Meçhul Asker Anıtı üzerine tartışıyorlar. ‘Kürdistan`ın her yerine bir Meçhul Asker Anıtı dikilmeli’ diyenlere karşı, ‘ne gerek var, hangi yana baksan orada toprağa katık olmuş bir can olduğunu bilirsin zaten. Dağıyla, taşıyla, toprağıyla, çeşmesiyle, çiçeğiyle bu coğrafya zaten baştan başa bir Meçhul Asker Anıtı değil mi?’ diyorlar.
Onlar, toprağı içindeki canla algılıyorlar hep. Onlara göre toprak, içinde can saklı bir dost, anı dolu bir bellektir. Hatırlamak için özel bir işarete gerek yoktur. Toprağa bakınca, toprağa verdikleri canları hatırlıyorlar. Ve toprağa bakınca kendilerinin de toprak olacakları zamanların ötesine geçip bir aynada kendilerine bakar gibi bakıyorlar. Toprağı güzelleştirmeyi seviyorlar. İlle de bir sembolü olacaksa canların; gül olmalı, çiçek olmalı dercesine toprağa gömdüklerinin yanı başlarına çiçek ekiyorlar. Toprağın en çok güzelleştirilen, en çok özenilen parçası can gömülü parçası oluyor. Ve güzellik şaşırtıcı bir titizlikle yaratılıyor.
Dağ başında görmeyi en son bekleyeceğiniz görüntülerle karşı karşıya getiriyor bu titizlik. Her yan zaten verilmiş adıyla bir canı temsil ediyor. Her canın ayrı bir hikayesi var. Bu hikayeleri dinleye dinleye bir süre sonra etrafınızdaki her şey yeni yeni biçimler kazanmaya başlıyor.
Bir çeşmeye adını vermiş bir gerillanın gülümsemesini avucunuza alıp içer gibi içiyorsunuz suyunu. Bir tepeye bakınca, gün batımını izleyen bir siluet görüyorsunuz karşınızda. Adı var, hikayesi var. Sanki seslenseniz size cevap verecek Şehit Sarya Tepesi.
Lelikan Tepesi`ne bakıyorsunuz, ‘heval’ desen, sana el sallayacak gibi duruyor karşında.
Ve karşıdan Goşinê`ye seslenseniz; ‘pismam’ deseniz, size cevap verecek sanki, ‘pismam değil, heval’ diyecek gibi duruyor oracıkta.
Aşağıda akan dere, çatışma mevzisinde ıslık çalmayı seven Bermal`ın ıslık sesinde akıp gidiyor. Biraz kulak verseniz; ıslığında Bêrîvanê`nin melodisini hemen anlayacaksınız. Bir de canların toplanıp çiçek bahçesi içinde sohbete durmuş olduğu ziyarete açık, sembolik anlamı olan özel mekanlar var dağ başında.
Dağ başının en özenilen, en güzel mekanları Şehitliklerdir.
Neden bu kadar büyük bir özen ve çaba sarf edilmiş bu yerler için diye sormadan edemiyorsunuz.
Kendisi baştan başa bir Şehitlik olan bu coğrafyada, bu Şehitlikler neyi anlatıyor? ‘Bir mezarı bile yok’ demesinler diye. Biz, mezar arayışında değildik, ama madem ‘bir mezarları olsun’ dedik, onlar her şeyin en güzeline layık. Yapılacaksa, en güzeli onlar için yapılmalı,’ diye yapılmış şehitlikler.
Ad bırakmak, kendini hatırlanır kılmak amaç değildir hiç bir zaman. Can vermek, can olmak ölümsüzleştirir insanı. Ad olsan başka ad gelir, sen silinirsin. Hatıra olsan, başka bir hikayenin hatırasında silinir gidersin hafızalardan.
Ama can olsan toprakta; adın değişir, hikayen değişir, sen hep yaşayan bir can olursun.
Bir de cana can katmak, can katılan toprağa yüz sürmek vardır.
Şehitlikler, ‘can katılan toprağın yüz sürülesi sembolleri,’ diye yapılmış.
‘Ne istiyorlardı acaba,’ diye sormaya gerek yok; bir şehitliğe ziyarete gittiğinizde çiçek eken, çiçek sulayan, toprağı avuçlayıp koklayan bir gerillaya, ‘ne istiyorsun,’ diye sorsanız; toprak konuşur, çiçek konuşur ve siz toprağın altındakinin konuştuğunu hissedersiniz.
Onlar birbirinden hiç ayrılmayan, birisinin yarım bıraktığı hikayeyi devam ettiren, bir sonrakinin anlatacağı hikayeyi başlatan, birisinin bıraktığı adı taşıyan bir sonrakine ad bırakanlar olarak yaşıyorlar.
Bitmez bir hikayenin, silinmez bir adın, toprakla bütünleşmiş canları olarak hep canlılar. Şehitlik, canın hep canlı olduğu bir mekandır.
Özellikle son yıllarda, savaş zamanında şehit düşmüş gerillaların farklı yerlerdeki cenazeleri toplanıp, büyük bir özenle yapılmış Şehitliklerde bir araya getiriliyor. Hangi alana giderseniz, o alanın en güzel ve ulaşılabilir yerinde ve çoğunlukla bir çiçek bahçesi görünümündeki Şehitliklerle karşılaşıyorsunuz.
Kendileri topraktan, taştan, kerpiçten yapılmış barakalarda yaşayan gerillalar, istisnasız bütün Şehitlikleri doğanın renkleriyle boyanmış duvarlarla örüyorlar. Tek tek her şehidin mezarını, mermerle süslüyorlar. Her tarafa ağaç ve çiçek ekiyorlar. Gelecek ziyaretçiler için oturma ve barınma yerleri yapıyorlar.
İnsanı şaşırtacak kadar büyük bir özen ve emekle çok güzel mekanlar halinde inşa ediliyor Şehitlikler. Her Şehitlikte, o bölgenin bütün şehitlerinin elde edilebilen bilgileriyle bir arşiv oluşturuyor. Son yıllarda çok geniş bir çalışmayla, çok zengin bir arşiv merkezi oluşturulmuş. Bu konuda sürekli bir araştırma çalışması yapılıyor. Tek tek her şehitle ilgili en küçük bilgiler bile toplanıp bir araya getiriliyor ve bu bilgilerden bütünlüklü bir arşiv oluşturulmaya çalışılıyor. Şehitlerin aile ve yakınlarına ulaşılmaya, bilgi alıp vermeye yine sürekli bir diyalog içinde olunmaya çalışılıyor.
Şehitlikler bu anlamda birer bellek, birer arşiv, birer ilişkilenme merkezi görevi görüyorlar. Bu çerçevede bir kurumlaşmaya gidilmiş. Buna Şehitlikler Kurumu deniliyor. Henüz yeni yeni oluşmaya başlamış bir kurumlaşma. İleriye dönük bir çok projesi var. Bu konuda kapsamlı bir çalışma içinde oldukları görülüyor.
Gerçi Apocu hareketin, şehitlere ve şehitlik olgusuna yaklaşımı başından beri çok farklı bir yere sahip. PKK`nin kuruluşu anlatılırken, sürekli ‘şehidin anısına verilmiş bir cevap’ olarak tanımlanıyor. Yine PKK, kendisini ‘bir şehitler partisi’ olarak tanımlıyor.
Şehitler hep yaşayan değerler olarak algılanıyor. Savaş zamanında şehitlerle ilgili sürekli bir arşiv çalışması yapılmaya çalışılmış; şehitlerin yaşamı kitaplarla, şiir, edebiyat ve basın yoluyla canlı tutulmaya çalışılmış. Ancak savaşın zorlukları içinde bir çok şehitle ilgili yeterli bilgi arşivlenememiş, ya da, arşivlenmiş bir çok bilgi, çeşitli nedenlerle kaybolup gitmiş.
Örneğin, bir eyalet ve bölgenin arşivleri toprağa gömülerek saklanmış. Bu tür gömmeler güvenlik nedeniyle yeri en fazla 2 kişi tarafından bilinen yerlerde yapılmış. Ve savaş zamanında çoğu arşiv saklayanların kendilerinin de şehit düşmesi nedeniyle kaybolup gitmiş. Sadece şehitlerle ilgili bilgiler değil, çoğu zaman gerillaya katılan kişilerle ilgili ilk bilgiler ve örgütün o alanla ilgili çalışma belgeleri, örgüt merkezine daha ulaştırılamadan kaybolmuş.
İşte, son yıllarda bu kaybolan belgelere ulaşmak, ya da, o dönemlerde yaşayan gerillalara ulaşarak bu bilgiler tekrar derlenip toparlanmaya çalışılıyor. Ailelerin bu yönlü taleplerini karşılayabilmek amacıyla yoğun bir çaba görülebiliyor.
Özellikle son yıllarda hareketin bu konudaki imkanları sonuna kadar kullanılarak bir tarih bilgisi ve bilinci oluşturulmaya çalışılıyor. Şimdilik yetersiz olsa da ileriye dönük bir çalışma olarak sürekli gündemde tutuluyor. Şehitlik Kurumu, bu çalışmanın merkezi olarak örgütlendirilmiş. Ve Şehitlikler bunun sembolü olarak geliştiriliyor.
Şehide bağlılık, şehidi yaşamak ve yaşatmak, insanın toprakla ve tarihle bağını en iyi ifade eden sembol oluyor. Zaten yapılan Şehitlikler de bu yaklaşımın ürünü. Şehitlikler, sadece gerillanın kendi arkadaşlarının anısına bağlılığın bir gereği değil, aynı zamanda, bütün Kürt halkının bu konudaki duyarlılığına cevap olmak amacıyla geliştiriliyor. Bu yüzden de dağlardaki Şehitlikler olabildiğince halkın rahatlıkla ulaşabileceği yerlerde yapılıyor. Yine halkın ziyaretine açık olan bu Şehitlikler gelen ziyaretçileri her yönüyle tatmin edebilecek bir biçimde örgütlendiriliyor.
Son yıllarda özellikle Güney Kürdistan sahasında bir çok Şehitliğin yapıldığı görülüyor. Kandil`de, Xinêrê`de, Xakûrkê’de, Zağroslarda, Behdinan`da, Garê`de, Zap’ta, Haftanin’de ziyaret ettiğim Şehitlikler, gerçekten de çok etkileyiciydi. Hem buralarda kalan gerillalar ile hem de ziyarete gelen ailelerle bir çok sohbetimiz oldu. Şehide verilen değer ve duyulan bağlılık, bölge halkını çok derinden etkiliyor. Kendi çocuklarının mezarını ziyarete gelen aileler, hem onların anılarının yaşatıldığını görüyor, hem de çocuklarının yoldaşları tarafından temsil edildiğini görüyorlar.
Şehitliğe gelen ailelerin çocukları, artık sadece kendi oğulları ve kızları olmaktan çıkıyor. Kendi çocuklarından, ‘heval’ diye bahsetmeye başlıyorlar. Ve her hevalı kendi çocukları olarak görüyorlar.
Toprağa bir veriyorlar, bin alıyorlar.
Toprağa can vermek, dağda çok bereketli ürünler veriyor. Verilen can ölümsüzleşiyor. Toprak, canlı bir çiçek bahçesine dönüşüyor Kürdistan dağlarında.
