Önder Apo 21 Mart 2013 Amed Newroz’uyla Kürdistan'da milyonlarca insanın önünde yaptığı tarihi konuşmasıyla yeni bir çözüm yolunu hepimize gösterdi.
21 Mart’tan bu yana epey zaman geçti. Denilecek ki 21 Mart’ın üstünde sadece 3 ay geçmiştir. Normal süreçlerde 3 ay’ın bir kıymeti harbiyesi olmayabilir, lakin tarihin kritik anlarında bırakalım 3 ay’ı, günlerin, saatlerin önemleri vardır. Öyle ki akşam bir şey vardır, sabah kalkmışsınız ki başka bir şey vardır. Hatta öyle ki her şey değişmiş.
Evet, tarihi momentlerde geçerken her an’ın dolu dolu yaşanması gerekiyor. Öyle ki yapılması gerekli olanlar bir saniye bile ertelenmeden yerine getirilmelidir. Aksi taktirde o an geçmiş ise artık o an’ı bir daha yakalamak mümkün olamayabilir.
Önder Apo biz gerilladan yapmamızı istedikleri vardı. Ateşkes ilan ederek, zaman içerisinde çatışmasız bir ortamı yaratmak için Kuzey Kürdistan'da gerilla güçlerimizi çekmemizi istedi. Elbette Önder Apo’nun söylediği birçok husus daha vardı. Ancak biz gerillalar için en önemlileri ve de en zor olanları bunlardı. Tüm zorluklara rağmen önderliğimizin bizden istediklerini yerine getirmek için 21 Mart’ın ardından henüz iki gün geçmeden ateşkes ilan ettik. Yine 25 Nisan günü gerilla güçlerimizin 8 Mayıs 2013’de çekilmeye başlayacağını açıkladık. Ve nitekim Kuzey’de gelen birçok gerilla gücümüzün çekilişlerini ve de kendi alanlarımıza varışlarını da medya üzerinde Türkiye ve dünya halklarıyla paylaştık. Yaklaşık 6 aydır da bu gösterdiğimiz duyarlılıktan dolayı da tek bir askerin burnu kanamamıştır. Türkiye ortamı bu ateşkesten dolayı büyük bir nefes alarak kendine gelmeye başlamıştır.
Evet, gerillalar olarak yapacaklarımızı yaptık. Demokratik siyasete şans tanınması, fikirlerin tartışması ve çatışması için ya da zamanında bir liderin belirttiği gibi: “yüz çiçek açsın, bin fikir tartışsın” misali silahları kullanmadık. Biz kendi cephemizde bunları yaparken güya ortamın demokratikleşmesinin sözünü tüm halkların önünde Türkiye hükümeti deklere etmişti. Artık silahların yerine demokratik halklar öne çıkacaktı. Yine Kürdistan'da sürdürülmüş olan tüm kirli oyunlar, savaş hep gerillayla izah edilerek bir nevi tonlarca biber ve gazı Kürdistan halkına sıkılmasını silahlı mücadele ortamıyla izah etmeyi de ihmal etmediler. Bunları yaparlarken de Türkiye halklarını çok ama çok büyük manipülasyonlarla Kürdistan’da sürdürülen çok haklı devrimci direnişe karşı milliyetçilik ve tek bayrak, tek devlet, tek millet, tek vatan ve onca tekçi sloganları altında toplanmasını da başarmasını bilmişlerdir.
Gerilla çekilme kararı alıp geri çekilmeye başlayınca hiçte söylendiği gibi demokratik siyasetin önü açılmadı. Hiçte farklı düşüncelerin kendilerini özgürce ifade etmelerinin önü açılmadı. Hiçte içeriye rehin olarak alınan 8000 Kürt siyasetçisi, sivil toplumcu, barış aktivisti, sendikacısı, tıpçısı, feministi, melesi, çocuğu, genci bırakılmadı. Yine 400 kanser hatası olan tutsak serbest bırakılmadı.
Bırakalım bunların yapılmasını AKP iktidarı bir kere askeri amaçlarla keşif faaliyetlerini durdurmamıştır. Bugüne kadar planlamalarında olmayan yerlerde bile fırsat bu fırsat deyip karakollar inşa etmeye başlamışlardır. Yine koruculuğun lav edilmesi gerekirken korucu sayılarını artırmaya başlamışladır. Kürdistan kültürel mirasını sular altında bırakan barajları tam gaz inşa etmeye devam etmektedirler. Orman kesmeler Erciş’te görüldüğü gibi yüz binlercesini kesmek için harekete geçmişlerdir. Rojava'ya desteklediği ve silahlandırdığı çeteleriyle saldırmaya devam ediyorlar. Halen ağızlarını açarken terörist, eşkıya demekten vazgeçmediler. Hakaretleri günlük olarak sürüyor. Roborski olayını Sümen altı yapmaktan çekinmiyorlar.
Tuhaf Kürdistan'da sözde Kürt halkıyla barışmayı ararlarken bu kez dünyanın tonlarca biber ve gazını Türkiye halklarının yüzlerine sıkmaya başladılar.
Sözü çok uzatmadan AKP iktidarı gerillanın rahatlattığı Türkiye ortamını çok ama çok kötü bir şekilde kullandığı gözlemi her geçen gün gelişiyor.
Hani demokratik siyaset deniliyordu? Demokratik siyaset Gezi Parkında olup bitenler mi? Halen tutsak bulunan binlerce silahsız siyasetçi mi?
Hani düşünceler ve fikir savaşı yürütülsündü?
Ve hani silahlar susunca Kürdistan'da askeri hareketlik duracaktı?
Özcesi AKP iktidarının söyledikleri, topluma vaat ettiklerinin tek bir tanesi gerçekleşmemiştir. Tekçi zihniyet hatta megolomanlaşmış bir iktidar hırsı çok daha fazla bir şekilde toplumu tutsak almaya gelişerek devam etmektedir.
Durum buyken her halde gerillanın yapacakları olur. Kimse gerillanın iyi niyetini suiistimal etmemelidir. Ve hiç kimse fırsat bu fırsat deyip hem halkımızı tek görmemeli hem de Türkiye halklarını sahipsiz bilmemelidir.
Ve çok doğaldır ki Kürdistan gençliği ve duyarlı olan Türkiye gençliği bu şartlar altında bir an evvel bu gidişata dur demek için dağlara akmasını bilmeli.
Kasım Engin
- Ayrıntılar
Birçok yazarın ve aydının değerlendirdiği gibi 31 Mayıs ya da 1 Haziran Türkiye demokratik hareketi açısından önemli bir tarih olacağa şimdiden benziyor. Çünkü Gezi Parkı Direnişi olarak adlandırılan direnişin kendine has özelikleri vardı.
Şöyle ki:
-Her ne kadar iktidar saldırarak Taksim’de dışarıya atsa da onca gün aralıksız direniş halinde olunmak çok fazla önemlidir.
-Bu kadar farklı rengin aynı bir amaç etrafında bir araya gelmesi de bir ilktir.
-Gezi ile başlasa da tüm Türkiye’ye yayılmış olması da bir ilktir.
-Belki de hepsinde de önemli olan yatay bir şekilde direnişin sürdürülmesidir.
-Bugüne kadar sosyal medyanın negatif rol aldığını dikkate alırsak sosyal medyayla iletişim çağı dediğimiz bu çağda çok ciddi işlerin ortaya çıkarılacağıdır.
Yukarıda dile getirdiğimiz birkaç hususu önemsiyoruz. Elbette Türkiye tarihinde çok daha kapsamlı kalkışlar olmuştur. 1968 Gençlik Hareketinin Türkiye’ye sıçraması ardından dalga dalga gelişen direnişler önemliydi. Yine 1970’lerin ortalarında gösterilen refleksler de çok önemliydi. Kürdistan'da sürdürülen devrimci demokratik direniş dışında tutar isek Türkiye’de uzun yıllardır çok ciddi Gezi Parkı Direnişi gibi duruşların sergilenmediğini rahatlıkla dile getirebiliriz. Belki yer yer belli alanlarda daha geniş katılımlı kalkışlar olmuştur. Ancak Gezi Parkı Direnişi gibi bir kapsama asla ulaşmamışlardır.
