun ne kadar komple ise onunla ilgili görüş ve düşünce de haliyle (zenginlik mi desem, karmaşa mı desem bilmiyorum) oldukça çok oluyor. Ne de olsa herkes düşüncelerini açıkça tartışma hakkına sahip. Ama biraz insaf, biraz edep ve biraz da haddini bilmek gerektiğini muhataba iletmek de o derecede hakkımız olsa gerek.
Yıllardır bize yönelik her türlü onur kırıcı, aşağılayıcı suçlamalarla yapılan haber, atılan başlık, yazılan köşe yazılarının sahibinin vicdanında -ki varsa tabii- bir gün bir yara olabileceği temennisinden başka yapacak bir şey yok. Terörist, bebek katilleri, vatan hainleri, uyuşturucu kaçakçıları vb. birçok tanım artık o kadar da takıldığımız şeyler değil. Ne de olsa artık bu söylemlerin kaynağı olan cehalet karşısında ancak bilinçlere serpiştireceğimiz anlam damlalarıyla sonuç alabileceğimizi biliyoruz.
Ama onlar, harlayıp dursa da ateşi, rüzgârın bir an yön değiştirip körükçüyü yakabileceğini anlayamıyorlar.
Dağlar ve dağların insanlar için anlamı farklı olabilir. Ne de olsa kavuşulmak istenen yar ile arasında bir engel olarak görülen türküler dışında, belki coğrafya derslerinde rastlanılan anlatımlardan başka yerlerde görülmemiş olduğundan bir bakıma anlam da veriyor insan.
Ama söyleyelim ki dağ anlamın, bilincin ve özgürlüğün kalesidir. Bizleri dağlarda akrep ve çıyanlarla yaşayan, gerici feodal ilişkiler düzeninde bir adanmışlıkla cahilliğin yönettiği insanlar olarak görmek isteyenlerin anlayamayacağı kadar derin ve felsefik anlamları olan bir mekândır. Şehir ışıklarının yalancı aydınlığında kendilerini var eden doğanın renk ve seslerinden uzaklaşan modernite tutkunu ‘gelişkin!’ insanların mahrum kaldığı bir yuvadır. Doğa ananın cömert ve mütevazı evidir.
Ama tabii, anlayana…
Hadi diyelim ki bizi ideolojik, siyasi, askeri anlamda beyni yıkanmış insanlar olarak görüyor, tercihlerimizin farkında değilsiniz. Olabilir. Peki, insanlığı o kadar derinden etkileyen insanların yaşamları hakkında da aynı şeyleri mi söylüyorsunuz. Bir dönem kesinlikle vatan haini dediğiniz ve şimdilerde ardılı olmak için birbirinizi ezerek koşuşturduğunuz o devrimci gençlik önderleri için de mi aynı şeyi düşünüyorsunuz. Onların tercihi de dağdı.
Hz. Muhammed, Hz. Musa ve nice peygamber mücadelelerine dağlarda başlamadılar mı? Emperyalist işbirlikçisi, vatanı peşkeş çeken faşist yönetim karşısında Türk’üyle, Kürt’üyle kutlu devrimci çocuklar Türkiye ve Kürdistan’ın dağlarında aramadılar mı özgürlüğü. Bedrettin, dağlarda ve dağ eteklerinde kurduğu düzeniyle kafa tutmadı mı gerici Osmanlı egemenliğine. Hira’da, Sina’da, Munzur’da, Kütahya’da, Dersim’de, Nurhak’ta, Cudi’de yaşı farklı, cismi, kimliği farklı nice insan, adandıkları ve kurtuluşu gördükleri inançları için feda etmediler mi kendilerini?
Evet, Kürdistan dağlarında yaşayan Kürt ve Türk gençleri, Arap, Alman, Rus gençleri PKK kimliği altında Abdullah Öcalan’ın yarattığı özgürlük yürüyüşünde kendi onur ve istemleriyle yer almaktan hep gurur duydular. Ölümüne, evet canları pahasına, hiçbir şaşalı ilişki ve gelecek hayaline mecbur kalmadan doğa kadar sade, katıksız yaşamayı tercih ettiler. Ne bir boy aynasının, ne insanın olmazsa olmazı denilen her türlü aracın mecburiyetini hissetmeden, ihtiyaç duymadan yaşamayı seçtiler. İnsanın yüz hatlarında, bakışlarında var olan güzelliklerin ancak iç dünyasında çalkantılarını aşan insanın eseri olduğunu bildiklerinden olsa gerek yüksek dağ doruklarından usulca akan derelerdeki su kadar berrak yaşamayı esas aldılar. Şehirlerin birbirini yiyen, her gün yeni bir şiddet ve cinnet dalgası içinde geçiren insanına tercih ettiler yüksek bir amaç uğruna kendini feda etmek isteyen insanları, yoldaşlarını, kardeşlerini.
Ha, evet, biz Önderimizin etrafında kenetlenmiş, onun için her şeyi göze almaya hazır insan topluluğuyuz. Ve de öyle kalmaya devam edeceğiz. Ve kaygılanacağız onun her hali için. Neden mi?
Çünkü o şimdi sizin de içinde yaşadığınız ülkeyi biraz da olsa nefes alınabilir bir pozisyona taşıyan insan. Bir halkı, yok sayılan, beton mezarlara kapatılan, dili, kültürü, kimliği yasak bir halkın var olduğunu ispatlayan insan. Kırk yıla yakın bir zamandır tüm enerji ve çabasını kendisi dışında yaşayan ve var olan insanlar için adayan bir insan. Farkında olup olmamak arasında gidip geldiğiniz toplumsal kaostan çıkış için, binyılların özgürlük arayışçılarının, halkların, küresel tekelci sistem karşısında yürüttüğü mücadelelerin çağımızın değişimlerine uygun bir tarzda gerçekten özgürlüğün kazanacağı bir tarzda güncelleyerek güçlü bir düşünce sistemini, paradigmayı yaratan insan.
Yerinde bir yorum yapmak istiyorsan, önce bunları bileceksin. Bilmek için de önce o önyargılarını ve yıllardır edindiğin ezberleri bir beş dakika kenara bırakıp anlamaya çalışacak, okuyacaksın. Ama ikinci üçüncü ağızdan değil. Sözü söyleyenin dilinden.
Tabii, yalnız bu da değil.
Yaşadığınız kültürün diri diri toprağa gömdüğü küçücük kızlar için, sokakta kolu kırılan, on ikisinde kurşunlanan, havanlarla parçalanan çocuklar için kederlenen bir insan. Bir halkın, halkların özgür ve demokrasi içinde yaşayabilmesi için on iki senedir tek başına, hiç kimseye dokunmadan ve korkularak ve anlaşılmadan ve tecrit içinde ve rencide edilerek ve işkenceyle yaşıyor. Ve direniyor. O bilmediğiniz anlamadığınız ve anlamak için çaba sarf etmediğiniz fedakârlığı, direnişi, insanlar, biz ardılları için yaşıyor.