Toprağa çocuklarını verenler, heval alıyorlar. Hevallere heval verenler, binlerce çocuk sahibi oluyorlar. Bir oğlunu, bir kızını toprağa veren ana, binlerce oğul ve kız sahibi oluyor.
Şehitliklerde hevallerine oğul ve kız diye sarılan şehit anaları gördüm. Her birisi bereketli bir toprak gibi bakıyordu yeni çocuklarına. Zaten toprak, ANA değil mi? Dağ, en doğurgan ANA. Ve dağda bütün analar toprak bereketinde heval oğullar ve kızlar doğuruyorlar gözlerinin pınarlarından. Her damla yüreğine akıp bir ananın, yüreğinde çiçek bahçesi güzelliğinde evlatlar yeşertiyor. Dağın evlatları can evlatlar. Hayırlı oğullar ve kızlar doğuruyor can toprak.
Onlara sorsanız; kendileri bir dağı, bir ülkeyi, bir dünyayı mesken edinmişler. Onlar dağın, ülkenin, toprağın canı olmaya gelmişler. Topraktaki canla, can olmaya gelmişler. Nerede vurulup düşseler toprağa, çiçek olup yeşerecekler gibi yaşıyorlar. Onlar, yaşamı canlı olmak olarak anlamıyorlar; onlar, yaşamı can olmak olarak anlıyorlar.
Canlı olan, ölü de olur. Can olan, sadece suret değiştirir. Dağda insan, en çok da çiçek oluyor. Bundan olsa gerek, kim bir şehitliğe giderse çiçek ekiyor. Kim ziyarete giderse, yanına çiçek alıp götürüyor. Şehitlikler, hep çiçeklerin çoğaldığı yerler oluyor. Çiçeklerle konuşulan, çiçeklere söz verilen, çiçeklere ant içilen yerlerdir dağlarda Şehitlikler. Yeni katılan gerillalar, ilk ziyaret edip söz verdiği, eğitimini bitiren gerillanın yemin törenini yaptığı, bayramlarda ilk ziyaret edilip sevincin ilk paylaşıldığı yerlerdir bu çiçek bahçeleri.
Askeri törenlerin mekanı oluyor kimi zaman bu çiçek bahçeleri; En disiplinli, en derli toplu törenlerin huzurlarında yapıldığı komutanlardır toprağın canları, çiçek komutanlar.
Şehitlikler, semboldür çiçekle ifade edilen. Sembollerden yaşama indiğimizde ise bütün dağ bir çiçek bahçesidir. Bir gerilla, hüzünlenip bir yoldaşıyla konuşmak istediğinde, karı delip fışkıran bir berfin`in yanı başına oturur. Bir karanfil koklar. Bir papatyayla sohbete dalar.
Dağlarda toprak, candır. Can ise çiçektir. Ve dağlarda her çiçek bir Meçhul Asker`dir...
Jêhat Bêrtî
- Ayrıntılar
Kürdistan gerillası bazılarını çıldırtıyor.
Düşünemez hale getiriyor.
Bazılarını coşturuyor.
Bazılarına ruh veriyor.
Bazılarına intikam ateşini aşılıyor.
Bazılarına cesaret veriyor, her şeyden önce insan olduğunu hatırlatıyor.
Doğal kaleler olan Kürdistan dağları, varoluş stargahlarıdır dağa çıkmak isteyenler için.
İslama inananlar için Qabe ne anlam ifade ediyorsa, Özgürlük sevdalıları için Kürdistan Dağları aynı anlam ifade ediyor.
Hz. Nuh’un gemisi Cudi’ye oturarak tüm insan, hayvan ile bitki neslini yok olmaktan kurtarmıştı.
Egitler de ilkin Cudi üzerinden tüm Kürdistan dağlarını özgürlük stargahlarına dönüştürerek, dağlara çıkışın yolunu açıyorlardı.
O gün bugündür dağlara çıkışlar katlanarak artıyor.
Özgürlük isyanına Kürdistan dağları dar geldi.
Amanoslar gerillaya kucak açtı. Karadeniz dağları gerillaya kucak açtı.
Hatta Menteşe dağları da gerillaya kucak açmıştır.
Dağlar, dağlara çıkışla anlam buluyor. Özgürlük stargahları oluyor.
Bundandır ki, bir zamanların afracı tafracı generali Başbuğ diyor du ki, “Dağlara çıkışı engelemeliyiz”.
O’nun ardından AKP gizli bir planı devreye sokuyordu.
O plana göre 15 -18 yaşlarındaki gençler hedef gençler olarak seçiliyordu.
Bu yaşlardaki gençlere Fetullahçı Yeşil Ergenekon’un envai türlü dönme dolaplarıyla Türklüğü aşılama hedefleniyordu.
Ne etseler nafile nafile.
Gençler, dağlara çıkışın varolmanın biricik yolu olduğunu biliyorlardı.
Dağlara çıkışlar artıkça çıldıranlar vardı. Bu çıldıranların tayfasında anlı şanlı Türk generalleri, AKP’nin fırıldak taklacı gevezeleri ve bir zamanların faşist tetikçilerini yetiştiren şimdiki zamanenin liboşu Taha Akyol var.
Taha Akyol bir kaç gün evvel bir makale yazdı. O makale” Batman’dan Bakarak Kürt Meselesi” adıyla yayınlandı.
Diyor ki, Batman’da gelenlerin belirttiğine göre Roboski katliamı Kürtlerin kopuşunu artırıyor.
Akyol, o makalede asıl demek istediğini şu sözlerle anlatıyor, “Dağa çıkışları önleyememesi, Türkiye’nin otuz yıldır çözemediği bir sorun..... Anlatılan gerilla efsanesi gençleri etkiliyor”.
Aslında gerilla efsanesi daha fazla anlatılmalıki dağa çıkışlar daha artsın ki, Şeyh Saidlerin, Seyid Rızaların, Nuri Dersim’in intikamları maazzam bir şekilde alınsın ki, Taha Akyol çıldırsın.
Özgür Bilge
- Ayrıntılar
Sömürgeci-soykırımcı Türk devletinin başbakanı 2 Haziran’da Kürdistan’ın başkentine gelmektedir. Geliş gerekçesi sömürgeci AKP adına hangi hain-işbirlikçilerin siyaset yapacağını belirlemektir. Böyle açıklanmaktadır. Bu görünürdeki gerekçe, işin örtüsü. Asıl neden ise, bir kez daha bazı hain-işbirlikçi Kürtlerin kendisinin yanında olduğunu göstermek, böylelikle bir gövde gösterisi yapmak, bu vesileyle de Kürt birliğini parçalamak ve “buranın da sahibi benim, istediğimi yaparım” demek amacıyla gelmek istemektedir.
Hele hele Roboski’de yapılan katliam tartışmaları ardından, Türk sömürgeci sistemin başbakanı katliam için “ Uludere konusunda gerekeni yaptık, tazminatı fazlasıyla ödedik” “bunlar nekrofil ”, “ bunlar ceset avcısı”, “bunlar neden mayına basmıyor” diyerek en ağır hakareti yaptıktan sonra Amed’e gelişin ve yapılmak istenenin başkaca anlamı yoktur. Öyleki hem katlediyor, hem de katliamın üstünün örtülmesini istemeyen, bunun için hesap sormak isteyenlere her türlü hakareti yapmaktadır. Yani katlederim, kimse de, sesini çıkarmasın!
Kürdistan özgürlük gerillasının Mayıs ayı ile birlikte sömürgeci işgale karşı Önder Apo’nun özgürlüğünü sağlama ve Kürdistan topraklarını savunma temelinde başlattığı direniş savaşı Türk sömürgeci sitemini sarsmaya başlamıştır. Kürdistan özgürlük gerillasının son kış sürecinde ve baharın ilk aylarında tümüyle tasfiye edilmesi veya eylem yapamaz bir duruma gelmesi için ABD, Avrupa ve bazı işbirlikçilerden önemli bir destek alınmıştır. Fakat evdeki hesap dağlarımıza uymamış, Kürdistan özgürlük gerillası bu hesap ve hayali yerle bir etmiştir. Bu nedenle AKP daha fazla saldırganlaşmakta, saldırganlaştıkça sömürgeci, ırkçı, inkârcı, katliamcı, soykırımcı ve iğrenç yüzü iyice açığa çıkmaktadır. Artık her türlü oyalama, aldatma, uyutma ve degemojisi vb. politikalar kıyıya vurmuştur.
Gelinen aşamada, ya Kürt sorununu Demokratik Özerk Kürdistan temelinde çözeceklerdi yâda bilinen tasfiye siyasetlerini yürütmeye devam edeceklerdi. İkincisini devreye koymuşlardır. Bu artık çok açıktır. Kimsenin, “uzantılarıyla müzakere terörle ile sonuna kadar mücadele” söyleminden kendine göre bazı basit sonuçlar çıkarmamalı, boş hayallere kapılmamalıdır. Zaten, “artık Kürt sorunu yoktur, Kürt vatandaşların sorunu vardır” demek suretiyle Kürtleri nasıl kandıracağını, ancak Kürt ulusal sorununu çözmek için hiçbir adım atmayacaklarını açıkça ortaya koymuştur.
Nitekim AKP’nin şuan devreye soktuğu siyaset budur. Roboski katliamı, katliamdan sonra AKP’nin izlediği politika ve son bir hafta içinde bu konuda yapılan açıklamalar başta Roboski katili Erdoğan ve bakanlarının bu politikayı herkesin görebileceği şekilde devreye soktuğunu göstermektedir. Aslında stratejileri buydu. Fakat on yıldan bu yana sanki bir çözümü varmış ve çözecekmiş gibi bir algı yaratmak için özel bir çaba harcadılar. Bu konuda bazı kesimleri de etkilediler. Ancak AKP’nin bu sinsi politikası Önder Apo’nun İmralı direnişi, Kürdistan Özgürlük Hareketi direnişi, halkımızın serhıldanları ve en son Kayseri’de Eriş ve Andok yoldaşların tam bir fedai ruhla gerçekleştirdikleri eylemle son bulmuştur. Çünkü böyle kirli, örtülü soykırım siyaseti ancak böyle bir ruhla karşılanabilinirdi.
Kürtler ve Kürdistanlılar Türk sömürgecilerinin artık Kürdistan’ta hiçbir haklarının, hukuklarının olmadığını ve bir an önce defolup gitmelerini söylemektedirler. Dolayısıyla Türk sömürgeci sisteminin tasfiyesi temelinde bu halk direnme ve mücadele etme kararlılığına ulaşmıştır. Amed halkı daha öncede birçok kez bedel verme pahasına sömürgeci devletin başbakanının Amed’e gelememesi için uyarmış ve her geldiğinde de güçlü bir biçimde protesto etmiştir. Amed halkı bir kez daha böyle bir durumla karşı karşıyadır. Hem Önder Apo üzerinde işkenceye dönüşen bir tecritin uygulandığı, binlerce siyasi temsilcisinin zindanlara konulduğu bir dönemde Amede gelmektedir. Bu sınava çok daha güçlü vereceğinden kimsenin kuşkusu yoktur. Geçen yıl Çolemerg halkı katil Erdoğanı, nasıl kendi sömürgeci polis ordusuyla, askerleriyle baş başa bıraktıysa Amed halkı da aynı şeyi yapmalıdır.