Özcesi Gezi Parkı Direnişi önemli bir tecrübe olmuştur. Sıradan bir direnişle başlansa bile nerelere kadar götürülebileceğini, ya da birkaç ağaç ile başlayan bir tepkinin nasıl milyonları içine alarak yayılabileceğini hepimize göstermiştir. Bu bağlamda bu direnişi her yönüyle selamlamak gerekiyor.
Gezi Parkı Direnişi sadece bu eylemlikle kalırsa, bununla yetinilirse o zaman gösterilmiş olan büyük direnişin bir anlamı olmayacaktır. Çünkü rejim oldukça sinsidir. Kurnazdır. Hile ve yalanlarıyla herkesi kandırabilecek düzeydedir. Rejimin daha birkaç yıl önce Alevileri, Romenleri, Ermenileri derken birçok aydın, yazar sanat çevrelerini kandırdığını hepimiz gördük. Hatta sosyal demokrat kimlikli insanları da içine alarak göz boyamayla nasıl da bir demokratik bakışa sahip olduğunu da gördük. Avrupa’yı da belli bir süre idare ettiler. Yine birçok dev diye bileceğimiz gücü böyle alavere dalavere yöntemlerle aldatarak bugünlere geldiler. Özcesi rejim gerçekten çok ileri düzeyde maharetlere sahiptir. Öyle söylendiği gibi sadece ufak tefek ayak oyunları yapmamaktadırlar. Gelmiş geçmiş tüm rejimlerin hilelerini, kandırma yöntemlerini, göz boyamalarını ve de ne kadar maddi imkan varsa bunları da seferber ederek bireyleri etkilemesini çok iyi başaran bir rejimle ve iktidarla karşı karşıyayız.
Durum buyken bizlerin sadece bir direnişle bu kadar hileyi hele hele bu kadar iktidarlaşan bir gücü dizginleyeceğimiz düşünülmesin. Tek ses olan bir iktidar gücünün terbiye edilmesi, dizginlenmesi, demokratik çıkışlara yol açılması için Gezi Direnişi tarzı direnişleri çok daha ileriye düzeylere taşırarak yapmamız gerekmektedir. Lakin öyle görülüyor ki Gezi Direnişinde de görüldüğü gibi kimi milliyetçi, ırkçı hatta faşist diyeceğimiz çevrelerde, geçmişte kaybettikleri devlet rantına yenide konmak için yerlerini aldılar.
Demokratik direnişin ırkçılıkla alakası olamaz. Irkçı olanların asla ama asla demokratik olma dertleri olamaz. Yine iktidarcı güçlerin ortaya konulan direnişlerle bir ilgileri olamaz. Gezi Parkında Direnenler görüldüğü gibi birçok yönüyle ortaklığı savunurlarken, doğa katliamlarına karşı dururlarken, ırkçı, tek tipçi, iktidarcı odakların böyle bir dertlerinin olmadığı da iyi görülmelidir.
Türkiye’nin her yerine demokratik direnişin devam ettirilmesi gerektiğini dile getirirken bu direnişin daha anlamlı ve sonuç alıcı olabilmesi için kesinlikle Kürdistan'da sürdürülen devrimci demokratik direnişin iyi görülerek ortak hareket etme zeminleri aranmalıdır.
Öyle ki bizler ya da Türkiye’nin demokratikleşmesini isteyen güçlerin tümü kesinlikle demokratik değerler etrafında bir araya gelerek, gösterdiğimiz direnişin Mısır’daki gibi başkalarının eline geçmemesi için bunu yapabilmeyi başarmalıyız. Aksi taktirde gösterilecek tüm direnişlerin heba olacağı gibi başka iktidar odaklarının çıkarlarına çanak tutmaktan kurtulamayız.
Hayri Engin
- Ayrıntılar
Malum ülkenin topyekun direniş halinde olduğu biliniyor. Hatta belirli kesimlerle ve gruplarla sınırlı kalan, gezi parkı ve AKP’nin son zamanlarda dikta rejimlerine nazire edercesine gerçekleştirdiği siyaset merkezli itirazlarla perçinleşen direnişlerin daha da gelişeceği ve yüksek bir doza ulaşacağı kestiriliyor.
Konunun üzerinden ve yaşananlara dair Erdoğan’ın yaptığı her söylem, çıkışlar ona misliyle dönecek.
Meydanları dolduranların taleplerini anlamayan, kürt sorununda yeni dönemin ruhunu kendine göre yontmaya çalışan, IMF’e borç ödemesi bitti diye vaveylayı koparan, faiz lobisine çatan-muhalefetin her türlüsüne hiddetle racon kesen Erdoğan; son çıkışını güvenlikçi söylemlerin üzerine oturtmaya çalıştı.
Neydi bu; “polisi de yedirtmeyeceğiz” diyen Erdoğan, kitlesel desteğinin arkasına veya önüne kamusal/kolluk desteğini de almak istiyor. polise yönelik öfkenin ve protestoların gelişmesinin yanı sıra, yaşanan bu tuhaf akıl tutulmasında polislerin veya diğer kamusal tepkilerin de önüne geçmeye çalışıyor Erdoğan!
Tüm bu siyasi hesaplarıyla birlikte; polisine kalkan olmaya çalışıyor haliyle.
Erdoğan’ın söylemi olan; “polisi de yedirtmeyeceğiz” demesi bir yana, son 14 gün içerisinde 4 polisin intihar etmiş olması işin renginin ve asıl meselenin çok farklı olduğunu gösteriyor.
Ortaya konulan bu veriye göre; Erdoğan’ın siyasi hamlesinin daha farklı olduğunu anlamak mümkün. En azından bu konuda yürütmeye çalıştığı siyasi hamlenin okumasını daha farklı mercilerde yapmamız gerekiyor.
Emniyetin de doğruladığı bu verilere göre; eğer bu intiharlar gerçekten de son süreçte yaşanan çatışmalarla bağlantılıysa, ilgili kesimlerin şapkayı önüne koyup düşünmesi gerekiyor.
Yok olay böyle değil ve emniyetin dediği gibiyse; o zaman durumun ciddiyeti ve vahameti daha yakıcı olmakta!
Eylemlerde en ağır eleştirileri alan ve müthiş bir toplumsal basıncın altında kalan polisin, bugünlerde yaşanan durumlardan dolayı intihar etmişlerse; aslında bu durumun içinde çok zayıf da olsa gururun olduğunu gösteriyor.
Direniş alanlarındaki gençlerin pankartlarında; “polis onurlu ol, simit sat” diye yazması belki de onura bir davetti. Buna icabet mi etti polisler bu intiharlarla? Orası pek bilinmez, fakat devletin resmi söylemi olarak dile gelen; intiharların bu direnişler ve toplumsal akıl tutulmasıyla alakası yoksa, geriye kalan yorum olarak bu intiharların gelişmesi rutinmiş gibi öne çıkıyor.
Eğer bu ülkenin polisleri içinde her 3,5 günde bir intihar yaşanıyorsa gerçekten de durum çok ciddi ve kritiktir.
Tüm bunların üzerine bir de ülke başbakanı ve tüm olayların başaktörü konumundaki Erdoğan’ın polisine bu kadar açıktan sahip çıkması, ister istemez bütün yoğunlaşmaları ve okumaları birinci seçenek üzerinde topluyor.
Buna dayalı bir değerlendirmeye yapmaya çalıştığımızda Erdoğan; bu çatışmaların içindeki polisini sonuna kadar meydanlarda ve sokaklarda daha fazla tutmaya çalışıyor. Bundan dolayı da moral değeri olan bu açıklamayla aslında bu intiharlarla birlikte daha da açık bir gösteriye dönüşen polisteki karışıklığa ilk elden müdahale etmeye çalışıyor.