Evet, O, özgür bir insan.
Ve özgür bir insanı savunmak, onun için kaygılanmak insan olmanın bir gerekçesidir.
- Ayrıntılar
Türk ordusunun tek öğretmeni gerilladır ve tek değiştirici gücü de gerilladır. Ordunun paralı asker sistemine geçişin tartışmaları yapıla dursun; bu ordunun otuz yılık yaptığı savaş gerçeğini iyi anlamadan, bu değişimin yapılabilinmesi imkânsızdır. Türk ordusunu gerillaya karşı başarılı olarak gösteren zihniyet, büyük bir yanılgı içindedir. PKK, ‘93 ateşkesinden sonra kontrollü bir savaş yürüttü. Eski stratejik doktrinde yer alan stratejik saldırı tabirini pratikte uygulamadı. ‘93’ten önce bu stratejik saldırıyı yapacak askeri gücü vardı ve bunu on katına çıkartabilecek bir potansiyele sahipti. ‘93 ateşkesi, TC gerillanın halk potansiyelini ezmek için kullandı. Ordunun gündüz bile girmekten çekindiği yerlere ateşkese güvenerek girildi. Arazi tutma, yol hatlarını denetleme, karakolları gözden geçirme ve köy boşaltmalar ile birlikte en önemli olarak da psikolojik rahatlama yaşadı. Gerillanın kalbinde dolaşabilmenin olabileceğini gördü. PKK bütün bunları göze alarak, askeri üstünlüğünü barış için tehlikeye soktu. Yani bu dönemlerde idea edildiği gibi, Türk ordusu savaşarak gerillanın stratejik saldırısını engellemedi. Askeri strateji olarak, kâğıt özerinde öyle bir plan olsa da PKK bunu hiçbir zaman denemedi. Önderliğimizin tek bir çağrısı, seferberlik için yeterliydi. Amed, Mardin ve Botan’dan yüz bin genç gerillaya çıkardı. Büyük şehirlerde konumlanan askeri garnizonlara saldırmak anlamına gelen stratejik saldırı yapılsaydı, şehir ayaklanır ardından da şehir savaşları başlardı.
PKK’nin o dönem elindeki gücün hatırı sayılır bir kısmını kullanması demek, savaşın bir ay içinde Türkiye şehirlerine sıçraması demekti. İki halk birbirine girecekti ki hem denetlenmesi hem de ilerdeki birlikte yaşama imkânlarını ortadan kaldıracaktı. Türkiye’deki Kürt ve Türk halkının demografik yapısı faturayı çok ağır hale getirecekti. Bazı aklı kıt çalışan tipler şunu diyebilir: ‘Zaten ayrı bir devlet kurmak istiyordunuz,’Vietnam’da bir milyon insan öldü, devlet kurmanın bedeli buydu, bunları bilmiyor muydunuz’’ şeklinde bizi tahrik edebilir de Önderliğimiz tahriklere gelmedi. Zaten onun için ‘93 ateşkesinde Türk ordusundan daha fazla biz şaşırdık. Yukarda demin saydığım savaşın imkânları fazlasıyla vardı, Ama kan deryası içinde yüreğimize kadar işleyen kan lekeleri ile olacaktı. İşte, Önderliğimiz ona izin vermedi.
Artık, bundan sonra bazı itirafların zamanı gelmiştir. Burada bunu söyleyen bir sivil değil, bizzat bu süreçleri yaşayan insanlarız. ‘93 yılının ateşkesinden sonra, Batman rafinesine yakın duran petrol sitelerini rafineye havan atarak infilak etme planlamasını yapmıştık; bin insan ölebilirdi, Çoğu da Türkiye den gelen mühendis ve ailelerinden oluşacaktı. Bunu Önderliğe bildirdik ama aldığımız cevap aynen şuydu: ‘Ahmak serseri siz ne yapmaya çalışıyorsunuz’ oldu. Dolayısıyla, baştan beri kontrolde tutulmaya çalışılan bir savaş vardı. Önderlik, hiçbir zaman Vietnam ve Çin örneklerine itibar etmedi ve çok da tartışmadı. Halk dirilişine ilişkin, silahlı propaganda dışında savaşı hep denetimde tutmaya çalıştı. Dörtlü çete anlayışına bu kadar öfkeli olmasının nedeni budur.
Yani yapay kahraman Osman Pamuklu ile bu sürecin generallerin anlattıkları anılar tümden yanlıştır. Bunların yaptığı şey, PKK’nin barış istemlerini suiistimal etmek oldu. Bunun özerinden ucuz kahramanlık rantı dışında yaptıkları hiçbir şey olmamıştır. Bu ordu gerillanın stratejik saldırısını engelleme şurada kalsın, tek bir karakol ve tepesini savunamamıştır. PKK’de, karakol ve tepe saldırılarının yüzde yetmişi başarılıdır. Cesaret örneği olan bazı çatışmaların taktik hata olmasına rağmen, on gerilla ile on bin askere karşı yapılmış binlerce örnek vardır. Peki, bu ordunun başarısı nerededir? 300 bin asker, 100 bin polis ile 80 bin korucunun katıldığı bu savaşta başardıkları nedir? Bu güç ile devletler yıkılır ele geçirilir, peki, ya siz neyi başardınız? Gerilla bir adım bile geri atmadı. Hatta yaptığınız savaşı bile gerilladan öğrendiniz? Nasıl öğrenildiğini, sonraki yazıda daha detaylı anlatmaya çalışacağım.
- Ayrıntılar
Serdeşt bir zaman…
Yani öfke ve kardeşliğe yönelik beklentiler, duygu yoğunluğu iç içe… artık hangisi galip gelirse!
Münferit vakalar revaçta ve gaste köşelerinden, ekranların plazmatik coolluğundan dökülen sözler, edevatlar…
Ben o dönemleri görmedim ama anlatılanlara inandığımdan ve her anlatılanı beynimde tezahüre dönüştürdüğümden olacak ki, yaşanan sürecin ‘80’ler öncesiyle çok ama çok yapısal benzerlikler arz ettiğine inanmaktayım.
Toplumsal tansiyon buradan bakıldığında da çok rahat bir şekilde görülebildiği gibi kelimenin tam anlamıyla; keman yayı gibi gerilmiş durumda…
Tarihin 14 Nisan olmasının ve yaklaşık bir yıllık süre içerisinde bu tansiyonun bu şekilde yükseltilmesinin elbette ki, bu yazıya çeşitli boyutlarda aksını yansıtması söz konusu olmaktadır.
Son dönemlerde Kürt ve demokrat siyasetçilere dönük bu yönlü saldırıların yoğunlaştırılması ve ülkenin belirli kesimlerinde, coğrafyalarında toplumsal temayüllerin renginin daha belirgin haller kazanması dönemin hali pür melali olmaktadır.