Özellikle Amed’te başta olmak üzere şu veya bu nedenle AKP’ye oy veren Kürtler mevcuttur. AKP’ ye oy veren Kürtlerin artık vicdan ve şeref muhasebesi yaparak, bu Roboski katiline karşı tavır alması gerekmektedir. Eğer AKP ye oy ilişkisi ekonomik ilişkilerle sağlanmışsa, hiçbir para ve pulun ulusal onur undan daha yüksek olmadığını bilmeleri gerekir. Kimse mezara mal-mülk ile gitmemektedir. Ancak insanın onurlu duruşuyla anıldığı bir gerçek.
Eğer AKP’nin din siyasetinin arkasından gidiyorlar ise öncelikle Fethullah Gülen’in Kürtlerin katledilmesini dönük fetva çıkarmak suretiyle aslında Roboski katliamının emrini verdiğini, AKP hükümetinin de ordusuyla bunu uyguladığını görmeleri gerekir. Yine unutulmamalıdır ki, Kürdistan’daki sömürgeci bir kurum dolan diyanet işleri ve ona bağlı kuruluşlar, Türk devletine hizmet etmektedirler. Kürdistan da hakim olan kurumlaşmalar bunlardır. Kürt alimleri, daha yeni yeni örgütlenmektedirler. Dolayısıyla Diyanet ve ona bağlı müftülüklerin sorumluluğundaki kuruluşlar, Kürt halkını gerçek anlamda, Allahın yoluna ve gerçek islama değil, sömürgeci Türk devletinin, yani işgalcilerin yoluna ve zalimin yoluna çağırmaktadır. Bu görülmelidir.
Katliamcıların hiçbir zaman gerçek ve dürüst Müslüman olmayacaklarını görmek ve anlamak gerekir. Ayrıca Kürt ulusunun işgalci Türklerden önce Müslümanlığı kabul etmiş bir halk olarak, İslam’ı kendi düşmanlarında öğrenmeye ihtiyaçlarının olmadığını görmek gerekir. Gerçek o ki, Türk sömürgecileri kutsal İslam inancını sadece ve sadece Kürtleri aldatmak için kullanmaktadırlar. Bu gerçeğin görülmesi için acaba daha kaç kere Roboski gibi katliamların yapılması gerekir ? Daha ne beklenmektedir?
Artık dürüst, samimi Müslümanlar bu gerçeği görmeli ve AKP’ye fazla zamana yaymadan tavır almalı. 2 Haziranı bu yeni Kürt katili Erdoğan ve partisine karşı tavır almanın imkânı haline getirmelidirler. 2 Haziran yurtsever Kürtlerin tavırlarının açıkça ortaya koyduğu, AKP ile şu yada bu biçimde ilişkilenen kesimlerin AKP sömürgeciliğine tavır aldıkları bir gün haline getirilmelidir. Tüm Kürdistanlılar artık Türk sömürgeciliğinden, kurumlarından kopuşu gerçekleştirmelidirler. Bir sömürgeci devletin başbakanına onurlu bir halkın gösterebileceği en doğru tavır ne ise o gösterilmelidir. Kürdistan’ın hiçbir il ve ilçesi sömürgeci sistemin bir temsilcisinin elini kolunu sallayarak, rahatça girdiği ve dolaştığı yerler olmaktan çıkmalıdırlar. Bu Kürt olmanın, Kürdistanlı olmanın asgari gerekliliğidir.
Unutulmamalıdır ki, “Sömürgecilik ne düşünen bir makine ne de uslamlama yetenekleri olan bir bedendir. Çıplak şiddettir ve ancak daha büyük bir şiddetle karşılaştığı zaman boyun eğer.” Onun için Cezayirli yurtseverlerin bu söylediklerini hatırlayarak, daha fazla güçlü serhıldanlarla sömürgeci Türk devletinin başbakanını karşılamak gerekir!
Herdem Serhıldan
- Ayrıntılar
Bahar gelmiş memleketime mi demişti şair. Bu baharın ve de yazın farklı geçeceğini herkese söyledik. Hiç oraya buraya çekmeden dobra dobra yapacaklarımızı herkesle paylaştık. Faşizan uygulamaların sürdürülmesi halinde, halkımıza dönük baskıların devam ettirilmesi durumunda, kadınlarımıza ve gençlerimize karşı coplar ve gazlar kullanıldıkça ve de gerillamıza karşı hunharca saldırılar yapıldıkça gerilla durmayacak dedik. Durmamanın da ötesinde gerilla hiç kimsenin bu güne kadar tatmadığı bir devrimci direniş göstereceğini de söyledik.
Akepe öncülüğünde geliştirilen dünyanın en kirli faşizmi fütursuzca halkımıza, insanlık değerlerimize, doğuştan gelen haklarımıza ve de onurumuza saldırdıkça saldırmıştır. En zor geçen bir kışın ortasında yoldaşlarımıza karşı dünyanın en gelişmiş teknolojilerini kimyasal gazlar eşliğinde kullanmaktan çekinmemişlerdir. Kışın adeta İspanyol boğası gibi her yere saldırmışlardır. Ve kışın bitmemesi için de adeta kar duasına çıkmışlardır.
Korkunun ecele faydası yok derler. Ve önemli oranda doğru bir sözdür. Kış bitmiştir, bahar gelmiştir ve şimdi bir yaza doğru yelken açıyoruz. Adım adım gerilla olarak eylemlerimiz başlıyor. Önce Karadeniz, sonra İskenderun, daha dün Haftanin, şimdi ise Kayseri. Ve yarın tüm Türkiye…
Bundan böyle daha önce resmi olarak söylendiği gibi Kürdistan’da cirit atılmayacaktır. Faşizme arka çıkanlara bu topraklarda yer verilmeyecektir. Faşizmin yanında yer alanlara gerekli yaklaşım gösterilecektir. Ve nitekim Kürdistan’ın bazı alanlarında korucuları kendimizle götürmemiz, Kürdistan özgürlük mücadelesine karşı suç işleyenleri soruşturmak için bir müddet yanımızda tutmamız tüm hızıyla sürecektir.
Öyle kimin söylediği gibi “düşünce özgürlüğü, örgütlenme özgürlüğü” sorunu değildir. Kendi yasalarımız vardır. Yasalarımızın en önemli maddelerinden biri Kürt halkına karşı işlenen suçlara karşı gösterilecek olan yaklaşım üzerinedir. Filistin’de hiçbir Filistinli faşizmin daniskasını Filistin halkına yaşatan Kadima partisine ne kadar oy verir diye sormamız gerekmez mi? Evet Filistin halkı İsrail Kadima partisine bırakalım çalışmayı ve ona üye olmayı, Filistin halkı İsrail faşist Kadima partisine oy bile vermez. Ve oy vermenin de ötesinde Filistin halkı Kadima partisine yakın duranların tümünü vatana ve ülkeye ihanetle eş değer olarak ele alır ve öyle de muamele yapar.
Özcesi Kürdistan’da Kürt halkının temel haklarını tanımayan, ret eden, tek tek diyerek kültürel soykırıma tabii tutan bir parti Kürdistan’da suç işliyor demektir. İnsanlık suçu işliyordur. Bir halkın değerlerini hiçe sayan, hiçe saymanın da ötesinde bu kültürel değerleri bitirmek için elinde geleni yapan bir parti kültürel jenosidi uyguluyor demektir. Ve Kürdistan’da artık Kürt halkının özgürlük savaşçıları olarak kendisini tanımlayan gerillalar hiçbir kültürel soykırıma izin vermeyeceklerdir. Bunu bırakalım kabul etmeyi, buna karşı alenen mücadele edeceklerdir.
Evet, Kürdistan’da kültürel soykırıma karşı mücadele daha sertleşerek yürütülecektir. Gerilla Kürdistan’da kültürel soykırıma karşı mücadelesini her cepheden sürdürürken artık gelişecek olan devrimci hamleyi Türkiye içlerine de taşıracaktır. Bunun için diyoruz ki Kayseri sadece bir başlangıçtır. Amanos sadece ve sadece bir uyarıdır. Ve bu uyarılar yakın gelecekte çok ileri düzeyde Türkiye gündemini sarsacağının garantisini sizlere verebiliriz.
Şehit Serbest Kıçi yoldaşın deyimiyle “cin şişeden çıkmıştır.” Artık bu cini bu şişeye geri koyamayacaksınız. Dananın kuyruğunun koptuğu ya da zurnanın zurt dediği yerdeyiz. Artık tek bir adım geri atmak yoktur, olmayacaktır da. Faşizmin tüm bekçilerini ve onların işbirlikçilerini koruyacak kara kışta kalmamıştır. Artık “bahar gelmiş memleketime” diyerek baharın yaza çıkacağı anın takipçileri oluyoruz.
Bu yaz daha önce söylendiği gibi eski yazlara benzemeyecektir. “3,5 terörist” mi, 3,5 terörist devlet mi herkes görecektir. Öncelikli olarak binlerce insanımızı zindanlara tıkayan polisler görecektir. Sonra marangoz hatası dedikleri zat ve çevresi görecektir ve de ağzı sadece kan kokan RTE görecektir.
Artık sıra bizde ve bu sıramızı öncelikli olarak toprağa düşen onlarca yoldaşımızın ahını yerde bırakmayarak cevap vereceğiz.
Artık sıra bizde ve bu sıramızı öncelikli olarak binlerce insanımızı içeriye atıpta dünyada eşine ender rastlanan hakaretlere maruz bırakanlara karşı vereceğiz.
Ve artık sıra bizde öncelikli olarak Roborskilerinin hesabını sorarak cevap vereceğiz.
Şıho Dirlik
- Ayrıntılar
Savaş Baron’u kavramı genelde savaşın rantı üzerinde yaşamını idame ettiren kişiye ya da sayıları çok ise kişiler için sarf edilmektedir.
Savaş Baron’u gibi bir kelimeyi Mao Zedong savaş üzerinde rant elde ederek yaşayanlar için “Savaş Ağaları” diye kullanıyor.
Önderliğimiz ise savaşın sürgit devam etmesinde yarar sağlayanlara “Savaş Klikleri” tabirini kullanıyor.
Her halükarda Savaş Baron’u ya da Baronlarını savaşın sürmesinde, sürdürülmesinde fayda gören, bu savaşın sürdürülmesinde rant elde eden, savaşın ortaya çıkardıklarında yararlanarak palazlanan, zenginleşenleri ya da sınıf atlayanları ifade ettiğini söylemek yanlış olmayacaktır.
Fransızlar Baron kelimesini: “vikont ile şövalye arasında soyluluk unvanı” diye tarif ediyorlar. Vikont’u ise: “baron ile kont arasında bir soyluluk” olarak ele alıyorlar. Özcesi baron, kont, vikont hatta şövalye gibi soyluluk unvanlarının çoğunun halkın sırtında geçinen sınıflar ya da kesimler olduğunu açıkça dile getirmiş oluyorlar.
Şimdi konumuza gelecek olursak: Savaş Baronları ya da Savaş Klikleri kavramını bizler Kürdistan’da var olan düzenin sürdürülmesinde fayda gören, bundan yararlananlar için kullanıyoruz. Yani savaşın sürdürülmesinde yana olanları, savaşın bitmesini istemeyenleri dile getirmiş oluyoruz. Yine bu savaşla birlikte cepleri dolan, rant elde eden, zenginleşenleri dile getiriyoruz.