Esas bu politikalar ve şiddet eğilimli yaklaşımlarla; kendisinin polisleri yediği, yedirttiği gayet açıktır.
Toprak Cemgil
- Ayrıntılar
AKP’nin “Çözüm süreci” dediği bu yeni sürece 2014 seçimlerini kazanma amacı ve planı doğrultusunda yaklaştığı bilinmeyen ve yeni açığa çıkan bir durum değildir. AKP baştan beri süreci böyle ele alıyor ve yürütmeye çalışıyor. Hatırlanırsa İmralı’da Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan ile 2011-2012 savaşı ardından ilk görüşme AKP Büyük Kongresi öncesinde yapılmıştı ve Tayyip Erdoğan yönetimi tarafından bu görüşme kongrenin başarısı için etkin kullanılmıştı. Neredeyse Tayyip Erdoğan kongre başarısını İmralı görüşmelerine bağlamıştı.
Ardından da AKP’nin yaptığı plan şuydu: İmralı’da Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan ile görüşmeleri sürdürerek yeni bir ateşkes konumuna ulaşmak ve bu temelde 2014 yerel seçimi ile cumhurbaşkanı seçimini kazanmak! Buna göre de hareket etti. Bu doğrultuda taviz anlamında kısmi adımlar attı. İmralı’daki hücreye bir TV yerleştirerek güya Kürt Halk Önderi’nin koşullarını iyileştirdi! En önemlisi bir BDP heyetinin İmralı’ya giderek görüşme yapmasına izin verdi. Bu temelde Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın hazırladığı yeni çözüm projesine “Uygulanabilir” diye onay vererek sürecin önünü açtı.
Fakat Önder Abdullah Öcalan’ın Newroz çağrısı, İmralı görüşmelerinin ve AKP planının çok ötesindeydi. AKP, ateşkes çağrısı beklerken geri çekilme çağrısıyla karşılaşınca başlangıçta herkes gibi sarsıntı geçirdi. Geri çekilme AKP planında yoktu. Dahası bu geri çekilme AKP’ye ciddi siyasal yükümlülükler getirebilirdi. Bu nedenle başlangıçta tepki gösterdi. PKK’liler için “Nereden ve nasıl gelmişlerse oraya ve öyle gitsinler” dedi. Bu temelde kendine siyasal yükümlülük getirmeyecek bir geri çekilme formülü bulmaya çalıştı.
AKP geri çekilmenin yaratacağı siyasal yükümlülükten kurtulmak için çeşitli yönteme başvurdu. Zaman zaman daha geri çekilme başlamadan “Zaten çekilip gitmişler” diyerek gerillanın geri çekilme eyleminin siyasal önemini zayıflatmaya çalıştı. Zaman zaman CHP ve MHP ile dalaşarak gündemi saptırmak ve güya süreç önünde ciddi engeller olduğunu göstermek istedi. ABD gezisi ve Suriye savaşını gerekçe yaptı. En son Taksim Gezi Parkı direnişini gündem saptırma ve süreci unutturma olayı olarak kullanmaya çalıştı.
Sonuçta İmralı’da Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan tavır koyunca ve dışarıda da PKK ve BDP yönetimleri ciddi biçimde uyarınca, şimdi AKP bunları geçiştirmek için yeni formüller arıyor. PKK’nin “İkinci aşamaya geçilmesi, yani Kürt sorununun çözümünün önünü açacak temelde Türkiye’nin demokratikleşmesini sağlayacak anayasal ve yasal düzenlemeler yapılması” yönündeki taleplerini nasıl reddetmeden uygulamayacağının yöntemlerini arıyor.
Bunun için muhtemelen bazı yasal değişiklik tartışmaları geliştirecek. Fakat “Meclis tatile girdi”, “Diğer partiler engel” ve saire diyerek bu tartışmaların pratikleşmesini hep geciktirmeye ve oyalamaya çalışacak. Yine İmralı görüşmelerini biraz artırarak ve bazı değişiklikler yaparak Kürt Halk Önderi’nin koşullarının düzeltildiğini göstermeye çalışacak. Farklı gündemler yaratarak süreci unutturucu ve erteleyici çabalar içinde olacak.
Kısaca AKP süreç için daha baştan oluşturduğu planını değiştirmiş değildir. Onun tek amacı 2014 seçimlerini kazanabilmektir. Her şeyi bu amaca bağlamış durumdadır. Birincisi bu. İkincisi ise, AKP zihniyet ve politika olarak Türkiye’nin daha fazla demokratikleşmesinden yana değildir. AKP demokrasisi şimdi olduğu kadardır. Yoksa CHP ve MHP’nin ciddi bir engel oluşturma gücü yoktur. Engel AKP’nin kendisidir, onun zihniyet ve politikalarıdır.
Bunlar nedeniyle AKP süreci kapanmayacak, kesmeyecek, fakat ikinci aşamanın öngördüğü demokratikleşme adımlarını atmamak için de direnecek, oyalayacak ve çeşit çeşit hileye başvuracaktır. İsteklere “Yok” demeyecek, ama hiç birini de yerine getirmeyecektir. Bu biçimde ateşkesi korumaya, 2014’e ulaşmaya, yerel seçimi, cumhurbaşkanı seçimini ve dahası genel seçimi kazanmaya çalışacaktır. AKP’nin stratejik planı budur ve herkes bunu bilmelidir.
Peki, AKP’nin bu planı şimdi mi ortaya çıkıyor? Hayır, baştan itibaren vardı ve de biliniyordu. O halde AKP’nin bu planı biline biline Kürtler ve demokratik güçler yeni çözüm sürecine “Evet” dediler. Bile bile evet dediklerine göre, o halde onların da sürece ilişkin bir stratejileri ve bu temelde oluşturdukları planları vardı. Eğer yok idiyse, o zaman yanlış yapmışlardır ve başarısız kalırlar. Yok eğer var idiyse, o zaman da planlarının gereğini yapmaları ve AKP oyunlarını aşmayı başarmalılar.
Burada şu soru ortaya çıkıyor: Kürtler ve demokratik güçler açısından yeni çözüm sürecinin stratejik karakteri nedir? Onların sürece ilişkin stratejik yaklaşımları nasıldır? Bu noktada AKP’nin verdiği sözlere inanıp atacağı adımlara mı güvendiler, yoksa kendi güçlerine ve çabalarına mı? Benzer sorular çoğaltılabilir ve tartışma bu temelde derinleştirilebilir.
Bu sorular çerçevesinde bakıldığında, kuşkusuz Kürtlerin ve demokratik güçlerin yeni süreç stratejilerinde AKP üzerinde siyasi baskı oluşturma ve onu bazı demokratik adımlar atmaya zorlama vardı. Çünkü reel politika açısından da şimdilik mümkün olan buydu. AKP meclis çoğunluğu ve hükümetti. AKP katılmadan hukukî düzenlemeler yapmak mümkün değildi. Bu nedenle Kürtlerin ve demokratik güçlerin bu yaklaşımı anlaşılırdır.
Diğer yandan, iktidar olsa da süreç açısından AKP’nin yaşadığı ciddi zayıflık ve zorlanmalar vardı. Örneğin, 2014 seçimlerini kazanmak onun için hayati bir meseleydi. Kaybederse başına nelerin geleceği belli değildi. Fakat onbir yıllık iktidarın ortaya çıkardığı bir yıpranmışlığı yaşıyordu ve bu nedenle seçimleri kazanması öyle kolay değildi. Bunun için bazı tavizler vermesi ve yoğun bir çaba harcaması gerekiyordu. Bununla birlikte Suriye politikasında başarısız olmuş, Avrupa ve ABD yönetimleri tarafından eskisi kadar desteklenmez hale gelmişti.
Bütün bunlar AKP’nin yaşadığı ciddi zayıflıklardı ve demokratik güçlerin ve Kürtlerin bunları dikkate alarak AKP üzerinde siyasal baskı oluşturup bazı demokratikleşme adımları attırmaya çalışmaları doğaldı. Zayıf ama seçim kazanmaya mecbur bir iktidar, istemese de bazı siyasi adımlar atabilirdi. Hele hele AKP gibi pragmatist bir güç bunu fazlasıyla yapabilirdi.