Ama;
Bunlarla birlikte geliştirilen kapalı ardı toplantılar,
Yürütülen sevkiyatlar ve bunlara yönelik gizli pazarlıklar
Belki de tüm bunların üstüne çıkan bu “sudan sebep” faraziyeler, yani baraj planları var…
Yürütülen bu tartışmalara yönelik yapılan açıklamalarda bir nokta var ki, gerçekten de dikkat çekmekte ve birçok yönüyle normal bir mantığın algılamasında ciddi sorunları ortaya çıkartmaktadır.
Geçtiğimiz Pazar günü yapılan ve üçlü ittifak olarak yürütülen tartışmalarda ulaşılan temel sonuçlardan bir tanesi (en azından basına yansıdığı kadarıyla) Şırnak’tan Şemzinan’a kadar sınırı barajlarla doldurmak ve o şekilde PKK’ye yönelik bir mücadele yürütmek!
***
Daha önce bu şekilde olmasa da, benzeri noktalarda yani aklın yolunda oluşturulan bu ve benzeri hülyalı stratejilerin tutmayacağını belirtmiştik ve her defasında zaman bizi haklı çıkarmıştı. Sözün eylem olduğunu hatırlatmaya gerek var mı?
Yoksa, devam edelim!
Şimdi devlet geleneğinin ve onun hem yerli, hem de uluslar arası uşaklarının önünde bir baraj gerçekliği var. Ve bu baraj işletildiğinde birçok konuda ön açıcı ve sorun çözücü bir niteliği beraberinde getirecektir. Aksi takdirde devlet geleneğinde siyaseten değil sadece, toplumsal olarak da 30 yıl öncesine dönecek bir dönemin yaşanması kaçınılmaz olacaktır.
Mesele o ki;
Sözde sınır hattına barajlar yapma ve bu şekilde PKK’yi yenebileceğini sanmak veya bu hülyalarla peşkeş siyasetini benimsemek yerine,
Anayasa tartışmalarında seçim barajlarına daha çok odaklanabilirler mesela.
Ya da toplumsal tansiyonda oluşturulan kutuplaşmaları ve bunların açığa çıkardığı barajları ortadan kaldırabilirler pekala!
***
Aksi takdirde;
Coğrafyayı barajlarla Waterworld’e çevirmeye çalışmak ne sonuç getirir, ne de ele avuca sığacak bir demokrasiyi ortaya çıkartır. Neden mi?
Böyle devam ederse;
Ne el kalır, ne de avuç!
Ne yumruk kalır, ne de Orhun abidelerine benzer kınama mesajları…
Ne deli kalır, ne de akıllı
Ne bent kalır, ne de baraj…
- Ayrıntılar
Çok değil daha dün akşam izlediğim bir filmin, bugünün gündemine bu kadar yoğun bir şekilde denk gelmesi başlı başına tesadüfi de olabilir, tabi sistem denilen o canavar göz ardı edilirse!
Gerçekten o canavar göz ardı edilirse ve buna istinaden gerçeğin arayışçısı olunmaya çalışılırsa güllük gülistanlık bir dünya kurulur mu?
Ya da karanlığa küfredercesine bir mumun yakılması sonucu, nereye tüküreceğini şaşıranlar, gerçeği bulmuş şimendifer gibi ortalıkta gezinmeye devam etseler dahi, gerçeğin bütün hikayesi (ki her hikayede olduğu gibi, bu hikaye de tüm çıplaklığını sonuna kadar gidenlere göstermeyecek mi?) daha çok tılsım kazanmayacak mı?
Soruları çoğaltmaktan ziyade izlemiş olduğum filmle konuya giriş yapmak daha makbul olabilir. “Ara sıra Nisan” ya da orijinal adıyla “Sometimes Aprıl”, Ruanda’da yaşanan bir iç savaşı bir yüz başının başına gelenlerle anlatmaya çalışıyor. Nisan 1994’de Titu’lar ve Hutu’lar arasında yaşanan, aslında iktidardaki Hutu’ların, Titu’lara yönelik yürüttüğü soykırımcı saldırıları, 2004’ün Nisan’ında, Titu olan eşinden, Rahibe okulundaki büyük kızından ve eşinin yanında canını kurtarmak için yollara düşen iki oğlundan yoksun bir şekilde güncel ile geçmiş arasında yolculuk yapan Yüzbaşının karelerinden anlatmaya çalışıyor.
Bunlar filmin temel öner semesi oluyor, bunun yanında ufak ve yan kareler de var. Belki de bunlar filmin bütünlüğündeki inandırıcılığı oluşturan ve orada yaşananlarda dahi buraları da gösteren temel fragmanlar oluyor. Faşist bir partinin üyesi olan ve ulusal radyoda, Hutu’ları her gün savaşa, yıkıma çağıran bir diğer karakter de yüzbaşının kardeşi oluyor.
Ve bir yerde iki kardeş arasındaki diyalogda; radyoda çalışan, “Senin ailen benim, unutma sen de, ben de Hutu’yuz” diyor.
Gerçekte yaşanan bir olayı bu şekilde yansıtan bu çalışmanın bir başka önemli özelliği de; o dönemde yaşananlarda ortaya çıkan bilançoları da aralara serpiştirmiş olmasıdır. O bilançolar bile insanı hayretlere düşürüyor;
İlk gün; sekiz bin Titu vahşi bir şekilde katlediliyor.
İkinci gün; öldüren Titu’ların sayısı on beş bine yükseliyor.
On beşinci gün de ise; öldürülen Titu’ların sayısı 280.000’ni buluyor.
Bunun da anlamı bir günde ortalama; 1.867 Titu’nun öldürülmesi oluyor. Onun da kabaca hesabı, bir saatte 78 Titu’nun öldürülmesi oluyor. Bunun da ötesinde yaklaşık olarak dakikada bir insan ya da dakikada bir Titu öldürmüşler Hutu’lar.
Filme yönelik merak duyanlar, ilk elden fazla zaman kaybetmeden bu filmi izleyebilirler.
Tabi burada pek ala bir şekilde denilebilir ki; bugünle ne alakası var bunların?
Gözler ve sözler 27 Mayıs’ta patlayan mayına ve onun gerçeğine çevrilmişken, Kasım ayının sonlarında Kürt Halk Önderliğinin çözüm konusundaki samimiyetini göstermek için çağrıda bulunduğu ilgililerin buna uyması sonucu, bilinen o meşhur Habur sendromunu bu ülkede yarattılar.
Şimdi o gruplara 20’şer yıllık taleplerle cezalar açılmakta. Ve herhangi bir yerde ciddi olarak, kayda geçecek şekilde herhangi bir sendrom da yok!
Yine gün aşırı Kürdistan’ın birçok bölgesine ve özellikle sınıra sıfır noktalara askeri sevkıyatlar son hızıyla devam etmekte. Buna yönelik de herhangi bir ses, görüntü ya da civanmert bir şekilde karşıt duruş söz konusu olamıyor.