Bunun içindir ki Kürdistan’da 30 yıla aşkın bir süredir sürdürülen direniş ve savunma mücadelesinin bitmesini istemeyen, bu bağlamda Kürt halkının doğuşta gelen haklarını hiçe sayan, yok sayan, görmezden gelerek direniş mücadelesinin geldiğini görmeyen, yine özgürlük mücadelesinin ortaya çıkardığı değerler ışığında sorunu demokratik yollarla çözüm arama girişimlerini sabote eden, dikkate almayanlar için bizler savaşı sürdürmek isteyen klikler olarak ele aldık. Ve yer yerde savaşı sürdürmek isteyen baronlar olarak değerlendirdik. Ancak baron kelimesini biz çok kullanmış değiliz. Yine de Savaş Klikleri kavramının savaş baronlarına uzak düşmediğini söylememiz gerekiyor.
Biz Kürdistan özgürlük savaşçıları olarak ülkemizin dağlarında yıllardır ölümüne bir direniş içerisindeyiz. Ve biz bu ölümüne direnişi sürdürürken bir gün ülkemizin topraklarına düşeceğimizin de hesabını yaparak çıkmışız dağların doruklarına. Ve bu uğurda binlerce yoldaşımızın şahadeti bunu gösteren açık kanıttır. Özgürlük hareketinin kurucularından savaşçısına kadar onlarca yoldaşımız şehit düşmüştür. Onlarca merkez üyemiz bu uğurda can vermiştir.
Şehit düşen yoldaşlarımız halka bağlı olmanın gereklerini kendi canlarını bu halka katık yaparak gösterdiler. Şehit yoldaşlarımızın takipçileri olan onların yol arkadaşları ise dünyada eşine rastlanılmamış zorlukları yaşayarak dağlarda direnişlerini sürdürmeye devam etmektedirler. Bu direnişin içerisinde özgürlük hareketinin ileri kadroları da yerini almaktadırlar. Dünyanın inanılmaz tekniğine karşı bir direniş söz konusudur. Dünyanın birçok emperyal gücüne karşı müthiş bir direniş söz konusudur. Özcesi dünyanın en zorlu özgürlük savaşı içerisinde en ileri kadrolarıyla birlikte tüm özgürlük savaşçıları direnişlerini sürdürmektedirler.
Durum buyken, faşizmin yeni bir tipi ve versiyonu olarak ortaya çıkan, Goebelslere taş çıkartan R.T.Erdoğan ona yöneltilen, ona söylenmiş olan her sözü alıp özgürlük hareketine karşı kullanma ahlaksızlığını yaşamaktadır. Alçalmışlığın diplerinde bir yerde onun kişilik özeliklerini yansıtan onca haklı eleştiriyi o ve onun polisçik basını hep bir ağızdan özgürlük hareketine ve onun ileri kadrolarına yöneltmektedir.
Sözü uzatmadan Şimdi sormak isteriz:
Savaş Baronları kimlerdir?
Dağlarda en zorlu şartlarda yaşayarak şahadeti her gün karşılamaya hazır ve dünyanın nimetlerinde bir gıdım bile gözü olmayan özgürlük savaşçıları mı yoksa kendi villalarında yaşayarak halkın evlatlarını ön cepheye sürenler midir savaş baronları?
Dağlarda bırakalım savaşın zorluklarını doğanın en zorlu şartlarına inadına direnerek yaşayan özgürlük savaşçıları mı yoksa evlatlarını emperyal merkezlerde okutanlar mıdır savaş baronları?
Bir kuruşları olmayan, bırakalım bir kuruşlarını olmasına, paraya bulaşmayan özgürlük savaşçıları ve ileri kadroları mı yoksa Türkiye’nin tüm mal varlıklarını pazarlayarak bankalara paralar yatıranlar mı bu savaş baronlardır?
Tam 19 yıldır her gün, her yıl adeta yeniden yeniden ateşkesi sağlamak için didinen özgürlük savaşçıları ve ileri kadroları mı yoksa ısrarla “tek devlet, tek bayrak, tek dil, tek din ve tek tek” diyerek ısrarla savaşın durmasını istemeyenler mi savaş baronlarıdır?
Ne zaman nerede vurulacakları belli olmayanlar mı, bu dünyada göç ederlerken beş metre beze sarılmadan gidenler mi savaş baronu yoksa savaşı sürdürerek, barışa yol vermeyerek, Türkiye’nin en lüks merkezlerinde kendilerine bina inşa edenleri mi savaş baronlarıdır?
Özcesi yeniden soralım: farklı yaşayanlar kimlerdir? Sınıf atlayanlar kimlerdir? Cepleri paralarla dolarla dolanlar kimlerdir? Kimler zenginleşmiştir? Kimin bankalarda hazineleri vardır? Kimler saldırganlığı geliştirerek, askeri teknolojikler satın alarak savaşı yürütmenin taraftarıdır?
Evet, yeniden soralım, savaş baronları kimlerdir?
Siz mi yoksa hiçbir karşılık beklemeden özgürlük dağlarında gelecek aydın ve güzel günler için canlarını ortaya koyanlar mıdır?
Kasım Engin
- Ayrıntılar
Ruh sağlığı düzgün olmayan, ruhsal olarak gelişmemiş, daha doğrusu gelişimini tamamlamış olan, davranış bozukluğu çoktandır açığa çıkan N.İ.Şahin’e ilişkin geçmişte bir Türkiyeli yazar haklı olarak "Marangoz hatası mı yoksa marangozun yeni tarzı mı" diye yazmıştı. Kimi yazar ise “odun” demişti. Kimisi ise psikopat tabirini kullanmıştı.
N.İ.Şahin için yukarıda dile gelen tanımlamalar elbette boşuna yapılmamıştı.
Büşra Esranlı'nın tutuklanmasını eleştiren aydınlara:“Otuz bin prof. var, bini tutuklansa haydi neyse ama bir kişi için koparılan kıyamet de ne.”
BDP’lilerin tutuklu sayılarına ilişkin:“Gerekirse BDP’nin açıkladığı sayıyı da tamamlarız.”
Van depremzedeleri için:“Saray gibi çadırlar, keşke biz de buraya gelsek.”
Kürt sorunu tartışmalarına ilişkin: “Kürt sorunu, Kürt sorunu deniyor, ben o tarafları iyi bilirim, gezdim dolaştım ben göremedim ne olduğunu.”
"Lan senin de bıyığını seveyim, helal olsun"
Rastgele içeriye alınan insanlara, gazetecilere, yazarlara: “Neyiyle veriyor, belki resim yaparak tuvale yansıtıyor. Şiir yazarak şiirine yansıtıyor, günlük makale, fıkra yazarak oralarda bir şeyler yazıp çiziyor. Hızını alamıyor terörle mücadelede görev almış askeri, polisi doğrudan çalışmasına, sanatına konu yaparak demoralize etmeye çalışıyor. Terörle mücadele edenle bir şekilde mücadele ediliyor, uğraşılıyor. Terörün arkadan dolanarak arka bahçede yürüttüğü faaliyetler ki arka bahçe İstanbul'dur, İzmir'dir, Bursa'dır, Viyana'dır, Almanya'dır, Londra'dır, her neyse, üniversitede kürsüdür, dernektir, sivil toplum kuruluşudur.”
Sözde iç işleri bakanını karşılamayan gelen köylünün sevgi belirtisini test etmek için:“seviyorsan, takla atta göreyim”
Roborski’de katledilenler için: “Yaşamını yitirenlerin, kaçakçılık yaparak geçimlerini sağladıkları gözden kaçırılmamalıdır. Yanlıştan doğru sonuç çıkmaz. Bu hayatını kaybeden vatandaşlarımız kaçakçılık yaparken hayatlarını kaybettiler. Sağ yakalansalar kaçakçılıktan yargılanacaklardı. Daha ağır bir sonuç olunca, yargılanamaz duruma gelip hayatlarını kaybedince kaçakçılık olayı gölgede kaldı.
O bölge Kandil’e doğru bölücü terör örgütü KCK’nın kontrolünde olan bir bölgedir. O insanlara kaçak malı veren PKK terör örgütüdür. Kaçakçılığın rantını elde eden KCK terör örgütüdür. Bu insanlara 50 liraya, 199 liraya o güzergahta katırlarıyla birlikte dolap beygiri gibi döndüren de onlardır.
Özür dilenecek mahiyette bir olay değildir. Özür dilenecek bir olay yoktur. Hantepe olayı vardır. Katırlar sırtında gelen silahlarla askerlerimiz şehit edilmiştir. Olayı suçluluk psikolojisiyle görmüyoruz.”
Bu yukarıda dile gelenler N. İ. Şahin ismindeki bir “marangoz hatası” sonucu tornada yanlış oluşmuş kişinin sözleridir. Elbette tümü değildir. Ve nicesini buraya sıralayarak dökümünü yapmak zor olmayacaktır.
Ancak:
“Sağ yakalansalar kaçakçılıktan yargılanacaklardı.”
“Ölen insanlar olayın figüranlarıdır.”
“Özür dilenecek bir olay yoktur” sözleri artık sadece “marangoz hatası”nda oluşmuş bir odundan ya da ağızdan çıkmış olamaz. Marangoz hatasından “lan bıyığını seveyim, takla atta göreyim” gibi sözler beklene bilir. Ancak dediğimiz gibi 34 insanı katleden bir devlet bu katledilenlere “Ölen insanlar olayın figüranlarıdır” diyorsa, yine “Sağ yakalansalar kaçakçılıktan yargılanacaklardı” diyorsa orada dediğimiz gibi sadece bir “marangoz hatası” yoktur. Ya da Türkiyeli bir yazarın deyimiyle sadece “ahlaksal gelişimini yeterince tamamlayamamış” bir kişilik de söz konusu değildir. Burada artık düpedüz yeni şekillenen, kendine has bir faşistlik söz konusudur. Ve bu faşistlik sadece ve sadece N. İ. Şahin tipine mahsus bir özelik de değildir. Bu faşistlik aynı ölçüde giderek topluca faşistleşen Akepe’nin birer karakteri olmaktadır.
Erdoğan’ın en son “her kürtaj bir Uludere’dir” sözleri topluca faşistleşen bir paramiliter partinin dışa vurumundan başka bir şey olmadığı nettir.
Eğer durum bu ise o zaman topluca toplum olarak yeniden şekillendirilmeye çalışılan faşizme karşı topyekun direnişe geçmenin de tam zamanıdır.
Hayri Engin
- Ayrıntılar
“TSK bu görevi samimi yaptı.” “TSK samimi olarak görevini yapmıştır.” “Yetkiyi verdik onlarda yaptı” sözlerinin tümü Akepe’nin başındaki zatın Roborski katliamını yapan TSK için söyledikleri sözlerdir.
TSK “samimi” olarak 34 tane Kürt gencini katletmiştir. Dediğimiz gibi hem de “samimi” bir şekilde bu görevini yerine getirmiştir.
Biz sözü çok uzatmayacağız. Erdoğan daha önce Roborski katliamı gerçekleştirildiğinde öncelikli olarak genelkurmayın gösterdiği duyarlılık ve hassasiyet için kutlamıştı. Aynı kutlamayı 34 insanımızın hatta çocuğumuzun uçaklarla paramparça edilişini haber olarak Türkiye’ye ve dünyaya geçmeyen kendi medyası içinde yapmıştı. Şimdi ise ilk gün söylediklerini daha ileriye taşırarak “TSK samimi olarak görevini yerine getirmiştir, bu görevi yani bu talimatı biz TSK’ye verdik onlarda yerine getirdi’ diyerek Kürtlere ve onların gençlerine yapılan katliamı alenen savunmuştur.