Bu bakımdan Kürtlerin ve demokratik güçlerin yeni süreç stratejilerinin içine bunu koymuş olmaları anlaşılırdır. Bu çerçevede AKP’ye adım attırabilmek için her türlü çabayı da harcayabilirler ve harcamaları gerekir. Fakat bizce Kürtlerin ve demokratik güçlerin yeni süreç stratejilerinin birinci ayağı bu değildir. Bu, olsa olsa ancak ikinci ayak olabilir. Birinci stratejik ayak demokratik siyaset hamlesidir. Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’da bu süreci “Demokratik siyasi mücadele hamlesi” olarak tanımlamıştır.
Kuşkusuz bu iki ayak birbirini etkileyici ve güçlendirici karakterdedir. Fakat Kürtlerin ve demokratik güçlerin bu süreç açısından da en başta kendi güçlerine güvendikleri ve süreci demokratik siyasi mücadele hamlesiyle başarmayı öngördükleri kesindir. Elbette bu öngörü yanlış değil, doğrudur. Ancak doğru olması kendi başına yetmez, bu doğruların pratikte de başarıyla hayata geçirilmesi gerekir. Başarılı pratik oldukça hem demokratik siyaset güçlenir ve yönetimdeki etkisi artar, hem de AKP hükümeti üzerindeki siyasi baskı artar.
Dolayısıyla bu süreçte hem AKP üzerindeki siyasi baskıyı artırmak, hem de demokratik siyaseti hamle düzeyinde geliştirmek gerekir. AKP’nin seçim kazanmaya endekslenmiş oyalama planları ancak böyle bozulabilir. Nitekim son olaylar AKP üzerinde baskıyı artırmanın mümkün olduğunu ortaya koymuştur. Yine hem konferanslar ve hem de Gezi Parkı direnişi demokratik siyaset hamlesini örgütsel ve eylemsel alanda geliştirmenin mümkün olduğunu göstermiştir.
25-26 Mayısta Ankara’da yapılan Barış ve Demokrasi Konferansı tüm Türkiye toplumunun irade ve isteklerini ortaya koydu. 15-16 Haziranda Amed’te yapılan Kuzey Kürdistan Birlik ve Çözüm Konferansı da TC sınırları içinde yaşayan Kürtlerin irade ve isteklerini ortaya koydu. Şimdi yurtdışındaki, sürgündeki Kürtlerin Avrupa Konferansı gündemde. 29-30 Haziranda Brüksel’de yapılacak Avrupa Konferansının da yurtdışındaki Kürtlerin irade ve isteklerini ortaya koyacağı kesindir. Böylece toplum irade ve isteğini ortaya koymuş olacaktır ki, artık geriye bunların uygulanması kalacaktır.
Demokratik siyaset hamlesinin eylem çizgisi açısından da Kürt serhildanı ile Gezi Parkı direnişi esastır. Dikkat edilirse yeni sürecin hamlesel gelişimini sağlayacak eylem çizgisi mevcuttur. Geriye konferansların sonuçlarını pratikleştirme ve demokratik kitle eylemini geliştirme kalmaktadır. Demokratik siyaset bunları yaptığı ve sonuçlarını örgütlediği oranda hamlesel gelişme yaşayacak ve bu sürecin başaranı olacaktır!..
Selahattin ERDEM
Yeni Özgürpolitika
- Ayrıntılar
Gezi Parkı etrafında gelişip, giderek siyasal ve toplumsal bir soruna dönüşen gelişmeler bir kez daha konu üzerinde durmayı gerekli kılmaktadır.
Önder Apo’nun ve Kürdistan Özgürlük Hareketinin Taksim’deki direnişi selamlayıp belli bir ağırlık koymaya başlayınca, Taksim’in rengi de, sesi de değişmeye başladı. İlk günlerde hakim olmaya çalışan CHP, Ergenekon, ulusalcı vb. kesimler ortalıkta daha az görünür olmaya başladılar. Bunları alanı dolduran ve belli bir görsellik oluşturan pankart, döviz, slogan v.b’de de görmek mümkündür. Denilebilir ki, Kürdistan ve Türkiye’nin gerçek devrimci-demokratik muhalefet bileşenlerinin ortak mücadele platformu gecikmişte olsa pratik olarak ortaya çıkmış oldu.
Devrim sembollerinin yanısıra, daha çok halkların eşit, özgür kardeşliği, devrim, sosyalizm, demokrasi, demokratik çözüm, Kürt sorunun çözümü, barış vb. kavramlar öne çıkmaya başladı. Öteden sömürgeci Türk devletinin hükümetleri Kürdistan ve Türk devrimci ve demokratlarının biraraya gelerek mücadele birliklerinin gelişmemesi için ellerinden geleni yapmışlardır. Fakat Önder Apo’nun özenle hazırladığı , Kürt sorunun çözümünü ve Türkiye’nin gerçek anlamda demokratikleşmesini öngören projesinin Newroz’da açıklanmasıyla birlikte belki de ilk kez böyle bir çıkışın güçlü bir zemini de ortaya çıkmış oldu. Taksim’deki gelişmeler başlatılan böyle bir sürecin öne çıkardığı olaylardır. Bu konuda yanılmamak gerekir.
Ergenekoncu ve ulusalcıların rejim sözkonusu olduğunda, rejimi koruyacakları çok açık. Öyle görünüyor ki, Kürdistan özgürlük hareketinin konu üzerinde durmasıyla birlikte önemli ölçüde sahneden çekilmişlerdir. Bu çekilme iyi de olmuştur. Türkiyeli ve Kürdistanlı devrimci-demokrat güçler ile, diğer tüm ulusal, inançsal gruplar ile AKP sömürgeci hükümeti bir anlamda başbaşa kalmış oldular. Böylelikle direniş yeni bir döneme girmiş oldu.
AKP sömürgeci hükümeti ya diyalog yolunu, ya da ezme yolunu seçmekle karşı karşıya geldi. AKP hükümeti özellikle T.Erdoğan’ın ağırlığını koymasıyla birlikte, muhalefeti kırma, bastırma yöntemi önplana çıktı. Aslında birkaç gün önce de, İstanbul Güvenlik kurulu’nun almış olduğu kararlar da bu yöndeydi. 11 Haziran saat 7.30 sularında başlayan bastırma operasyonları bu temelde başlatıldı. Bir taraftan kamuoyunda “ başbakan direnişçilerle görüşecek” beklentisi yaratılırken, öte yandan taksime operasyon hazırlıkları tamamlanarak, pratiğe geçirilmiş oldu. Şu anda bu direniş kırılmaya, ezilmeye çalışılmaktadır. Böyle bir saldırı sözkonusudur. Taksim-Gezi Parkı ne kadar böyle bir saldırıya hazırdı? Bilemiyoruz. Ancak bir anda pankart ve dövizleri toplayabilmeleri ve pek az kişinin direnme konumuna geçmesi, güçlü bir hazırlığın olmadığını göstermektedir.
Saldırı sadece fiziki değildir, psikolojik, ideolojik ve politiktir. Böylesi toplumsal direnişlerin homojen bir kitlesi yoktur, olamaz da. Farklılıklar vardır, olacaktır da. Başta sömürgeci sistemin başbakanı, bakanları, yandaş medyası, polis müdürleri, öncelikle bu direniş kitlesini bölmeye, parçalamaya, bazı grupları ayrıştırmaya, yalnızlaştırmaya çalışmaktadır. Özetle, böl-parçala yönet politikasını son derece kurnazca ve sinsice uyguladıkları görülmektedir. T. Erdoğan, ideolojik-politik olarak “ dış güçler” vb. teraneler tekrar tekrar dile getirmektedir. “Camiye bira ile girmişler, başörtülü bacılarımıza saldırmışlar, Türk bayrağını yakmışlar vb. diyerek açıkça yalan söyleyerek sunni kesimleri ve ırkçıları harekete geçirmeye çalışmaktadır. Öte yandan, ekoloji için mücadele yürütenlerin adeta direnmemeleri gerektiğini salık vermektedir. Özellikle T. Erdoğan, devrimcilerin astığı pankart, bayrak, flama, resim vb. için ise paçavra diyecek kadar alçalabilmektedir.