Sözün özüne gelecek olursak;
Barış gruplarının yargılanmasının ortaya çıkaracağı sonuçlar üzerine düşünülmesi gerekir. Yine bunun yanında Zir, Poyrazköy vs soruşturmalarından ziyade Şırnak’ta, Cizre’de neden faili meçhul aramalara yönelik herhangi bir gelişmenin olmadığının sorulması gerekir. Günümüzde dahi bunların farklı ve aynı zihniyetle iş başında olduğunu daha gerçekçi bir şekilde görmek lazım!
Bunun yanında bölgede bu kadar yoğun askeri sevkıyatın ve lokal operasyonların, sözü edilen demokrasi hamlesiyle ya da değişen Türkiye’yle bağını iyi kurmak gerekiyor. Köşelerden ya da ekranlardan değişim sancısının yaşandığını söylemek yerine; nasıl bir değişim? sorusuna yerinde ve doyurucu cevaplar vermek gerekiyor.
Yoksa salt 27 Mayıs’ta Çukurca’da patlatılan mayınla gündem yaratmak ve belirli kesimlerin de “bizi yıpratmayın” edebiyatlarıyla, nereye tüküreceğini şaşıranların yapabileceği çok fazla bir şey de yoktur. Yukarıdaki sorular ve çelişkiler açığa çıkarıldığında ya da cevaplandığında karanlığa mum dikmek daha da anlamlı olur.
Böyle olmazsa, gün gelir Hutu’lar ve Titu’lar da olduğu gibi Kürt-Türk savaşında ne kadar insanın öldüğü, dakikada kaç insanın öldürüldüğü hesaplanır. Bunun da anlamı çok ama çok yazık olur!
- Ayrıntılar
Kumsaldaki kum taneleri gibi aktı aktı Kürt halkı.
Dağ gibi sarsılmaz yürekle aktı aktı Kürt halkı.
Aktı Amed’deki, aktı İstanbul’daki, aktı Düsseldorf’taki ve yüzlerce kentlerdeki, ilçelerdeki ve köyledeki Newroz alanlarına.
Bu yıl ki Newroz mahşeri sel sel kalabalığıyla hiç unutulmayacak.
Hele Colermerg’te yüzüne APO yazdığı için polisin yüzündeki yazıyı silmeye çalışırken polise direnen 4-5 yaşlarındaki asi general Kürt çocuğun asi duruşu hiç unutulmayacak.
Polise attığı öfkeli intikam bakışı hiç unutulmayacak.
Polisi elinin tersiyle iterken “ya git buradan” diye bir deyişi vardı.
Colermerg’li çocuğun o deyişi ve vakur duruş Kara Ergenekon ile Yeşil Ergenokon -AKP- ruhuna elfatiha okuyuşu ve duruşuydu.
Değişik ülkelerden Kürdistan’daki Newroz’u izlemeye giden heyetlerin, Kürt halkının özgürlük coşkusundan etkilenip şoka uğrayarak, yeni bir ruhla ülkelerine döndüler.
Artık hiç biri eskisi gibi olmayacaktı.
Basına verdikleri demeçlerde bu rahatlıkla ortaya çıkıyor.
Özgür Politika gazetesine demeç veren Newroz izleyicilerinden Almanya’lı sosyal danışman Monika Müller,”Kundaktaki bebekten seksen yaşındaki nineye kadar milyonlarca PKK’li gördük” demekte.
İsviçreli ressam Leida Wanzel ise, “Kürtlerin heyecanı, coşkusu ve özgürlük inancı karşısında çok etkilendim. Kendime ve insanlığa olan inancım arttı.Çok yoksul bir halk ama içlerindeki özgürlük aşkı zengin.Newroz’da büyülenmemek elde değildi.Wan ve Colemerg muhteşemdi özellikle Amed Newrozu tam anlamıyla bir kurtuluş yeriydi sanki. Sanki insanlar tanrılarıyla kucaklaşıyor ve özgürleşiyor....... Kendi içlerinde devletten bağımsız bir sistem kurulmuş.......Evet gizli bir PKK, açık bir topluma sistem vermiş ve insanlar bu sistemi kendi düzenleri haline getirmişler”.
İsviçreli serbest gazeteci Martin Reinman’da, “Herkes bir ağızdan Abdullah Öcalan adını çağırıyordu......Hepsinin ortak görüşü Öcalan’a karşı kendilerini borçlu hissetmeleriydi. O’nun insanlar için özgürlük simgesi olduğunu gördüm......... Newroz’un birçok halk için farklı şekillerde ve farklı isimler altında kutlandığını biliyordum ama Newroz Kürtlerle bütünleşmiş.....Zaten onlara da çok yakışıyor.”
Bunları söyleyenler bir daha eskisi gibi olmayacaklardan sadece üçü idi.
Ya Newroz alanlarında atılan bir slogan vardı.
Hani herkes diyordu ya, “Ya Demokratik Bir Çözüm Ya da Görkemli Bir Direniş!”
Artık bu Newroz’dan sonra hiç bir şey eskisi gibi olmayacak.
Yeşil Ergenokuncu Türk Irkçıları-AKP- Kürtleri soykırımdan geçirmenin amentusundan vazgeçimiyor.
Milyonluk ordusunu Kürdistan’a yığmış.
Yüzbinlerce Fetullahçı katil sürüsü polisi Kürdistan kentleri ve ilçelerine kaydırmış.
Her yerde operasyonlar var.
PKK’nin üst yöneticilerine suikast planlarını yapıyor Yeşil Türk Irkçısı -AKP-
Bazı işbirlikçileri de Enqera’da ağırlamaya başladılar bile.
12 Nisan dolayında Qabeleri olan Washington’dan tam icazet almaya gidecek Yeşil Ergenekoncuların baş kontrası Katil-Qerdoğan.
Ayrıca asker ölümleri ile gerilla şahadetleri de-Şehit Pir Doxan ile Şehit Egit- var
Yakın bir zamanda çözüm ufukta görülmediğine göre geriye tek seçenek kalıyor.
O da görkemli bir direniştir.
Kürdistan gerillası buna hazırdır.
Kürdistan halkı buna hazır olduğunu Newroz’da gösterdi.
Gelişebilecek direnişin esas belirleyeni Kürdistan gençliği olacaktır.
Kentlerde direnişe varım diyen gençler kentlerin komutanları sizlersiniz.
En kutsal göreve varım diyen genç kızlar ile erkekleri de dağlar bekliyor ve dağların komutanları onlar olacaktır.
Her kentteki sokakların esas komutanları da Kürdistan’ın aslan yürekli küçük generallari olan çocuklar olacaktır.
Dağlarda, kentlerde ve köylerde birlikte başlayacak görkemli bir direnişe yenilmeyecek bir devlet yoktur.
Yeşil Türk Irkçıları ne kadar ABD, İngiltere, İsrail, AB ve Arap ile Fars faşizminden destek almaya çalışırsa da çalışsın er veya geç gelişebilecek görkemli direnişle bu devşirme rejim yenilecektir.
Eğer Newrozu izlemeye gelen bir Avrupalı olan Monika Muller, şoke olmuş bir şekilde diyorsa “Kundakitaki bebekten seksen yaşındaki nineye kadar milyonlarca PKK’li gördük” gerisini Fetul-Münafıkçılar ile Yeşil Türkçüler düşünsün.