Bizim faşizmi iliklerine kadar yaşayan bir Erdoğan’a söyleyeceklerimiz elbette olamaz. Ne de olsa ne kadar tekçi bir zihniyetle yaşadığını her gün onun ağzından çıkanlardan duyuyoruz. Yine daha önce “kadında olsalar, çocukta olsalar güvenlik güçlerimiz gerekli olanı yapacaklardır” dedikten sonra Amed’de nasıl genç çocuklarımızı katlettirdiğini de görmüştük. Ve tabi gençlerimizin kollarını açıkta kırdıran, pompalı tüfeklerle halkımıza saldırtan, meydanlarda alenen analarımızın coplanmasını isteyen ve bunu yapmaları için öncelikli olarak faşist polis güçlerini ve de paramiliter güçleri harekete geçirdiğini de biliyoruz.
Dediğimiz gibi bizim Erdoğan’a ve onun şürekâsı olan Akepe’ye söyleyecek bir şeyimiz olamaz. Çünkü faşizan zihniyetin görevi zaten bu faşist uygulamaları yerine getirmektir. Faşizm faşistlik yapmadan zaten yerinde duramaz.
Ancak bizim söyleyeceklerimiz Kürdistan gençliğine dönüktür. Madem Erdoğan 34 insanımızın katledilişini “TSK samimi olarak bu görevini yaptı” demiş ise bizim de Kürdistan gençliğini samimi olarak bu katliama karşı ciddi bir karşı koyuşa davet etme hakkımız doğmuştur.
Kürt gençliği samimi olarak faşizme karşı her cepheden karşı koymalıdır. Bugüne kadar gösterilen direnişin ötesine taşıyacak bir direnişi gerçekten tüm içtenlikleriyle, tüm samimiyetleriyle göstermelidirler. Çünkü sıradan bir karşı koyuş, sıradan bir karşı duruş bu süreçte yetmeyecektir. Faşizm artık şahlanarak Kürdistan’da cirit atmak istiyor. Bu cirit atmaların önünü alacak birkaç güç vardır. Birincisi gençlerdir. İkincisi kadınlardır. Ve tabii birde özgürlük dağlarında bulunan gerillalardır.
Gerilla yavaş yavaş harekete geçmiştir. Artık gerilla için mevsim uygun ve olgun hale gelmiştir. Artık gerillanın harekete geçme zamanı başlamıştır. Nitekim eylemlikleriyle bu görülmekte ve daha da görülecektir. Artık gerilla Kürdistan’da faşizmi destekleyen kişi ve kurumlara izin vermeyecektir. Faşizmin ısrarlı destekleyicilerini yargılayacaktır. Bunu herkes bilecek ve görecektir de.
Gerillanın yanında gençlik öncelikli olarak Kürdistan’da konuşlanmış hiçbir işbirlikçi zihniyete izin vermeyecektir. Tüm işbirlikçileri Akepe ile işbirliklerini terk etmedikçe hedef belleyerek hedefleyeceklerdir. Yine Kürdistan’da Kürt gençlerini katleden polislere her fırsatta vuracaklardır. Giderek faşistleşen bu devletin tüm maddi değerlerini yakıp yıkacaklardır.
Özcesi artık Kürdistan gençliğinin hakikaten tüm samimiyetleriyle özgürlük kavgasının tam birer militanı olarak aktif eyleme kalkmalarının zamanıdır.
Ve tabii bir de gençler daha fazla iş yapmak istiyorlarsa tam da gerillaya gelme zamanlarıdır. Faşizm bu kadar açığa çıkmışken her onurlu Kürt gencinin yapacağı ya da yapması gereken görevi bu faşizme karşı koymaktır. Faşizme karşı en güçlü karşı koyuşlar hiç şüphe yoktur ki dağların doruklarında verilir.
Bunun için tüm Kürdistan gençlerini faşizme karşı samimi ve güçlü bir direniş vermek için dağların doruklarına davet ediyoruz. Roborskilerin hesabı ancak böyle sorulabilinir ve hesap ancak böyle alınabilir.
K. Nuda
- Ayrıntılar
146 gün sonra nihayet 34 sivil insanın katili olan katliamı yaptıklarını itiraf etti. Herkesin şöyle ya da böyle bildiği bu durumu itiraf edişiz hiç şüphesiz yeni bir durumu ifade ediyor.
Hatırlayanlar bilir:
“Genelkurmay Başkanıma, gerek bölgede hizmet veren komuta kademesinin hepsine, bu konudaki hassasiyetleri sebebiyle de şahsım, milletim adına teşekkür ediyorum. Medyaya rağmen teşekkür ediyorum” demişti hemen Roborski olayı ardından kameralara. Bir ordu 34 sivil insanı katledecek ancak Türkiye’nin sözde Müslüman başbakanı öncelikli olarak bir katliamının sorumlusu olan genelkurmayına teşekkür edecek ve ayrıca da hemen bu olayı manşetlere taşımayan, ürkekliğin de çok ötesinde üstünü örtmeye çalışan, karartan, kapatan polisçik ve yeni yeşil Ergenekoncu basınına da teşekkür edecek.
Evet, arada tam 146 gün geçmiştir. Birçok sözde araştırma çalışması yürütülmüştür. Bu olayın açığa çıkarılması için sonuna kadar gideceklerini bizatihi birçok Akepe yetkilisi dile getirmiştir. Evet, Akepeliler sonuna kadar gitmişlerdir ve sonunda yeşil Ergenekon’un yeni sorumlusu Pakistan’da açıklamalarda bulunmuştur. Sözde katledilen 34 insanın katledilmesinde rol alan TSK’nin bir sorumluluğunun olmadığını dile getirmiştir. Ve de “TSK’ye yetkiyi verdik onlarda görevlerini yaptılar” mealinde cümleler sarf etti. Yani “biz TSK’ya dedik” ve “TSK’da bizim söylediğimizi yerine getirmiştir.” Yani biz “vur dedik” ve “TSK’da vurmuştur.”
Elbette TSK söyleneni yerine getirmiştir. Ancak TSK’ya söylenen Roborski’de sivil olan Kürt insanlarının katledilmesidir. Hem de “TSK bu görevi samimi yaptı” diyerek birde katliamı meşrulaştırmanın çabasına girişmiştir. Ve tabii birde “tazminat verdik, özür diledik, gerekeni yaptık, bazı çevreler bu durumu istismar ediyorlar” gibi eleştiri ve uyarılarda yapmaktan da geri durmuyor aynı yeni yeşil Ergenekoncu lider.
Özcesi arada 146 gün geçtikten sonra nasıl ki ilk gün gibi genelkurmayını kutlamışsa bugün de aynı kutlamayı yaparak katledilen 34 insanımızın katledilişinin haklı olduğunu dile getirmiştir. Hani derler ya “dağ fare doğurdu” diye, ancak Erdoğan fare doğurdu diyeceğiz lakin Erdoğan fare bile doğurmamıştır. Çünkü sonuna kadar gidilecek olan bir soruşturmanın sonuçlarını kendi cümleleriyle alenen açıklamıştır.
Roborski katliamının yapıldığı ilk günden beri Kürt halkına özelde de direnişçi Botan halkına gözdağı verilmek için yapılan bir katliam olduğunu dile getirmiştik. Ve dönüp dolaşıp varılan sonuç aynen bu gerçeklik olmuştur. Ancak 34 insanımızın katledilişini ilk günden başlayarak peşini bırakmayan Kürt çevreleri ve duyarlı Türkiye aydınlarının hassasiyetlerinden dolayı yapılmak istenen bu kirli oyun tutmamıştır. Ve erkenden deşifre edildiği gibi bir yolunu bulup üstü de örtülmeye çalışılmıştır. Üstü kapatılarak unutturulmaya çalışılmıştır.
Ancak bu plan tutmamıştır. Bırakalım bu planın tutmasını, Akepe’nin katliamcı yüzü bu olayla daha fazla açığa çıkmıştır. Daha fazla faşizan karakteri gün yüzüne çıkmıştır. Daha fazla yeşil Ergenekon’un eski kızıl elmacı Ergenekonla ne kadar ilişkili olduğu açığa çıkmıştır.
Evet, artık Akepe alenen Kürt halkının katili olduğu gün yüzüne çıkmıştır. Faşizm tüm çıplaklığıyla kendini açığa vurmuştur. Bunun için bu faşist duruşa karşı yapılması gerekli olan görevlerde açığa çıkmıştır.
1-Başta Erdoğan olmak üzere Akepe’nin ileri gelelerini, TSK’nin komuta kademesini bu katliamının sorumluları olarak Lahey Adalet Divanına götürmek için hemen girişimlerde bulunulmalıdır.
2-Akepe’ye yakın duran Kürtlerin ve de demokrat çevrelerin artık bu yakınlıklarını terk etmeleri bir insanlık görevidir.
3-Akepe’ye yakın duran Kürtler öncelikli olarak Akepe’de uzaklaşmalıdırlar ya da Akepe’ye verilen destekler insanlık suçu olarak ele alınarak Kürdistan’da işbirlikçilik olarak ele alınarak gerekli yargı mercilerine götürülmelidir.
Şıho Dirlik
- Ayrıntılar
300 yıl dünyanın batı Avrupa merkezli yönetildiği yüz yıllar olmuştur. Özellikle 18. veya 19. yy başta Ortadoğu da olmak üzere dünyanın birçok yerinin İngiltere ve Fransa tarafından paylaşıldığını görüyoruz. Özellikle de 19. yy da Fransa’yla İngiltere’nin dünyanın birçok alanını bölüşmek için bir sömürgeci rekabet içine girdiğini görüyoruz. İngiltere en büyük sömürgeci güç olmakla birlikte Fransa’da sürekli İngiltere’nin yanında ikinci bir büyük güç olarak dünyada etkili olmaya çalışmıştır. Bu gücün özellikle Ortadoğu da büyük bir çekişme ve çatışma içine girdiğini görüyoruz. Ortadoğu’daki çatışma tabiî ki dünya dengelerinin oluştuğu bölgeyi hakimiyet altına alma mücadelesidir. Napolyon’un Ortadoğu’yu ele geçirmek için İngiltere’yle büyük bir güç mücadelesi içine girdiğini görüyoruz. Bizzat Napolyon Ortadoğu’yu kontrol altına almak için büyük bir hazırlıkla bu alanı kontrol etmek istemiştir. O dönemde hem petrol alanlarının kontrolü, hem Avrupa’dan Uzakdoğu’ya giden yolda önemli bir kanal olan Süveyş kanalının kontrolünü ele geçirmek istemiştir. Ancak bu mücadelede Napolyon istediği başarıyı elde edememiştir. Ama Ortadoğu üzerinde büyük bir İngiltere, Fransa çekişmesinin kökünün tarihsel olduğunu gösterir. Ya da İngiltere ve Fransa’nın Ortadoğu’ya ilgisinin çok eskiye dayandığını ve bölgede bu özellikleriyle de kendilerine birçok işbirlikçi yerel güçler bulduklarını, bu bölgenin yerel güçlerini idare etme ve yönlendirmede önemli bir meziyet kazandıklarını rahatlıkla söyleyebiliriz.