Şimdi bu saldırı karşısında izlenmesi gereken tutum ne olmalıdır?
Konuyla ilgili önceki yazımızda da söylemiştik. Üçüncü bir çizgi olarak sömürgeci AKP zulmüne karşı ortak, geniş bir cephe örgütlenmesiyle güçlü bir direniş pratikleştirilmelidir.Türkiye’nin demokratikleştirilmesi ve Kürdistan’ın statüsü ile Önder Apo’nun özgürlüğü temelinde, Türkiye ve Kürdistan direnmeli, ama Taksim’in yalnız direnmesi yetmez, başta İstanbul olmak üzere, tüm Türkiye ve Kürdistan direnmelidir. Bu saldırıya güçlü bir karşılık verilerek yeşil faşizm püskürtülmelidir. Bunun için de Taksim platformunun şu saatten itibaren, Tayyip Erdogan ile konuşacak hiç birşeyinin olmaması gerekir.
Sömürgeci hükümet, görüşmek istediği kesimleri ezerek, öylece görüşmek istiyor. Eğer bir görüşme olacaksa,direnişi ezilmiş bir Taksim’in temsilcisi olarak değil, direnişi sürdüren ve dalga dalga her yana yayılan bir direnişin temsilcisi olarak görüşme masasına oturulmalıdır. Direnişi ezilmeye çalışılan bir Taksimin temsilcileri olarak masaya oturmak, sadece ve sadece AKP faşizmini meşrulaştırır. Kürdistan ve Türkiye’de giderek meşruiyetini yitiren bir hükümete, hem de 15 günlük direnişten sonra kendi elimizle meşrulaştırmış oluruz. Tam tersine AKP faşist hükümetinin meşruluğunun giderek yoğunca tartışıldığı bir dönemde, direnişi büyüterek, meşruiyetinin olmadığını iyice açığa çıkarmak gerekir.
Kürdistan Özgürlük Hareketinin, Önder Apo’nun başlattığı müzakere ve diyalogla sonuç alma süreci çerçevesinde üzerine düşeni olanca ciddiyeti ve samimiyeti ile yerine getirdiğini herkes görmekte ve izlemektedir. Ancak sömürgeci Türk devleti hükümetinin bu konuda attığı tek bir olumlu adım yoktur. Atacağına dair de ortada ciddi bir ibare gözükmemektedir.
Sömürgeci AKP devleti Kürdistan özgürlük gerillasının özellikle tam bir disiplin içinde Kuzey Kürdistan savaş sahalarından geriye çekilmesi karşısında, atmaları gereken pratik adımlar vardır. Özellikle Kürdistan’da, “artık Türk devletinin adım atması gerekir” söyleminin, talebinin yükseldiği bir dönemde, “ bakın bu kadar sorun var, nasıl adım atarım” diyerek süreci kendi lehine çevirmeye çalıştığı da görülmelidir. Yani sorunun çözümü, moda deyimle yapması gereken “ yol temizliği” konusunda görevlerini yapmaması için Taksim sürecini kullanmaya çalıştığını görmek lazım.
Yeni bir anayasanın yapımının tartışıldığı bir dönemde, eğer Türk ve Kürt halkları başta olmak üzere tüm inanç ve halklar ile, örgütlü güçleri birlik olursa sonuç alınabilir. Kürdistan statüsü ve Türkiye’nin demokratikleştirilmesi talepleri temelinde güçlü bir direnişi yükselterek sonuç almanın zamanıdır.
Herdem Serhıldan
- Ayrıntılar
Ekranlarda: “Gerilla yürüyor, direniş sürüyor” diye analarımız, gençlerimiz ve de kadınlarımız tarafından yazılmış olan bir slogan okuyoruz.
Gerilla kuzey Kürdistan'da silahlı güçlerini adım adım çekiyor. Güneye çağırıyor. Gerillamız ise parça parça güneye doğru yol alıyor. Bazı guruplarımızın güneye daha doğrusu Medya Savunma Alanlarına ulaştıklarını ise hepimiz birlikte izliyoruz.
Süreç bu şekilde devam ediyor. Önderliğimizin çağrısı üzerine gerilla güçlerimiz çekiliyor. Birçok kez dile getirdiğimiz gibi bu geri çekiliş mücadeleden bir geri çekiliş değildir. Mücadeleyi zayıflatmak hiç değildir. Bunun böyle olmadığını Önder Apo Amed meydanında milyonların huzurunda:
“Bugün yeni bir dönem başlıyor.
Silahlı direniş sürecinden, demokratik siyaset sürecine kapı açılıyor.
…
Ben, bu çağrıma kulak veren milyonların şahitliğinde diyorum ki; artık yeni bir dönem başlıyor, silah değil, siyaset öne çıkıyor. Artık silahlı unsurlarımızın sınır ötesine çekilmesi aşamasına gelinmiştir.
Yüreğini bana açan, bu davaya inanan herkesin sürecin hassasiyetlerini sonuna kadar gözeteceğine inanıyorum.
Bu bir son değil, yeni bir başlangıçtır. Bu mücadeleyi bırakma değil, daha farklı bir mücadeleyi başlatmadır” diyerek yeni dönemin görevlerini açıkça dile getirdi.
Yani mücadele çok daha sertleşerek yürüyecektir. Felsefik, ideolojik, siyasal, kültürel, sosyal, ekonomik, psikolojik derken yaşamın tüm alanlarında hem de keskinleşerek bu mücadele devam edecektir.
Bunun için GERİLLA YÜRÜYOR DİRENİŞ SÜRÜYOR! sloganını ya da pankartını çok anlamlı buluyoruz. Gerilla yürüyüşünü sürdürecektir ancak direnişini de her zamankinden kat be kat artıracaktır. Yürüyüşü sadece bir geri çekiliş olarak almamak önemlidir. Demokratik siyasetin görevlerini yerine getirebilmek için önümüzde binlerce yapılacak iş vardır. Bu işlerin başında birçok kez dile getirdiğimiz gibi zihniyetimizi yeniden oluşturmamızdır, yeniden ele almamızdır. Sürece cevap vermekten uzak olan düşünce yapımızı, bilgi birikim düzeyimizi düzelteceğiz. Geliştireceğiz. Bu ise gerçekten tümden bir yapma işidir. Yani bir inşa işidir.
Peki, bu yapma ya da inşa işi nasıl olacaktır? Tabii ki yürüyüşümüzü sürdürmekle direnişimizi güçlendirmekle olur. Bunun için diyoruz ki Gerilla yürüyor sözlerini KÜRDİSTAN GENÇLİĞİ GERİLLAYA YÜRÜYOR! diye genişletmek yukarıda dile getirdiğimiz zihniyetle birebir alakalıdır. Zihniyetin en berrak bir şekilde aydınlanacağı mekanların başında; iktidar güçlerinin, devlet güçlerinin, kapitalist modernist güçlerinin ulaşamayacağı mekanlar gelir. Var olanın dışında kendi zihniyet taşlarımızı oluşturacaksak o zaman gerçekten de var olan sistemin dışında bir yerlerde kalarak, günlük olarak kirli olan kapitalist zihniyetin olmadığı ya da az olduğu mekanlara gelerek bunları aşmaya çalışmamız gerekiyor.
Kapitalist modernist kültürün ve zihniyetin ise hakim olmadığı tek yer şimdilik Kürdistan dağlarıdır. Dağların doruklarıdır. Gerillanın bulunduğu özgürlük mekanlarıdır. Dağların özgürleştirici ter temiz ortamlarıdır.
Yeni dönemin görevlerinden bir tanesi olan zihniyet yapımızı güçlendirmek için geleceğimiz ya da gideceğimiz yerlerin başında kesinlikle dağlar olmalıdır. KÜRDİSTAN GENÇLİĞİ DAĞLARA YÜRÜYOR! derken söylemek istediklerimiz bunlardır.