- Ayrıntılar
“Eğilmesek sanki bize çarpacaktı” diyor Azad, az önce başımızın üstünden geçen ufak saka için. Büyük ihtimalle gördüğü bir kurtçuğa ya da bir böceğe öldürücü darbe için o kadar hızlı ve bir o kadar da acımasız üstümüzden geçen bu kuşun, herhangi bir dalda ötüşünü dinlediğinizde, saldırı anında bu kadar acımasız ve gaddar bir hale bürüneceğini mümkün değil tahmin edemezsiniz.
İyice ısınan bu havalarda yeni yeni tomurcuklarını patlatan yaprakları izlemeye koyulduğumda, hayatın sırrı nedir diye kendi kendime bir kez daha cevabi ömür olacak soruyu soruyorum. Ama nedense tomurcuklara iliştiğinde gözlerim, aklıma “her tohumda bir tutku gizlidir” diyen C. Halil Cibran geliyor. Evlilik dışı bir çocuk olarak dünyaya gelen bu büyük tasavvufçu ve felsefeci şairin bu yöndeki aforizmalarını günümüze uyarlamaya çalışarak düşünmeyi her zaman ilginç ve huzur verici bulmuşumdur.
Tohum-tutku ve giz, bütün meseleyi içinde barındıran güzel bir bilmece!
Tekrardan günümüze döndüğümüzde, önümüzdeki pirinçleri toparlamaya başlıyorum. Dağların dilinde ya da özgürlük maşuklarının, aşklarına yolculuk eylediği bu zamansal mekanda kendi ekonomisini oluşturan bir yaşamın varlığını ve bu yaşamın ekonomisi ile günümüz medeniyetinin ekonomisini düşünüyorum. Azad az ileride pirinç toplamaya devam ediyor ve benim bu düşüncelerimden hiç mi hiç haberi yok!
Saka ise yaptığı avın keyfini çıkarırcasına ötmeye başlıyor.
Yunanistan batmak üzere, çeşitli para fonları ortak mutabakatlarla elbirliği yapmaya çalışmakta. Her ne kadar büyük meblağlarla savunma sanayisine yani askeri harcamalara giderler olsa da.
Venezüella küresel boyutlarda sosyalist platformlarda söz sahibi olmaya çalışırken, OPET’in daimi üyesi olmaya devam etmekte, yani küresel güçlerin bölgede geliştirdiği her türlü savaş siyasetinin fikir babası olan OPET ile el ele bir durumun arkasına, GSMH ya da devletin kalkındırılması gibi payeler biçilmekte.
Ekonominin önemi ve tarihçesi günümüz dünyasında birçok kitapta, araştırmalarda uzun boylu olarak islenmekte. Önderliğimiz de bu konu üzerine yoğun değerlendirmelerde bulunmakta.
Özellikle son dönemde yaptığı “Ekonomik Soykırım” betimlemesi üzerine düşünmeyi, günümüzde yaşanılan birçok siyasi, politik oyunları daha iyi kavramayı şart koşuyor.
2008’in ortalarından itibaren bütün dünya genelinde bas gösteren bir ekonomik buhranın varlığı birçok yerde ve zamanda söz konusu yapılır. Aslında bunun arkasında yatan temel gerçeklik ekonomik düzensizliğin çok ötesinde, daha çok sistemin yaşamakta olduğu yapısal kriz olmaktadır. Bundan dolayı da, bu kaos-krizi asmaya yönelik ekonomik tedbirlerin ve paketlerin yoğunca işletilmesi ve reçete kabilinde kullanılması bir yerde gerçeğin maskesi oluyor.
Küresel çapta ve bölgesel düzeyde yaşanılanlar, devlet politikalarının temel belirleyenleri günümüzde bunlar olmaktadır. Devlet politikalarında bunlar belirleyici olurken, Kürdistan’da uygulanan ekonomik soykırıma da kısaca değinmek yerinde olacaktır.
Öteden beri ekonominin kendisi bir denetim kurma ve yönlendirme aracı olarak isletilmek istenmiştir. Sömürü sonrası dünya gerçekliğinde(sömürü=kolonyalizm) paranın ve ekonominin bir kırbaç olarak kullanılması mevcudiyet dahiliyesinde olmaktadır.
Kürdistan’da da son yıllarda hem hareketimize, hem de bölgedeki demokratik mücadele zeminine devlet nezdinde bu tür yaklaşımlar söz konusu olmakta ve bu şekilde bir iğdiş siyaseti uygulanılmak istenmektedir. Buradan yola çıkarak, halk üzerindeki tahakkümün yoğunlaştırılması hedeflenmektedir. Son dönemlerde yürütülmek istenen çeşitli krediler veya fonlarla, özellikle gençler devlete daha çok bağlanmakta ve bu sistemin basit bir piyonuna dönüştürülmekte.
Buna yönelik de sistemden, devlet gerçekliğinden kopuşun sağlanabilmesi için basta yapılması gereken; ekonomik alternatiflerin oluşturulması ve bu temelde kendi gerçekliğine dayalı bir ekonomik sistemin geliştirilmesi oldukça önemli oluyor.
“Bitirdik hadi gidelim, biraz da Kereng toplayalım” diyen Azad’ın sesiyle tekrardan bu düşüncelerden sıyrılıyorum. Pirinçleri toplamıştık, simdi sıra doğanın bize sunduğu nimetlere gelmişti. Gidip biraz ot toplayacaktık, aksam yemeği için.
Derin vadilerden yüksek tepelere doğru tırmanmaya başladığımızda; biraz ötemizden geçen bir sincap ağzındaki palamutla, büyük bir ağacın gövdesine girerek gözden kaybolmuştu. Arkama dönüp baktığımda vadinin içlerinden Sakanın ötmeye devam ettiğini anlıyordum.
“Tomurcuk ve tutku” diye kendi kendime bir şeyler söylediğimde, “ne oldu, bir şey mi dedin heval” diyen Azad’a; “hiiç, şu tarafa gidelim orada belki Soryaz da buluruz” dedim.
- Ayrıntılar
Yağan yağmurun altında, çalınan savaş davulların sesleri çok uzaklardan geliyordu. Sislerin arasından sızan kırmızı ışıklar, ışıltılar… Çaresizliği anımsatan esrik duygularla bezeli, bilinmezliğin yarattığı gizli korku… Taşların arasından usulca sızan su gibi kendinden emin ve gittikçe artan bir tempoda ilerliyor sesler. Bir yani çığlık, bir yani isyan, bir yani umut ve hayal. Seslerin çokluğu, karışıklığı kadar hissettirdiği sabit duygu da şaşırtıyor. Sanki binlerce, milyonlarca dil ayni çigligi, ayni notalarda yansıyan bir orkestra uyumunda atıyordu… yaklaşan savaşın tam tamları öylesine hissettiriyor ki kendini…
Her yer savaş kokuyor. Her kes savaşıyor. Haklısıyla, haksızıyla, sömürgecisiyle, direnişçisiyle, gizli, açık, konvansiyonel, orta yoğunluklu, psikolojik, özel… özel mi özel. Bir oyun gibi göreni de var, macera ya da is olarak bakanı da. Neden başladığı ya da nerede biteceği artik o kadar da önemli değil. Öylesine derine işlemiş, öylesine emin ki kendinden. Anlamazlık, anlayışsızlık duvarları örmüş insan toplumu varken, etrafındaki şehir kalabalıklarından, magazinsel dünya anlayışından hoşnut, mesut geçmişsiz ve geleceksiz insanlar varken hiç de öyle ayrı, özgün bir neden aramaz ki şiddet.