19.yy da bu çekişme içinde Rusya da vardır. Bu çekişmenin esası da hasta adam denen Osmanlı imparatorluğunun dağılmasıyla birlikte Ortadoğu’nun nasıl bölüşüleceğidir. İngiltere, Fransa Rusya Osmanlı imparatorluğu etkisindeki topraklar üzerinde büyük bir güç mücadelesi içine girmişlerdir. Osmanlı imparatorluğunun yaşadığı zayıflıkları da görerek kendilerini etkili kılmak istemişlerdir. Bu yönüyle 18. 19.yy ve 20.yy ın başları Osmanlı imparatorluğunun izlediği politikaların önemli bir bölümü de dış etkilidir. Dış çekişmelerin etkisi altında yürüyen bir Osmanlı politikası vardır. Artık Osmanlı imparatorluğu eski güçlü ve bağımsız karakterini yitirmiştir. Dış güçlerin yönlendirmesine açık hale gelmiştir. Öte yandan Osmanlının zayıfladığı ortamda batıdaki kapitalist modernitenin ulus-devletçi anlayışıyla da İngiltere’nin, Fransa’nın kendisine bağlı yerel ilişkilerde milliyetçiliği geliştirmişlerdir. Bir taraftan İngiltere, Fransa belirli düzeylerde Osmanlı imparatorluğuyla ilişkilenirken, merkezi Osmanlı politikaları üzerinde mücadele edilirken, ama diğer taraftan da Osmanlı imparatorluğu coğrafyası, toprakları içerisindeki halklar üzerindeki ağırlıklarını etkilerini sürdürmüşlerdir. İlk önce balkanlar üzerinde, Osmanlı imparatorluğunun Avrupa parçasındaki topraklar üzerinde bu etkilerini yürütmüşlerdir. Osmanlı ilk ayaklanmaların burada geliştiği bilinir. Yine Osmanlının en uzak eyaleti olan Mısır’da da İngilizlerin kışkırtmasıyla oradaki yerel güçlere büyük bir otorite kazandırılır. Bilindiği gibi Kavalalı Ali Paşa’nın ta Konya’ya kadar geldiği, İstanbul üzerine yürüyecek bir güce eriştiği görülür. Ancak yine o süreçte Kavalalı Ali Paşanın bu duruşu Rusya, Fransa ve İngiltere’nin kendi aralarında yaptıkları pazarlık ve Osmanlılarla yaptıkları pazarlık sonucu durdurulur. Kavalalı Ali oradan geri çektirilir. Ama artık Osmanlı imparatorluğu üzerinde güç mücadelesi yaptırılan bir coğrafyadır. Bu süreçte geç emperyalist olan, ulusal birliği geç sağlayan Almanya da özelliklede 19.yy ın sonu ve 20. yy ın başında Ortadoğu’yla yine kuzey Afrika’yla ilgilenmeye başlar. Çünkü emperyalist bir güç olması için dış dünyada çeşitli bölgelerde etkili olması gerekmektedir. Meta ve sermaye ihracı taşıyacak alanları bulması gerekiyor. Bu açıdan İngiltere ve Fransa’nın olduğu alanlara gözünü diker. O da özellikle Osmanlı imparatorluğunun hasta adam durumundan yararlanarak kendisini Osmanlı coğrafyasında etkili kılmak ister. Ancak geç bir emperyalist olarak Almanlar esas olarak doğrudan işgal etmek yöntemi yerine yarı sömürgecilik yöntemini ilişkilerini geliştiriyor. Özellikle de Osmanlı imparatorluğu üzerinde ekonomik gücünü, etkisini kullanarak Osmanlıyı kendisine bağlamak, etkilemek ister. Bilindiği gibi Berlin-Bağdat demiryoluyla Osmanlı üzerindeki nüfusunu arttırmak ve Irak petrollerine, Ortadoğu petrollerine ulaşmayı hesaplar. Böyle büyük bir projenin yürütücüsü olur. Bu proje bir taraftan petrole ulaşma, Ortadoğu’ya gitme projesi iken diğer taraftan da Osmanlıyı bağımlılaştırma, yarı sömürgeleştirme politikasıdır. Almanya zaten geç emperyalist bir ülke olarak, İngiltere’nin Fransa’nın dünyanın birçok yerini paylaşmasından dolayı yine Rusya’nın doğu tarafında bir kale gibi yayılmasını engelleyen bir güç haline gelmesinden dolayı kendisine bilindiği gibi yeni ittifaklar bulmaya çalışır. Birinci dünya savaşına böyle bir siyasal mücadele ortamında girilir. Osmanlı imparatorluğu yükselen yeni emperyalist güç olarak, ekonomik askeri ve siyasi güç olarak yükselen Almanya’nın yanında yer alarak hasta durumdan çıkabileceği İngiltere Fransa’nın etkisini kıracağını düşünür. Bilindiği gibi Almanya Avusturya-Macaristan Osmanlı imparatorluğu bunları bir cephede savaşa girerler. İtalya da yine bu süreçte ikisi arasında oynar.
Bu nedenle birinci dünya savaşı döneminde Almanya’ya karşı ortaya çıkan İngiltere, Fransa ittifakı aynı zamanda en önemli anlaşmasını ve uzlaşmasını da dünya dengelerinin oluştuğu hem uzak doğuya giden yolların üzerinde bulunması hem petrol kaynakları hem de tarihi kültürel yapısı nedeniyle bir bölüşüm içinde olmuşlardır. İşte bunun somut sembolik anlaşması ya da Ortadoğu’nun bölünmesine temel teşkil eden esas anlaşma Sykes-Picot denilen bir İngiliz ile Fransız’ın hazırladığı Ortadoğu’yu bölüşüm planıyla şekillenmiştir. Birinci dünya savaşı sonrası Ortadoğu’nun yeni siyasi haritasının şekillenmesi cetvelle bölünür gibi bölünmesi bu anlaşmaya dayanmaktadır.
Bu anlaşma üç bölgedir. İngiltere’nin hakimiyet bölgesi, Fransa’nın hakimiyet bölgesi bir de sonradan pratikleştirilecek biçimde Yahudilere Filistin topraklarında bir devlet kurdurulması çerçevesinde hazırlanmış bir plan söz konusudur.
Zaten önceleri ülke 1912'de Osmanlı topraklarını kendi nüfuz alanları arasında bölen gizli bir anlaşma yaparak siyonizmin de etkisiyle Filistin topraklarında bir devlet kurulma kararı alınmıştır. Sykes-Picot anlaşması ve Ortadoğu’nun bölünmesinde daha sonra 1917 yılında Balfour denilen konferansın İsrail’le ilgili kararlarını da görmekteyiz. Sonuçta birinci dünya savaşının sınırları hemen hemen Sykes-Picot anlaşmasının belirlediği çerçevede olmuştur. Belki Sevr anlaşmasıyla düşünülen Fransa’nın, İngiltere’nin kuzey Kürdistan’ın belirli bölgelerini daha kontrol etmeleri de vardır ama bu çeşitli biçimlerde uygulanamamıştır. Ama esas olarak bu anlaşma çerçevesinde Ortadoğu’ya şekil verilmiştir. Ortadoğu'nun yeni düzeni ve Ortadoğu dengeleri temelinde de dünyanın yeni düzeni böyle sağlanmıştır. Lozan anlaşması da Sykes-Picot anlaşmasının bir bölümüdür. Öyle ifade etmek gerekir. Belki Fransızlar ve İngilizler daha farklı siyasi harita hedefliyorlardı ama bunu o günkü dünya siyasal konjektüründe ancak o kadar yapabilmişlerdir. Özellikle de Sovyetler birliğindeki ekim devrimi bu planın tümüyle pratiğe girmesini engellemiştir. Eğer ekim devrimi gerçekleşmeseydi büyük ihtimalle Sykes-Picot mutabakatının yani İngiltere ve Fransa’nın Ortadoğu’yu bölüşmesi yani Osmanlı imparatorluğu topraklarını istedikleri gibi paylaşmayı gerçekleştireceklerdi. Ekim devrimi yeni Türkiye cumhuriyetini kurmak isteyenlere güç verdi, nefes aldırdı. Mustafa Kemalde usta politikacılığıyla hem ekim devrimini kullandı, destek aldı hem de Sovyet devrimi ile batı arasındaki çekişmeden yararlanarak kendi varlığını sürdürdü. Kendini var edebildi.
Aslında Fransa ve İngiltere Osmanlının tümden küçültülmesini istiyorlardı. Bunu hem emperyalist sömürgeci egemenlikleri hegemonlukları açısından istiyorlardı. Hem de Hıristiyan dünyası adına, Hıristiyanlığı neredeyse tümden etkisizleştirmek isteyen bu gücü sınırlamayı düşünüyorlardı. Bilindiği gibi eğer Viyana’da durdurulmasaydı herhalde şu anda Hıristiyan ülkelerin dünyadaki etkinliği bu kadar güçlü olmazdı. Osmanlı imparatorluğu Avrupa’nın önemli bir bölümünü gerçekten Müslümanlaştırabilirdi. Hıristiyan dünyasının gücünü çok sınırlayabilirdi. Böyle bir karabasanı da yaşamıştır Hıristiyan dünyası. Böyle bir tehlikeyi bir daha yaşamamak açısından Müslüman bir ülkenin güçlü olmasını engellemek istemişlerdir. Bu ister Araplar olabilir ister Türkler ister farslar olabilir. Herhangi bir Müslüman toplum, ülkenin devletin güç olmasını kendileri açısından tehlikeli görmüşlerdir. Özellikle de İngiltere uzak doğuda da önemli bir sömürgesi olan Hindistan Pakistan, Bangladeş alanını kontrol altına almak açısından da Osmanlı imparatorluğunun zayıflatıp üzerinde egemenlik kurmayı düşünmüştür. Aslında İngiltere’nin seçeneklerinden biri de zayıflatılmış güçten düşürülmüş Osmanlı halifesi eliyle İslam ülkelerini kontrol altında tutmaktır. Ama daha sonra halifeliği ortadan kaldırarak laik bir Türkiye’yi bu politikaya tercih etmiştir. Osmanlı imparatorluğunun tümden zayıfladığını görünce bunun yerine Türkiye’yi Mustafa Kemal yeni Türkiye’yi etkileyerek İslam dininin önemli bir güç merkezi olan Osmanlı coğrafyası Türkiye’yi böylelikle kontrol altına almıştır.