Elbette dağlarda öğrenilecek birçok değer vardır. Alınacak birçok bilgi ve birikim vardır. Önemli olan bu değerleri, bilgi ve birikimleri alarak yeniden bu kez bilinçli bir şekilde yeni dönemin inşa çalışmalarında yer almaktır. Dönem gerçekten de bizlerde özelde de Kürdistan gençlerinde yeni dönemde çok daha büyük bir aktivite istediği açıktır.
Sonlandırırken, KÜRDİSTAN GENÇLERİNİN DAĞLARA YÜRÜYÜŞÜNÜ şimdiden gerillalar olarak selamlıyoruz.
Hayri Engin
- Ayrıntılar
İktidar güçlerinin kendi kirli iktidarlarının yanı sıra kendi ürettikleri kavramları, tanımlamaları, sözleri zamanla herkese bulaştırmak istediklerini az çok biliyoruz. Ancak bu kadar kısa zamanda kendilerince iktidar karşısında yer alanların iktidarın kavramlarını kullanmaları doğrusu bizlere tuhaf geliyor. Tuhaflığı şurada, bizler kendimizi sistem karşıtı bir hareket olarak gördüğümüz için mümkün mertebe söyleyeceklerimizi kendi sözlerimizle dile getirmeyi esas alırız. Hatta şimdiden başlayarak kendi kurumlarımızı var olan sistemin dışında kurmaya çalışıyoruz. Böyle olunca gerçekten de sistemin karşısında olanların iktidar odaklarının kullandıkları sözleri sarf etmeleri bizim çok fazla tuhafımıza gidiyor.
Bir örnek verecek olursak: Taksim Gezi Parkında hepimizi heyecanlandıran bir direniş yaşanıyor. Bu direniş Türkiye’nin her yerine yayılmış durumda. Nereye kadar bu direniş uzanır göreceğiz. Ancak şunu görüyoruz ki birçok yerde iktidarın vurucu polis güçleri, oldukça haklı olan eylemcilere karşı şiddet kullanıyor. Cop kullanıyor, tazyikli su kullanıyor, biber gazı kullanıyor, taş kullanıyor. Küfürleri, saç çekmeleri, yerlerde sürmeleri, hakaretleri derken birçok onur kırıcı yaklaşımlarından söz bile etmiyoruz. Polis doludizgin şiddet uyguluyor. Durum budur.
Durum böyle iken iktidarın bürokratları yine iktidarın siyasetçileri polisin orantısız güç kullanmadığını, eğer orantısız güç kullanmış ise bu orantısız güç kullananlara dönük sözde soruşturmalar açabileceklerini dile getirdiler.
Biz iktidar güçlerinin bu tür bir açıklamaya yapmalarını garipsemiyoruz. Nedeni de açıktır; onlara göre Gezi Parkı Direnişinde yer alanlar “ÇAPULCU”durlar. “Çapulculara” karşı ise çapulculuklarını engellemek için yapılması gerekli olan yönelmedir. Vurmadır. Sürmedir. Dövmedir. Tutuklamadır. Zindana atmadır. Özcesi ”çapulculara” karşı yapılması gerekli olan polis ya da başka güçlerle zor kullanarak yönelmedir.
Dediğimiz gibi devlet gibi iktidarın en yoğunlaşmış olan bir kurumun kendi polisi aracılığıyla şiddet uygulaması anlaşılırdır. Çünkü devlet ve iktidar odakları zor ile ayakta durmaktadırlar. Zorbalıkla ayakta durmaktadırlar.
Ne var ki polisin güç ile şiddet kullandığına ORANTISIZ diyen iktidar güçlerinin yanında birde aynı sözleri, sözde bu iktidarın karşısındakiler söylüyor. Örneğin BDP’liler “polis orantısız güç kullanmıştır” diyebiliyorlar. Ya da başka sol ya da demokratik kurum ve kuruluşlar bu sözleri sarf edebiliyorlar. “Orantısız güç kullandılar” sözlerini sarf etmek, tek kelimeyle polisin protesto eylemi gerçekleştirilenlere karşı uyguladığı şiddeti onaylamak demektir. Kabul etmek demektir. Yani “polis vurabilir ama vurmanın biraz ölçüsü olsun!” demektir. Niyetlerin dışında gerçeklik budur. Yapılan budur. Dile getirilenler bunlardır.
Böyle anlaşılmak istenmiyorsak, öncelikli olarak polislerin kullandığı her türden şiddeti şiddet olarak görerek ret etmek, karşı durmak ve asla ama asla kabul etmemek gerekiyor. Yine direnişçilerin, protestocuların var olanı ret etme haklarının olduğunu iyi idrak etmek gerekiyor. Direnişçilerin haklı olduklarını söyleyeceğiz ancak polisin şiddetini “bu kez fazla oldu” diyeceğiz. Bu olmaz. Tek bir polisin halka, sokaklara dökülen insanlara tek bir laf söyleme hakkı yoktur. Bırakalım coplarla vurmayı, dil uzatma hakkı bile yoktur. Bir kere bunu böyle göreceğiz.
Böyle görmezsek iktidar güçlerinin ısrarla ama ısrarla: “Hırsızlık yapanı bağışlayabilirim, ırza geçeni bağışlayabilirim, adam öldüreni bağışlayabilirim, imparatoruma kılıç çekeni bile bağışlayabilirim, ama polisime el kaldıranı asla!” diyerek polisine arka çıkmasını anlamış olamayız.
Bunun için diyoruz ki “ORANTISIZ GÜÇ KULLANMAYIN!” sözlerini artık terk etmemiz gerekiyor. Söylememiz gerekli olan cümle ise, “POLİS, ŞİDDET KULLANMA!” ,”POLİSİN HER TÜRDEN ŞİDDETİ SUÇTUR!” olmalıdır.
Sonuç itibariyle, iktidar güçleri ile farkımızı koyamaz isek yapacaklarımızın tümünün iktidar güçlerinin hanesine götürüleceğinden emin olmalıyız. Bunun böyle olduğunu kapitalist modernist iktidar güçlerinin son 200 yılda sergiledikleri pratikler oldukça hepimize öğreticidir.
Kasım Engin
- Ayrıntılar
BDP heyeti Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan ile altıncı görüşmesini geçen Cuma günü yaptı. Beşinci görüşmeden yaklaşık iki ay sonra yapılan bir görüşme oluyor bu. Görüşmede nelerin gündem olduğunu ve nasıl tartışıldığını fazla bilemiyoruz. Zira henüz ilk açıklamalar yapılmış durumda. Fakat iki ayda bir sefer görüşme yapılmış olması zaten başlı başına bir konu.
İki ayda bir sefer görüşme yapılarak bu süreç yürür mü? Önder Abdullah Öcalan ancak iki ayda bir görüşme yaparak, bir heyetle bir-iki saat tartışarak bu süreci yürütebilir mi? Bunun çok zor olacağını söylemek dahi olmayı gerektirmiyor. Kürt sorununun çözümü ve Türkiye’nin demokratikleştirilmesi gibi devasa sorunların böyle çözülemeyeceği açık. Kırk yıllık çatışmaya son verilerek barışa ulaşılamayacağı ortada.
Peki bundan kim sorumlu? AKP’nin sorumlu olduğunu söylemek için de alim olmak gerekmiyor. Çünkü İmralı’ya gidip gelmek, Kürt Halk Öderi ile görüşme yapmak AKP hükümetinin iznine bağlı. Tüm bunları Adalet Bakanlığının organize ettiği gözleniyor. BDP heyetinin ise tam iki hafta önce başvuruda bulunduğu biliniyor. Böyle kritik bir süreçte heyet ancak on beş gün sonra görüşme yapabiliyor.