Tutturmuş gidiyor herkes, “ya çocuklar” diye.” Savaş en çok onları vurur, yapmayın efendiler, kıymayın fidanlarımıza” yakarışları anaların derin hisseden yürekleri dışında, yıldırım hızında akıp giden duygulanmaların söylettiği sözler olmaktan kurtulamıyor.
Bir çocuğun yasayacağı dünyanın nasıl olması gerektiği konusunda oturup düşünmek yerine, savaşsız, özgür, eşit bir dünya yaratmak yerine, itin kopuğun ne yaptığı ve ne söylediğine endeksli düşün dünyaları ile zaten başka bir şey de beklenmez ya…
Tarih içinde, geçmiş yıllarda neler yaşandı, neler yapıldı güzellik adına çocuklar için, bilmiyorum. Ama son birkaç senede neler yapıldığı az çok akıllardadır. Uğur Kaymaz kurşunlandı, Ceylan havan mermileriyle parçalandı, Medine canlı canlı toprağa gömüldü. Kolu kırılan, kafasına dipçik yiyen, gaz bombalarıyla, tazyikli sularla bayramlarını kutlayan, yaşıtlarıyla katıldığı gösteriden baba dayağıyla götürülen, sinir hatlarında hayvan otlatırken ‘bulduğu bir cisim ile oynayan’ mayınlarla dans eden, büyüklerinden gördüğü şamarları, küfürleri yaşamın bir gerçeğiymiş, hakkıymış gibi gören çocuklar bir de…
Var mi bunlar dışında yapılan güzellikler.?
Olmaz mi?
Dilin, konuşmanın ne olduğunu unutuyor çocuklar. Satılıyor çarşı mezat. Kültüründen, geleneklerinden uzaklaştırılıyor. Kardeşini, abisini, ablasını, oyun arkadaşını zindanlara, işkencehanelere atıyorlar çocukları. Ve daha neler neler…
Savaşın ve savaşın yarattığı bir militarist düzenin dolaylı etkilemeleriyle şekillenen duygu ve düşünce dünyalarından söz etmek zaten gereksizleşti.
Bir de utanmadan, bir de bir şey bilmezmiş gibi, bir de şuursuz bir nöbete tutulmuşçasına “Tas Atan Çocuklar” nakaratını söylüyorlar tekrardan. Bu tanım bir gerçeğin tanımlanması olarak söylenmiyor. Yasamdan, yaşıtlarından koparmanın bir ilanı. Bir kriminalize etme çabası. Kategorize edilerek dışlanması toplumdan. Bir ayıp, bir günah, bir suç algılamasını oturtmak için yapılan bir tanımlama.
Ve yine utanmadan, sahtece duyarlılıklarla çözüm arıyorlar tas atan çocuklara. En son icatları, iste karsınızda. “Molotof atan ile tas atan birbirinden ayrılarak yargılansın.” Gerçi bu da biraz gelişme olarak görülebilir. En azından artik parayla kandırılmış, ‘teröristlerin’ öne sürdüğü edilgen pozisyondan çıkıp, polis karşısında kullanacağı silahı tercih eden pozisyona gelebilmişler.
Ama yine de tutamıyor insan kendini. Bu “Avêl’lik” karşısında şapka çıkarılır. Bravo size. Saflıktan mi, art niyetten mi, cahillikten mi yapıyorsunuz bunları? O çocukların, hayalleri kadar büyük çocukların eline aldığı şey her ne ise, onunla kategorize edilemeyeceğini anlayamıyor musunuz? Gerçi anlasanız bunları söyler misiniz?
Siz çocukların göğüslerinin ortasında duran o askla, tutkuyla bezeli kini ve öfkeyi anlamadan;
daha sevgiyi doyasıya yasamadan alınan, koparılan ebeveynlerinin yaşattığı acıyı görmeden;
kendilerine küçük komutanlarımız diyen ağabey ve ablalarının elde silah asi dağlarda ölümüne sundukları bağlılıklarının onlar için anlamını çözmeden;
onlara bir dil, onur, tarih, gelecek kazandırmış Güneş’lerinin her gün türlü işkence ve baskıyla tehdit edilmesinin ve buna karşı bir şey yapamamanın verdiği çaresizliğin tedirginliğini hissetmeden;
özgürlük ve barış dışında hiçbir seçeneğin yer almadığı hayal dünyalarını anlaşılmaz bir duyarsızlık ve şiddetle yıkan türlü devlet erkanının, kolluk kuvvetlerinin onların gözünde bir sistem, bir düzen kadar köklü temsiller olduğunu ve atılan her neyse bundan bir parça kopardığını bilmeden;
tabii ki o çocuklar için bir şey yapamazsınız ki.
“İnsan, hayallerinin büyüklüğü kadar özgürdür” diyor büyük devrimci önder CHE. Kürt çocukları, her şeye ve herkese rağmen hayallerini büyüterek, onları koruma mücadelesi yürüterek yaşıyorlar. Güncel aklin imkansız olarak gördüğü, güncel karmaşıklığın ötesindekini görebilenin yaptıklarını yapıyorlar. Yani bir mucize gerçekleştiriyorlar. Çocuklar ellerine aldıkları her ne ise, onunla bir sistemi yıkıyorlar…
- Ayrıntılar
Kıskanmak; bir sevgide veya kendisiyle ilişkili şeylerde bir başkasının ortaklığına veya üstün durumda görünmesine dayanamamak başka bir anlamı ise herhangi bir bakımdan kendinden üstün gördüğü birinin bu üstünlüğünden acı duymak, günülemek, haset etmek oluyor.
Gerillanın kıskanması ne kadar bu yukarıda söylenenlere benziyor tam kestiremiyorum. Çünkü bizim halkımızı kıskanmamız biraz daha farklıdır; o da halkımızın mutlu ve görkemli günleri yaşarken yanında olmayan bir kıskanma ya da bir hayıflanma diyelim…
Herhalde bugünlerde gerillanın en çok sarf ettiği cümlelerden bir tanesi ‘halkımızı kıskanıyoruz’ cümlesidir.