İngiltere Fransa ve bu gün ise İngiltere merkezli ABD ve AB aslında İngiltere hem AB içinde ve hem de AB’yle ilişkilidir. Aslında Avrupa AB arasındaki ilişkiyi koordine eden ABD ile Avrupa’nın ilişkilerini uyumlulaştıran daha doğrusu AB ile ilişkilenerek kendisini Avrupa politikasında etkili kılan bir pozisyondadır. 20. Yy ı başında İngiltere’nin öncülüğünde bir Ortadoğu denklemi kurulmuştu. Yeni bir dünya düzeni kurulmuştu. Ortadoğu temelinde bir dünya şekillenmişti. 21. yy artık eski Ortadoğu İngiltere ve ABD’nın çıkarlarına uygun düşmüyor. Hatta Ortadoğu küresel hegemonyası önünde ciddi sorunlar ortaya çıkarıyor. Klasik ulus devletler kendilerinin beslediği ulus devletleri de mevcut durumda kendi çıkarlarına görmüyorlar. İngiltere’nin bizzat devlet haline getirdiği Irak’a şimdi İngiltere ve ABD müttefik güç olarak müdahale etmişlerdir. Yeniden çeki düzen vermişlerdir. Aslında 20. Yy ın başında ırak üzerindeki egemenlik şimdi tekrarlanıyor. ABD ve İngiltere eliyle oluyor. Irakla birlikte dengeleri yıktılar. Bu kadar büyük bir müdahale bir nevi Ortadoğu’nun da üçüncü dünya savaşının gerçekleşmesiydi. Şimdi ABD ve İngiltere bu müdahaleye bağlı olarak Ortadoğu dengelerini yeniden oluşturmak istemektedirler. Yani yeni bir Sykes- Picot anlaşması ya da politikası uygulanmaktadır. Sykes-Picot güncelleştirilmektedir. 20.yy ekonomik siyasi askeri sosyal ve kültürel ihtiyaçlara göre yeniden şekillendirilmeye çalışılmaktadır. ABD’nin BOP ve bunun içindeki siyasal değişiklikler bir yönüyle Sykes-Picot olmaktadır. Sykes-Picot Osmanlı imparatorluğu topraklarını bölme ve onun üzerinde yeni bir Ortadoğu siyasal sistemi oluşturmaktı. Şimdi de benzer bir sistem oluşturma süreci yaşanmaktadır. Eski dengeler yıkılmıştır yeni bir denge oluşturulmaktadır. Anlaşılıyor ki yeni Sykes-Picot içinde Kürtlere de belirli bir yer vardır. İsrail, Filistin statüsü daha da netleştirilecektir. Yeni bir anlaşmayla sonuçlandırılacaktır. Çünkü İsrail dışında bütün sınırlar aslında birinci dünya savaşındaki çok şiddetli savaş ortamında, Osmanlının yenilgiye uğratıldığı bir süreçte yaşanmıştı. Ama bu süreçte bir İsrail devletinin oluşumu gerçekleştirilememişti. Önemli hazırlıklar yapılmıştı ama gerçekleştirilememişti. İkinci dünya savaşından sonra fiili olarak bir devlet kuruldu. İsrail’e destek verilerek bu devletin kuruluşu gerçekleştirildi. Gerçekleşen bu üçüncü dünya savaşıyla İsrail’in statüsü, varlığı tümüyle bir anlaşmayla Araplara kabul ettirilecektir. İsrail-Filistin çatışmasında yaşanan süreci böyle görmek gerekiyor. Diğer önemli bir boyutu ise Kürtlerle ilgilidir. Anlaşılıyor ki Kürtlerle ilgili politikada önemli düzeyde oluşmuştur. Önderliğin sürekli olarak Katar ya da küçük bir Ermenistan dediği politika Kürdistan’da uygulanmaya çalışılacaktır. Güney Kürdistan’da bir devletçik zaten kurulmuştur. Bu devletçiğe destek vereceklerdir ama diğer Kürdistan parçaları ise o ülkelerin demokratikleşmesi temelinde Kürt sorununu çözerek değil de aslında 20. yy da da Kürt sorununu tümden çözmeyerek söz konusu ülkeler üzerinde sürekli bir baskı aracı olarak kullanmayı hesaplamaktadır. Bir taraftan güney Kürdistan’da bir devletçik kurulacak. Diğer taraftan bu devletçiğin milliyetçi, ulusal politikaları sürekli bölgedeki diğer ülkeleri tehdit edecek ama Kürt sorunu da çözülmeyecektir. Kürt sorununun çözümsüzlüğü ortamında hem bölge ülkeleri emperyalist kapitalist güçlere bağlanmış olacaktır. Bölge ülkeleri kendilerinin bölünmemesi için emperyalist kapitalist güçlerin böyle bir bölünmeyi yaratmaması için onlara muhtaç kılınacaktır. Kürt sorunu çözülmeyecek ama Kürtlerde her zaman bir umut içinde tutularak mevcut ülkelere sorun haline getirilecektir. Bu Kürtlere belirli bir umut, güneydeki oluşum temelinde bir umut gibi tutacaklardır böylelikle hem Kürtleri hem bölge ülkelerini kontrol altında tutmayı hesaplamaktadırlar. Önder Apo buna Sykes-Picot’a Kürtlerin dahil edilmesini belirtmektedir. Bunlar aslında Ortadoğu da sorunların çözülmesi demokratik temelde sorunların tümüyle ortadan kaldırılması anlamına gelmiyor. Ne İsrail-Filistin arasında yaptırılacak anlaşma bunu ifade ediyor ne de Kürt politikası bunu ifade ediyor. Çünkü ulus devletçi milliyetçi anlayış bırakılmıyor. Hatta ulus devletçi milliyetçi anlayış daha da körüklenerek yeni bir statü oluşturulmak isteniyor. Hem Filistinliler ulus devletçi bir anlayışla küçücük bir devletle sürekli bir sorun kaynağı haline getirilmeye çalışılacaktır hem de küçük Kürdistan’la diğer parçalarda sorunu çözmeyerek bütün Ortadoğu için sorun haline getirecektir. Önderlik bu politikanın yanlışını ifade etmek açısından ben küçük Kürdistan’a da karşıyım büyük Kürdistan’a da karşıyım dedi. Yani bütün Kürdistan parçalarının bir araya gelerek bir devlet kurulmasını da hem Ortadoğu halkları açısından doğru bulmadığı bunun bir çatışma ve kavga sorunu yaratacağını söyledi. Hem de güney Kürdistan’da küçük bir devletçik kurularak diğer yerlerde Kürt sorununu çözmeyerek Kürtleri 20. Yy da sürekli Ortadoğu da sorun haline getirme, hem Kürtleri bağlama hem de bölge ülkelerini Kürtler eliyle kontrol etmek politikasına karşı çıktı. Bunun yerine bütün parçalarda Kürt sorununu demokratik temelde çözerek Kürtler arasındaki sınırlar sorun yaratmadan ilişkilerin geliştirilmesini Kürt sorununu esas çözümü olarak değerlendirdi. Böylece İngiltere’nin esas olarak yönlendirdiği bütün Kürdistan parçalarındaki sorunu bir tarafa bırakma Kürtleri küçük bir güney Kürdistan’la avutma politikasına karşı çıkılmasını istedi. Çünkü bu sorunla Kürt sorunun çözülemeyeceğini aksine ne Kürtlerine bölge ülkelerinin rahat edebileceğini vurguladı.
Sykes-Picot anlaşmasında mutabakatı halkların iradesini almadan çıkarlarını gözetmeden halkların hiçbir siyasi gücüyle tartışmadan kendi çıkarları doğrultusunda masa başında yapılmış bir planlamaydı. Bu nedenle 20. yy Ortadoğu açısından hep kavgalı sancılı geçti. Çünkü halkların demokratik iradesine dayalı adil eşit bir politik denge oluşmamıştı. Tamamen İngiltere’nin ve Fransa’nın 20. Yy da hâkimiyetlerini sürdürmek için oluşturdukları bir düzendi. Bugünde yine halkların iradesi dikkate alınmadan kendi çıkarları doğrultusunda Ortadoğu’ya çeki düzen vermektedirler. Kürt sorununa bu çerçevede yaklaşmaktadırlar. Filistin sorununa bu çerçevede yaklaşmaktadırlar. Halkların demokratik özlemlerine istemlerine böyle yaklaşmaktadırlar. Kesinlikle halkların iradesini esas alan halkların demokrasi ve Özgürlüğünü düşünen bir yaklaşım yoktur. Böyle bir anlayış üzerine kurulacak yeni bir sisteminde yine on yıllarca halklara acı çektireceği sıkıntı çektireceği, halklara arası kavgaya zemin hazırlayacağı açıktır. Bu yönüyle Ortadoğu da eski dengelerin yıkıldığı yeni dengelerin kurulduğu bir dönemde halkların dıştan dayatılan her türlü çözüme karşı durması gerekiyor. Kendi demokratik iradesini ortaya koyarak çözümler oluşturması gerekiyor ulus devletçi anlayışın bir tarafa bırakılması gerekiyor. Küresel emperyalizm ulus devletleri eskisi gibi korunmasını ön görmüyor. Ulus devlet sınırlarının gevşetilmesini yumuşatılmasını istiyor ama çözümü milliyetçidir. Bu yönüyle de ulus devletçidir. Ulus devletçi zihniyeti tümden ortadan kaldıran bir çözüm değildir. Halkların demokratik iradesini, birliğine dayanmayan her çözüm ister istemez belirli egemen sınıfların çıkarını gözetecektir. Söz konusu egemen sistemler demokratik bir siyasal sistem kuramadıkları için demokratik bir siyasetin demokratik bir sistemin oluşturduğu bir siyasal sistem ve kültürün parçası olamadıkları için tabi ki milliyetçi ulus devletçi anlayışı devam ettirecekler. Bu da Ortadoğu da sorunları çözmeyecektir. Bu nedenle yeni Sykes-Picot anlaşması tehlikelidir. Yeni çatışmaların kavgaların tohumlarını atmaktadır. Bu nedenle karşı çıkılması gerekir. Tabi ki Ortadoğu’nun yeni bir düzenlemeye ihtiyacı var. Ortadoğu 19. yy da ki 20. yy da ki statükolarda halklara acı vermiştir. Bu yönüyle mevcut statükoları gerçekten ihtiyaca cevap vermiyor. Ama ihtiyaca cevap vermezken, vermediği görülüp değiştirilmek istenirken bu değişiminde halkların iradesini esas alarak olması gerekiyor. Burada da en önemli husus 20. Yy da nasıl Kürtlerin iradesi dikkate alınmamıştı. Bununda Ortadoğu’nun demokratikleşmesinde özgür yaşamına olumsuz etki yaptı, bu günde hala Kürt sorununun çözümsüzlüğü Ortadoğu halklarına verilmiş ceza verilmiş gibidir. Kürt sorununun çözümsüzlüğünün sadece Kürtlere değil bütün bölge ülkelerine halklarına zarar vermektedir. Yine 20 yy da da güncelleştirilmek istenen Sykes-Picot’ta da Kürt sorunu çözümsüz bırakılmaktadır. Yine yalnız Kürtlere değil bütün halklara ceza olacak bir çözümsüzlüğe mahkum edilmiş bir Kürt sorunu varlığını sürdürecektir. Bununda aslında Ortadoğu’yu böl yönet parçala ya da birbirine karşı kullan. Sürekli gerilimli çatışmada tut ve hakim ol politikasının yeni koşullarda sürmesi anlamına gelmektedir. Eğer batı yada başka güçler Ortadoğu da değişmesi gereken bir şey olması gerektiği bir şey olduğunu söylüyorlarsa görüyorlarsa bunu halklarla birlikte yapmalıdırlar. Halkların iradesini dikkate alarak yapmalıdırlar. Tabi ki Ortadoğu halkları Hıristiyanlık düşmanlığı batı düşmanlığı yapmamalıdır. Hiçbir topluma, topluluğa uygarlığa sisteme düşman olmamalıdır eleştirebilir ama belirli bir uzlaşmayı yaşayabilirler. Bu yönüyle Ortadoğu da bu dünyanın bir parçasıdır Ortadoğu’nun kendisinin dünyaya kapatması doğru değildir. Dünyayla siyasal ekonomik kültürel ilişkileri olabilir. Ama bunun tek taraflı bir irade dayatmasıyla değil, halkların da iradesini dikkate alan Ortadoğu’nun demokratikleşmesine dayanan bir ilişki olması gerekmektedir. Biz Ortadoğu da Ortadoğu halklarıyla Avrupa halklarıyla dünya arasında bir ilişki kurulacaksa böyle bir demokratik irade temelinde kurulmasından yanayız. Öyle ne Avrupa’nın Ortadoğu’yu bastırma politikası tümden iradesini kırıp kendisini dayatma politikası doğrudur ve gerçekleşebilir bir yaklaşımdır ne de Ortadoğu’nun kendini dünyaya kapatması kendi içine kapanık bir yaşam doğrudur ve uygulanabilir konudur. Bu ikisini de aşan ama halkların iradesini dikkate alan ve bu temelde siyasal, ekonomik ve kültürel ilişkilerin geliştiği bir Ortadoğu düzenlenmesine ihtiyaç vardır. Demokratik bir Ortadoğu’nun gerçekleşmesine ihtiyaç vardır. Ortadoğu sorunlarının demokratik temelde halkların kardeşliği temelinde gerçekleştirilmesine ihtiyaç vardır. Ortadoğu da kesinlikle ulus devletçi milliyetçi anlayışların bırakılmasına ihtiyaç vardır. Ulus devletçi, ulusçuluğa çok vurgu yapan milliyetçi anlayışların kesinlikle bırakılması gerekmektedir. Hiçbir milliyetçilik Arap olsun Kürt olsun Fars olsun doğru değildir. Ezen milliyetçilik yanlıştır, ezileninki doğrudur demekte bir yanlış yaklaşımdır belki ezilenlerin bu yönlü tepkilerini bazı şeylerini anlamak, ezenlere karşı tepkilerini anlamak mümkündür ama bu ezilenlerin milliyetçiliği doğrudur, yanlıştır biçiminde bir yaklaşıma götürmemelidir. Kesinlikle karşı çıkılmalıdır. Anlamak bu tür tepkilerin nerden geldiğini görmek farklı bir şeydir buna hak vermek çok daha farklı bir şeydir.