Burada süreci yürütmede bir yavaşlatmanın olduğu ve bunu da AKP’nin yaptığı açık. Zira Kürt tarafının temposu zayıf değil, tersine en yüksek düzeyde. Şu yapılanlara bir bakalım. Daha ortada henüz somut bir şey yokken Newroz öncesi PKK elindeki esirleri serbest bıraktı. Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan Newroz günü hiç kimsenin beklemediği geri çekilme çağrısını yaptı. KCK Yürütme Konseyi Başkanlığı 23 Martta ateşkes ilân etti. 25 Nisanda yaptığı basın toplantısında 8 Mayıstan itibaren gerillanın geri çekilmeyi başlatacağını duyurdu. 14 ve 15 Mayıs günlerinde de ilk gerilla grupları Medya Savunma Alanlarına geçti.
Aslında bu düzeye Haziran başında ulaşılması hedefleniyordu. Oluşturulan eylem planı bunu içeriyordu. Fakat PKK hızlı davranarak bu düzeye on beş gün önce ulaştı. Bu temelde de BDP heyeti İmralı’ya gitmeye hazır hale geldi ve başvurusunu yaptı. Ancak tüm bunlara rağmen 7 Haziranda görüşebildi. Bu da AKP hükümetinin süreci yavaşlatmakta olduğu, biraz ağırdan alarak oyalama yaptığı izlenimini doğurdu.
Peki AKP bunu niçin yapıyor? Elbette kendine göre bazı hesapları vardır. Sorunları çözmekten ziyade AKP’nin seçim kazanmayı esas aldığı ortadadır. Bunun için de sadece ateşkesin sürmesi AKP için yetmektedir. Belki de bu konuda gizli planları söz konusudur. Bir de gözle görülen bu ağır davranma durumunun Başbakan Tayyip Erdoğan’ın ABD ziyareti ardından gerçekleşmesi dikkat çekicidir. Bazıları ABD’nin bunu istediğini, sorunları çözmek yerine AKP’yi PKK’yi sınırlandırmaya yönlendirdiğini söylemektedir.
Kuşkusuz esas nedeni tam bilemeyiz. Belki de birçok neden vardır ve bunların hepsi de geçerlidir. AKP böyle bir plan dahilinde hareket ediyor ve bundan sonuç almayı hesaplıyor olabilir. Bir yönüyle bu durum mümkün de olabilir. Fakat bunun bir de tersi var. Demokratik çözüm sürecini yavaşlatmanın içerdiği risk ve tehlikeler söz konusu. Yine en çok da AKP açısından durum böyle. Çünkü bu yeni sürece karşı olan ve engel olmaya çalışan iç ve dış çok çeşitli kesim var.
Örneğin Taksim Gezi Parkı’nda başlayarak her tarafa yayılan olayların bu durumla kopmaz bağı söz konusu. Yıllardır AKP’nin tekçi zihniyetine ve tekçi-ötekileştirici yönetimine karşı çeşitli halk kesimlerinde yoğun bir tepkinin oluştuğu ortadaydı. Bu tepkiyi Kürtler mücadeleye dönüştürürken, diğer halk kesimleri yaşanan savaşın yarattığı ağır şovenizm ortamında içine atıyordu. Şimdi bu tepki sokağa dökülüyor ve bunun ne kadar kapsamlı olduğu açıkça görülüyor.
Peki AKP’nin tüm bu olanları önleme şansı yok muydu? Kuşkusuz vardı. Geliştirilen yeni çözüm süreci AKP açısından bu konuda çok önemli bir fırsattı. Eğer demokratikleşmeye ve Kürt sorununun çözümüne ciddi yaklaşsa ve geciktirmeden demokratik değişim adımlarını atsaydı, o zaman elbette ki bu tür olaylar olmayacak ve toplumsal tepki eyleme dönüşmeyecekti. Fakat AKP hükümeti bunu yapmadı, sürecin gerektirdiği ciddiyet ve hızla yaklaşmadı. Kürt tarafının hızlı ve cesur adımlarına karşın, AKP hep yavaşlatıcı ve içini boşaltıcı davrandı.
İşte bu bardağı taşıran son damla oluyor. AKP’de gerekli ciddiyeti ve demokratikleşme adımını göremeyen kitleler sokağa çıkıp inisiyatifi ele alıyor. AKP’nin tekçi, ötekileştirici ve oyalayıcı politikalarına tepki gösteriyor. Şimdiye kadar Kürdistan’daki savaş nedeniyle içe atılan halkın demokratikleşme öfkesi artık sokağa taşıyor. Türkiye toplumu artık acil demokratikleşme istiyor.
Gezi Parkı olayları bir işaret, bir kıvılcımdır. AKP çok iyi bilmeli ki, Kürt Halk Önderi’nin geliştirdiği plan doğrultusunda demokratikleşme adımlarını atmazsa, bu tür direniş olayları daha çok gelişir. Çünkü Türkiye toplumunun artık sabrı kalmamıştır. 12 Mart 1971’den beri süren faşist despotizme ‘Artık yeter’ diyor. Gençler, kadınlar, emekçiler demokrasi istiyor. Hem de hemen şimdi! Hem de gerçek demokrasi!
Kuşkusuz gelişen halk direnişleri süreç için bir tehlike veya engel değil. Tersine sürecin motorları konumunda. Fakat AKP iktidarı açısından da ciddi bir tehlike. Eğer AKP bu gerçeği görmezse hızla kaybedebilir. Zira sadece bu tür acil demokrasi isteyen olaylar değil, süreci engellemeye çalışan çok yönlü çabalar ve provokasyonlar da söz konusu. Dicle Üniversitesi provokasyonu bunlardan biriydi. Rojava’da yayılan çatışmalar bir diğeri oluyor.
Rojava Kürdistan’da yaşanan çatışmaları Suriye’nin iç durumundan daha çok bu yeni sürece bağlı olarak değerlendirmek anlam taşıyor. Örneğin Halep savaşı tamamen Önder Abdullah Öcalan’ın geliştirdiği demokratik çözüm sürecini sabote etmek isteyenlerin işiydi. KDP baskılarının ve Afrin’de çete saldırılarının da bundan farkı yok. Bunların hepsi Kürt sorununda demokratik siyasi çözüm sürecine karşı olanların işi. Arkasında bazı bölgesel ve küresel güçler var. Rojava savaş alanı haline getirilerek mevcut ateşkes ve çözüm arayışları işlemez kılınmak isteniyor.
Demek ki rahat ve kolay bir süreç içinde değiliz. Paris Katliamından Rojava savaşına kadar sürece karşı geliştirilen birçok provokasyon söz konusu. Ayrıca toplumun acil demokrasi istemi durdurulamaz bir arzu durumunda. Toplumsal sabır taşma noktasında. Eğer AKP bunları görmez ve oyalama politikaları yürütürse yeni isyanlarla karşı karşıya gelebilir. Bunu bilmesinde yarar vardır. Oyalama ve yavaşlatma politikası AKP’yi süpüren bir isyana yol açabilir.
O halde herkes aklını başına toplamalı. Yeni çözüm sürecine doğru yaklaşmalı ve üzerine düşeni yapmalı. Yoksa halk yapmasını ve yaptırmasını bilir. Artık demokrasisiz yaşaması mümkün değildir. Bu temelde tüm özgürlük ve demokrasi savaşçılarını ve özgürlük direnişlerini selamlıyoruz!..
Selahattin ERDEM
Yeni Özgürpolitika
- Ayrıntılar
Gezi Parkı Direnişi’ni öncelikli olarak selamlıyor ve bu direniş içerisinde bedenlerini gelecek yarınlara feda edenlerin anıları önünde saygılıyla eğiliyoruz.
Gezi Parkı Direnişi tek kelimeyle dönemin bizden istediği toplumsal sorunlara karşı gösterilmesi gereken refleksin gösterilmiş olmasıdır. Çok kez devrimci duruşlardan söz edilir. Tek kelimeyle ifade edecek olursak, Gezi Parkında sergilenen direniş tamda istenen devrimci duruştur.