Bir gerilla asla ama asla kendi halkını ya da yola çıktıkları halkları kıskanmamalıdır ya da kıskanamaz. Çünkü buna hakkı yoktur. O ya da onlar bu halk ve bu halklar için yola çıkanlar olarak halkların mutluluğu için, gelecek müreffeh ve parlak günleri için yaşamaya ant içmişlerdir. Ne de olsa gerilla dağlara ilk adım attığında bu sözü verir. Ve gerilla, yeminini verirken; ‘…halkımıza, ilerici insanlığa …’ diyerek yeminini bitirir.
Peki, böyle bir yemin veren bir gerilla ya da gerillalar nasıl olurda halkını, halkları kıskanır duruma gelir?
Tek bir nedenle? Halk görkemli ayağa kalkmışken içlerinde olunmazsa.
Halk mutlu iken bunu sadece uzaklarda seyretmek zorunda kalırsa.
Halk yeniden dirilirken sadece haberlerde izleme imkânı bulabilirse.
Halk meydanlara akın akın akarken sadece ve sadece uzaklarda izleyebilirse.
Ve birde Diyarbakır’a daha doğrusu Amed’de Newroz meydanına 1 milyondan fazla insan akarsa. Ve o orada olamazsa.
Newroz ateşi çakılırken sadece çakılan ateşe dışarıdan bakarsa.
Yüz binlerce insan bir ağızda ‘Biji Serok Apo’ derken bu sloganı atanların içerisinde olamazsa.
‘PKK halktır, halk buradadır’ şiarını atarken bu sloganı birlikte söyleyemezse.
Saatlerce Newroz meydanında görkemli halaya kalkmışken buna katılamazsa.
Bu kutsallaşan halkın bu muhteşem coşkusunu birlikte aynı alanda paylaşamazsa.
Newrozlaşan bir halkın newrozlaşmasını birebir katılarak yaşayamazsa.
Ha denilecek ki önemli olan duygularda yaşamaktır. Evet, duygularda bizim kadar kendi halkını ve halkları yaşayacak az insan olduğunu biz gerillalar olarak her zaman iddia ettik. Biz büyük komutanımız Kemal Pir yoldaşın dediği gibi bu halk için ‘yaşamı uğruna ölecek kadar seviyoruz’ diyenler olarak halkımızın her zaman yanında olduk ve onlar için yola çıktık. Ancak bizim söylediğimiz daha derin duyguları dile getiriyor.
Şunu açıkça söyleyelim; gerilla olarak Newroz’da Amed’de olmak isterdik.
Gerilla olarak Newroz’da Van’da, bir marka haline gelen Gever’de, Batman’da ve nerede bir Newroz kutlaması varsa orada olmak isterdik.
Ve şunu da açıkça yine söyleyelim; bu Newroz’da halkımızı kıskandık. Gerilla olarak kıskandık. Bir Kürt olarak kıskandık. Bir Ortadoğulu olarak kıskandık. Bir insan olarak kıskandık. Ve insanlığa örnek olacak olan ayağa kalkışın içerisinde olamadığımız için kıskandık.
Kıskanmamak için, Newrozlar kutlanırken halkımızın yanında olmak, onlarla birlikte coşmak için bundan böyle daha fazla özgür ve demokratik yarınlar için çalışacağımızın sözünü yeniden yeniden veriyoruz.
Kıskanmamak için bu kutsallaşan halk için, her gün yeniden yeniden kendimizi gözden geçirerek bu halka layık olmanın yollarını bulup mutlaka ama mutlaka acılarını dindirmek için, özlemlerinin nasıl hayat bulacağının yollarını da bulacağız.
Kıskanmamak için böylesine Newrozlaşan bir halka bundan sonra daha fazla hizmet etmenin yollarını bulacağız.
Ve kıskanmamak için kendi onurunu, iradesini hiçbir şart altında sömürgecilere, işbirlikçilere, emperyalistlere teslim etmeyen, tüm zorluklara göğüs gererek direnen bu Medleşen halk için bir kez daha direnişimizi daha gürleştireceğimizin sözünü veriyoruz.
Evet, biz Newrozlaşan bir halkın Newroz coşkusunu yaşarken halkımıza bağlılığımızı yeniden yeniden yeniliyoruz.
Ve bu halk için bir kez değil onlarca kez ölüneceğini bir daha ama daha gür bir sesle haykırıyoruz.
- Ayrıntılar
Dirilişin ve direnişin coşkusunu yaşıyoruz. Havada isyan olmuş ateşlerin kokusu ve toprak ananın göğsünde bayramlık elbiseler giyinmiş çiçekler…
Direnişin çocukları, oğulları ve kızları tuttukları dilanla kendilerinin, bin yılların ve var olma gerekçelerinin coşkusunu harlıyorlar bir kere daha iki bin altı yüz yıllık bir öyküyle. Az ileride dilan tutmuşlar, coşkuyla yaşama yaşam katmaya çalışıyorlar. Özgürlük mabetlerinde yeni olmaya yüz tutmuş bir günün sıcaklığı, dillerden dökülen ezgilere ve yüzlere sıkışmaya çalışan gülüşmelere konuk olmuşken, çağa hesapsız ve mağrur savaşçıların siluetleri hükmünü sürmekte bütün karelerde…
Bu yoğunluğun arasında aklım öz önce okuduğum kitaba gidiyor birden bire. Sevan Nişanyan’a ait olan “Yanlış Cumhuriyet” adlı kitap işlediği konusu ve ortaya döktüğü tezleriyle, gerçekten de tuhaf ve bir o kadar da ele aldığı konuda marjinal bir çalışmadır.
Öteden beri okuduğum her kitapta yazara ait özgeçmiş bilgilerine ve kıssadan risale olan hayat hikayesine hep dikkat etmişimdir. Bu alışkanlığımla kitabın bir köşesinde yer almakta olan Sevan Nişanyan’ın geçmişine göz attığımda; Yale’de felsefe okumuş, Columbia’da siyaset bilimi master’ı yapmış bir aydın-entelektüel olduğunu anlıyorum.
Yaptığı çalışmanın en ilginç yeri ise; bilindiği veya ibraz edilmeye çalışıldığı gibi cumhuriyet faraziyelerindeki milli devletin bir güç unsuru olduğunu değil de, bir kan kaybı olduğunu savunuyor olmasıdır.
Yazar bu görüşlerini kuyuya taş atma ya da ipe un serme formatında söylemleriyle dile getirmiyor. Ortaya döktüğü bu savunular ciddi dayanaklara sahip, ayakları yere değmekte olan görüşlerdir.
Kitabı okuyan belirli kesimler tarafından bu söylemler daha ilk dakikasından itibaren büyük bir olasılıkla aforoz edilecektir. Ne de olsa kaleme almış olan diasporada yaşayan bir Ermeni’dir. Gündem de bu noktalar üzerinden sıcak tartışmaların, “kimin nerenin çıkarlarının savunulduğu”nun sorulduğu bu günlerde, milli şuurla kitap elbette ki belirli kesimlerin dart tahtası olabilir.