Bölgenin dış güçler tarafından halkların iradesini alınmadan düzenlemesine karşıyız. Bölgede Türk, Fars, Arap sömürgecilerinin ulus devletçi anlayışının halkların iradesini dikkate almayan ve dayatmacı baskıcı politikalarına karşıyız. İsrail’in Filistin halkın iradesini dikkate almayan kendi gücünü ortaya koymak için bütün halklarının iradesini kırmak isteyen Filistinliler şahsında Ortadoğu halklarının iradesini kırmak isteyen, kendisini Ortadoğu da eşit kardeşçe yaşayan demokrasi içinde yaşayan komşularıyla barışçıl yaşayan, güven içinde yaşayan bir politika değil de onların sürekli istikrarsızlık içinde olması zayıf kalmasını iç sorunlarla boğuşmasını düşünen, kendi güvenliğini buna bağlayan bir zihniyetle hareket etmesi kabul edilemez. Bunlar kabul edilemeyecek yaklaşımlar olduğu gibi milliyetçiliğin kürdü de arabı da yanlıştır. Bu yönüyle Hamas'ında çok milliyetçi yaklaşımlarla yine katı dinsel yaklaşımlarla Yahudiliği ret eden tümden Ortadoğu’da silinmesini isteyen zihniyetin aşılmayan bu zihniyeti de kabul edilemez. Bunların da aşılması gerekmektedir. Özellikle Kürtlük ve Yahudilik Ortadoğu’nun en kadim kültürlerindendir. Kürtlerde Ortadoğu’daki kültürel gelişmeye çok zengin katkı sunacağı gibi Yahudilerde sunabilir. Yahudiler eğer Ortadoğu da halkların kardeşliği temelinde yaşarlarsa aslında Ortadoğu’ya çok büyük güç kazandırırlar. Ortadoğu'nun yeniden uygarlığın merkezi haline gelmesinde sadece Arap, Kürt, Fars kültürü yada İslamiyet değil Yahudilikte önemli bir katkı sunar. Biz sorunlara böyle yaklaşılmasından yanayız.
Avareş Ruken
- Ayrıntılar
“Asimilasyon kavramı uygarlık toplumlarında iktidar ve sermaye tekellerinin kölelik statüsü altına aldıkları toplumsal grupların üzerine uyguladıkları ve kendi eki, uzantısı durumuna indirgemek için tek taraflı ilişki ve eylemini ifade eder.”
“Asimilasyonda esas olan iktidar ve sömürü mekanizmasına en az maliyetle köle oluşturmaktır. Asimile edilen grubun öz kimliği ve direnci dağıtılıp kırılarak hakim elit içinde hizmetlerine en uygun kölelerin derlendiği konuma düşülür. Burada asimile edilen köleye düşen temel işlev efendisine mutlak benzeşme, eki, uzantısı olma uğruna her tür çabayı göstererek kendini kanıtlamak ve böylelikle sistemde kendine yer yapmaktır. Başka hiçbir çaresi yoktur. Yaşayabilmek için eski toplumsal kimliğini bir an önce terk etmek, efendilerinin kültürüne kendini en iyi adapte etmek tek seçenek olarak sunulmuştur.”
“Soykırım, asimilasyon yöntemleriyle üstesinden gelinemeyen halkın, azınlıkların, her türlü farklı din, mezhep, etnik grupların fiziki ve kültürel olarak tamamen tasfiyesini amaçlar.
Fiziki soykırım yöntemi genellikle hakim elit kültürüne, ulus-devlet kültürüne göre üstün konumda olan kültürel gruplara uygulanır.
İkinci soykırım yöntemi olan kültürel soykırım denemeleri ise daha çok hakim elit ve ulus-devlet kültürüne göre zayıf ve gelişmemiş durumda bulunan halk, etnik ve inanç gruplarının üzerinde uygulanır.”
Kürdistan’da bugün uygulanan asimilasyondan daha ileri olan kültürel soykırımdır. Kültürel soykırımın hedefi bir halkı tümden kendisinden yabancılaştırarak, kendisi olmanın önünü almaktır. Elbette kültürel soykırım sadece bu değildir. Kültürel soykırımı daha fazlasını da ifade etmektedir. Öyle bir kişilik yaratacaksın ki o kişilik öncelikle kendisinden uzaklaşsın, bunun yetmediği yerlerde ise içine doğduğu toplumun tüm kültürel değerlerini eritmek için özenle çalışsın ya da çalıştırılsın.
Öyle ki kendi kültürünü küçümsesin, hor görsün. Bunun için de kendi kültürel değerlerine karşı kullanılsın. Hatta kimi zaman gönüllü bu işi üstlensin.
Evet, bugün Kürdistan’da yeni devletleşen Akepe tüm hızıyla Kürtleri eritiyor. Eritmek için dünyada gördükleri ve öğrendikleri ne kadar yol yöntem varsa hepsini kullanıyorlar.
Öyle ki bu devlette faşizmin en yaygın olduğu yıllarda bile bu kadar tekçi zihniyet uygulanmamıştır. Bu kadar ”tekler” bir arada bu yaygınlıkta kullanılmamıştır. “Tek devlet, Tek bayrak, tek millet, tek vatan, tek dil, tek din” derken her şeyde yaygın bir şekilde tekleşmeler yaşanmaktadır. Ve birde bu tekliğe karşı duranlar korkunç gerekçelerle içerilere doldurulmaktadır.
Bugün yaklaşık 8000 siyasetçi, aydın, sanatçı, gazeteci, avukat, sivil toplumcu Kürt ya da dostu içeriye atılmıştır. Yıllara varan cezalar onları beklemektedir.
Bugün Akepe ve cemaatin polisi inanılmaz ölçüde halkımıza karşı saldırılar yürütmektedir. Öyle ki sene sonu gelmeden biber gazları bile bitmiş, Erdoğan’ın özel fonuyla yeniden gaz alamı yapılarak halkımızın üzerine sıkmaya devam etmişlerdir.
Bugün çok sayıda katledilmiş gencin ve çocuğun davaları halen sonuçlanmamıştır. Sonuçlanmayı bırakalım bizatihi öldürülenlere, katledilenlere ve de işkence görenlere bunların faturası kesilmektedir.
Bugün artık eskisi gibi gizli katletmeyi terk ederek bizatihi Erdoğan ve partisinin emriyle 34 Kürt genci uçaklarla Roborski yakınlarında katledilmiştir.
Bugün Kürt gerillasına kimyasal silahlar kullanılmaktadır, şehit düşmüş gerillaların cenazeleriyle oynanmaktadır, şehit düşmüş gerillalar için yollara koyulan halkımızın bu gençlerin cenazelerini kaldırılmalarına çoğu zaman izin verilmemekte ve halkımıza saldırılmaktadır.
Bugün halkımızın en doğal hakkı olan sivil demokratik eylemlerine henüz şehirlerinden otobüslere binmeden önü haydutça kesilerek demokratik eylem koyma haklarına el konulmaktadır.
Bu ve buna benzer onlarca suçu bizatihi Akepe yapmaktadır. Bunların tümü kültürel soykırımı başarıya götürmenin planlarıdır. Halkımızın en doğal olan doğuştan gelen halklarına bu denli saldıran, inkar eden ve bu inkarı imhaya götüren bir zihniyet ve uygulama bir suçu ve suçları içermektedir.
Kültürel soykırım bir suçtur. İnsanlık suçudur. Kürdistan’da bu suçu uygulayanlara, bu suça iştirak edenlere, bu suçun ve suçların işlenmesine arka çıkanlara, bu zihniyeti destekleyenlere, yani Akepe’nin bu faşizan politikalarının yanında duranlara, bu politikaların uygulanması için Kürdistan’da bu faşizmle işbirliği yapanlara karşı artık sessiz kalınmayacaktır. İşlenen bu kadar insanlık suçuna sessiz kalınmayacaktır. Artık her kim ki bu faşizan zihniyete yakın duruyorsa, bunların Kürdistan’da temsilciliğini yapıyorsa insanlık suçu işlemiş sayılacak ve özgürlük mahkemelerinde yargılanacaktır.
Özcesi halkımıza ve demokratik yapılara yüz binlerce polisiyle, yüz binlerce askeriyle, on binlerce paramiliter güçleriyle saldırarak içeriye atan bu faşist zihniyete karşılık her zamankinden çok ileri düzeyde cevap verilecektir. Sizlerin faşist mahkemelerinizi tanımadığımız bunun yerine halkımızın demokratik mahkemelerine bu insanlık suçu işleyen kişi ve kişilikleri yargılayacağımızı herkes bilmelidir.
Geçen yıllardan beri onlarca kez uyarmamıza, kimisine özel haber göndermemize rağmen bu uyarılarımızı dikkate almayarak Akepe’nin Yeşil Türki Faşizminin Kürdistan’da savunuculuğunu yapan bu kişilere artık tahammül gösterilmeyeceğini yaşanan birkaç tutuklanma göstermiştir. Ancak bu birkaç tutuklamayla sınırlı kalmayacak ve tutuklamalar devam edecektir.
Dediğimiz gibi artık bu kişilikler halk mahkemelerinden yargılanacaklardır.
Hayri Engin
- Ayrıntılar