Sözünü etmeye çalıştığımız gibi yazara göre, Osmanlı bir gerileme yaşamamış. Bugün dahi birçok konuda iştahla ibraz edilmeye çalışılan çeşitli reformlar daha Osmanlı döneminde yani 1830’larda yaşamsallaştırılmıştır. Burada basit bir mukayese yapılabilir; örneğin Abdülhamit’in altı dil bildiği söylenir. Ki kendisi o dönemlerde yani 1830’larda Osmanlı da en tepedeki devlet adamıydı. İşte basit soru; günümüzde cumhurbaşkanından tutalım da, herhangi bir müsteşara kadar herhangi bir devlet adamı altı dil biliyor mu? Elbette dil bilmek belirleyici değildir muasırlık mertebesinde ama merak işte!
Yine kitapta dile getirilen önemli bir diğer noktada;
Milli devletin bir kan kaybı olduğu ve günümüzde katmerleşmiş birçok sorunun temelinde bu mantığın yatmakta olduğu olduğudur.
İşte ikinci basit soru;
Neden milli devlet bir kan kaybıdır?
Sürekli dile getirilen bir söyleşi ya da bir söylemi bu soruya cevap minvalinde bir çıkış noktası olarak kullanmak mümkündür. Anadolu ve Mezopotamya’nın geçmişten beri bir kültür ve etnik mozaiğe sahip olduğu belirtilmektedir.
Yani bu coğrafyada öteden beri yaşam suyu olan temel nokta çokluğun ve çoğunluğun bir arada olmasıdır.
İşte burada yazara katılmamak elde değildir ki, 1925’lerden itibaren günümüze değin yürütülen temel devlet politikası ve zihni formasyonunun temelinde, milli devlet şuuru içine kapanmış tek’leştirme siyaseti hakim olmuştur.
Bir bakıma var olan bu egemen siyaset anlayışında bu coğrafyanın kültürel ve tarihsel gerçekliği göz ardı edilerek, yaşam suyundan bağımsız ve tepeden bir yaklaşım esas alınmıştır.
Önderliğimiz de bu konuya dikkat çekerek; bu topraklarda yaşamakta olan halkların özgür birliktelik ve demokratik kardeşlik temelinde birbirine güç olabileceğini, bunların dışındaki siyasi yönelimlerin ve çeşitli manipülasyonların yıkım ve tahribatların dışında herhangi bir sermayesinin olmadığını vurgulamaktadır.
Nişanyan bu dönemin ardından gelişen 1925-50’li yıllarda özellikle tek partili dönemde bu durumun daha da ağırlaştığını ve birçok muhalefetin bu dönemde bastırıldığını ve sonrasında darbeler çağıyla bunun devam ettirilmek istenildiğine dikkatleri çekmektedir.
Son günlerde dile getirilen muhataplık “-ki bu konu tamamen farklı bir yazıda incelenebilir” söylemlerine de bu şekilde vurgu yapmak yerinde olur herhalde; devletin günümüzdeki ezberci olgusallığında ortaya çıkmış birçok sorunun temel muhatabı en başta tarihin kendisi olmaktadır!
Ötesinde milli devlet söylemleriyle birlikte, tek’çi siyasetin kendisinin sorunları çözümden ziyade temel karakteri basit bir göz boyama kitapçığı olmasıdır.
Bunları düşünüyorken, ileride bir arkadaş “şişli meydanında üç kız/biri çiğdem biri nergis” diye bir türkü söylüyor ve onun ardından bir diğer arkadaş da “berxwedan serî çiya/serhildan nava zindan” sözleriyle farklı bir türküyü söylemeye başlıyor.
Kitap biraz ötemde duruyor ve haklı olarak cumhuriyetin yanlışlıklarını sorguluyor. Direnişin çocukları hem “şişli meydanındaki nergisin” öyküsünü, hem de “keça xortên dilovan”ların gerçekliğini ifade ediyor.
Yani ve velhasılı; direniş ve dirilişin coşkusundayız. Yaşam her zamankinden çok kendi suyuna doğru akıyor ve Newroz gecesinin ateşiyle kendini arındırıyor.
- Ayrıntılar
Evler kendi başına kalmış, tenha tenha istrahata çekilmişler.
Sokaklarda dalga dalga insan kümeleri.
Akıyor Newroz meydanına.
Sahici özgürlük meydanına.
Kim tutabilir minnacık çocukları.
Kim tutabilir pamuk yüzlü dedeleri, ninni yüzlü nenelerimizi.
Kim tutabilir çocukların ellerinden tutup da Newroz meydanına akın akın gelen annelerimizi ve babalarımızı.
Ya kim tutabilir delikanlı çağındaki yiğit genç kızlarımızı ve genç erkeklerimizi.
Newroz çoşkusu, ruhu kanlarına işlemiş, yüreklerini özgürlük ateşiyle dağlamış.
Ses tellerine gürlük katmış.
Herkes gülüyor.
Herkes kaynama derecesinde insani duygularca, duyguca kaynıyor.
Herkesin damarlarındaki kan akışı bir başka ve daha hızlı.
Ve herkes sahici serhıldan meydanına koşarken.
Çıldırıyor bazıları Gever meydanındaki kıyamet kalabalıklara bakınca.
Çıldırtıyor bu Newroz ateşi AKP’li Yeşil Türk Irkçılarını.
Çıldırtıyor bu Gever’in Newroz ateşi AKP’li dewşirmeleri.
Çıldırtıyor bu Gever’in Newroz ateşi AKP’li hurafe rakkaseleri.
Çıldırtan Gewer ateşi bir bir Botan’dan Serhat’a, Serhat’tan Dersim’e, Dersim’den Amed’e ve dört bir ali cihana yayıldıkça çıldırtıyor düşmanı.
Hele giydikleri elbiselerlerle, Kürdili renklere bezenen ve doğayla bütünleşen Kürt kadınlarının öyle bir vakur duruşu meydanları kaplıyor ki, düşmanı bir o kadar çıldırtıyor.
Söyleyin bana ey bilcümle herkes; envai katliamlara, yıkıma, işkencelere rağmen dünyanın en dimdik halkı olarak direnen başka bir halk var mı ki bu dünya da?
Dünya halklarını işte direniş budur, işte özgürlük budur diyebilen başka bir halk var mı ki bu dünya da?
Devam edip sormak hakkımız değil midir ey bilcümle herkes!
Ya bu halka, bu coşkulu ve destansı direniş ruhunu aşılayan kimdir?
Ya bu halka, bu yenilmizlik umudunu aşılayan kimdir?
Ya bu halka, bu güveni veren ve cesaret aşılayan kimdir?
Bunları bilen düşmanı çıldırtmak bizim ve halkımızın hakkı değilmidir?
Ey bilcümle herkes!
Dedik ya bilcümle herkes.
Çıldırtır düşmanı Gever Ateşi.
Çıldırtır düşmanı Newroz Ateşi.
Coşturur Kürdü Gever Ateşi.
Coşturur Kürdü Newroz Ateşi.
Şahlandırır Kürdü ve çıldırtır düşmanı.
Sen nelere kadirsin ey Newroz ateşi.
- Ayrıntılar