Devletler, kuruluşları gereği anti demokratik ve anti toplumcudurlar. Söylendiği gibi yurttaşların haklarını gözetmek için kurulmuş olan yapılar değildirler. Tam tersine devlet yurttaşların haklarını çalınmasıdır, birilerinin çıkarlarını da korunmasıdır. Toplumun yüzde 90’nının haklarını gasp ederken, geri kalan yüzde onluk kesime ise bunları peşkeş çekmektir.
Devlet zor bir aygıttır. Hırsızdır. Gaspçıdır. Sadece vergiler adına yapılan vurgunlara bakmamız bile yeterlidir. Özelde de kapitalizm çağındaki devlet kesinlikle böyledir. Başkan Apo’nun belirttiği gibi:
“Kapitalizm çağının kendisini toplumsal kriz olarak nitelemeyi uygun bulduk. Kapitalizmin en ekonomik uygarlık denilen ama ekonomi olmayan, kendini dıştan ekonomiye dayatan bir güç tekeli olarak meşru görülemeyeceğini temel tez olarak vurguladık. Toplum gibi çok kapsamlı bir topluluklar bütünü olan bir olgu üzerinde kapitalizm gibi en bencil, çıkarcı ve en çok savaşa başvuran bir gücün tahakküm kurması tarihte ‘olağanüstü’ bir durumu, yani ancak kriz halini ifade edebilir. Finans çağı bu gerçeğin bütün yönlerden toplumun her parçasında kendini yüzeye vurmasıdır. Sistemin sürekli terör üretmesi, toplumun büyük kısmını işsiz bırakması, işçiliğin bile bir nevi işsizlik durumuna indirgenmesi, kitle ve sürü toplumuna yol açılması, sanat, seks ve sporun endüstrileştirilmesi, iktidarın toplumun kılcal damarlarına kadar sızdırılması sistemin tükendiğinin göstergeleridir.”
İktidar ise devletten daha köklü ve yaygın olan bir gerçekliktir. Öyle ki iktidar karakteri gereği tüm toplumsal gözeneklere sızmadan edemez. Çünkü kesintisiz olmak zorundadır. İktidar bir yerlerde sekteye uğradı mı tümden adım adım ortada kalkışı söz konusu olabilir. Bunun için her yere girerek fethetmesi gerekir. Bir nevi toplumun tüm gözeneklerine sızarak tecavüz eden kültürdür.
Başkan Apo’nun şu tanımı çok çarpıcıdır: “Devlet tek kelimeyle oluşum itibariyle tabi bir terör yapılanmasıdır. Devleti elinde bulunduran iktidar ise daha vahim bir durumu yaşamaktadır. Doğası gereği iktidar baskısız yaşayamaz.”
Boşuna anarşistlerin önderlerinden Bakunin: “En demokrat adamın başına iktidar tacını geçirin, yirmi dört saat içinde en alçak bir diktatör olacak veya ahlâkı bozulacaktır” dememiştir.
Bunun için bizler AKP iktidarının yaptıklarını da anlamaktan zorlanmıyoruz. Ya da AKP’nin başındaki kişiliklerin komplekslerini anlamıyor değiliz. İktidar insanı en kötü diktatörden daha alçak yapar. Yeter ki iktidarının önünde engel görmezsin ve yeter ki atını koşturtmasının yolunu bulsun.
Sonuç itibariyle iktidar bir tecavüz kültürüdür. İlk günden beri de böyledir. Çünkü oluşum mayası birilerinin yetkilerini gasp ederek başlamıştır. Birilerini güç kullanarak kendine bağlamıştır. Birilerini güç kullanarak kendi mülkü etmiştir. Özel mülk dedikleri bir başkasına tecavüz ederek el konulan değerlerin kendi eline geçirilmiş çalınmış mallar değil midir? Bunların tümünü tarihi belgelerde okuyabiliriz, öğrenebiliriz.
“İktidar kendisinin olmadığı halde sürekli bir şeyleri güçle ele geçirme, kendine ait sayma, asimile etme, mülkleştirme, yurtlaştırma, aksi durumlarda yine zorla kendisinden atma, sürgün etme, yurtsuzlaştırma, işsizleştirme, mülksüzleştirme, genel olarak maddi ve manevi açıdan değersizleştirme eylemi ve sanatıdır. Bunu sadece ekonomik artık-ürün ve değere el koyma eylemiyle sınırlandırmak çok dar bir yaklaşım olur. Bu konuda ele geçirme asıldır. Fakat buna giden yolda binlerce başka değer de iktidar güçlerince ele geçirilir ki, toplamına iktidar demek daha gerçekçidir.”
Bunun için diyoruz ki AKP’nin liderlerinin ya da her hangi bir AKP’li yetkilinin konuşurken bile insana tecavüz eden sözlerini anlarız. Ancak anlamadığımız tecavüze karşı gösterilmesi gerekli olan refleksin gösterilmemesidir.
Halbuki insan doğası en küçük baskılamaya karşı bile sessiz kalamaz. Dikkat edilirse hoşumuza gitmeyen bir hareket bizi nasıl bir refleks göstermeye iter. Yer yer içimizde nasıl sunturlu küfürler savururuz.
Evet, insan doğası asla ama asla baskıya açık olan bir doğa değildir. İnsan doğası kesinlikle isyana açık olan bir yapıdadır. Öyle ki bir baskılamayı hissettiği anda depreşir. Öyle ki çoğu zaman o depreşmeyi kontrol edemez. Edemez çünkü içine işlemiştir.
Ne var ki Türkiye’de depreşmeler çok olsa da dışa vurma yoktur. Ya da dışa vurmalar kendi bedenimiz dışına taşmaz. En fazla evimizde ya da mahallemizde birkaç söz söyleriz. Ötesi gelmez. Bu bağlamda GEZİ PARKI DİRENİŞİ anlamlıdır. Ve Türkiye toplumunda bir şeylerin değişmeye başladığına işarettir.
Sorun birilerine karşı durup durmamak değildir. Sorun insan olarak sahamıza girildiğinde göstereceğimiz doğal ve örgütlü olan reflekstir. Kimilerine göre 12 ağacın kesimine karşı başlayan sivil bir protestoydu. Olsun. O ağaçların bize ait, topluma ait, doğaya ait olduğunu düşünür ve kesilmesini kendimizden bir şeylerin eksilmesi olarak ele alıyorsak o zaman protestomuz sadece haklı değil, bin kere de olsa meşrudur. Meşru olanı ise kendi doğamızda hissederek sahiplenmemiz kadar insani bir şey olabilir mi?
GEZİ PARKI DİRENİŞİ halbuki günlük olarak her yerde sergilenmesi gerekli olan bir direniştir. Aksi taktirde günlük olarak bizlere, haklarımıza, geleceğimize tecavüz eden devlet ve onun iktidar gücü olan hükümetlerin bu tecavüz kültürünü nasıl sınırlandıracağız?
Doğası gereği iktidarların despot olduklarını söyledik. Peki, kimler bu despotları ya da diktatörleri frenleyecek? Elbette ki bizler, sokaktakiler, analar, kadınlar, gençler, komüncüler, babalar, ihtiyarlar, neneler, sanatçılar, doğaseverler derken insanım diyen herkes. Her hangi bir durumda rahatsız olan herkes.
Özcesi tecavüz kültürünü durdurmak bu tecavüzü bedeninde hisseden herkesin görevidir. Yeniden GEZİ PARKI DİRENİŞİ’Nİ Kürdistan gerillaları olarak selamlıyoruz ve her zaman her baskı ve haksızlık yaşandığında her yerin GEZİ PARKI DİRENİŞİ kimi olması dileğimizle.
Kasım Engin
- Ayrıntılar
Özgürlük mücadelesi sıcak günleri yaşıyor. Sıcaklık sadece mevsimle bağlantılı gelişen bir sıcaklık değildir. Sıcaklık mücadelenin dozajıyla ilgilidir. Her geçen gün daha hızlı bir tempoyla özgürlük mücadelesi sürdürülüyor. Evet, bunun için dağlara, özgürlük dağlarına akış eskisini kat be kat aşan bir nicelik ve nitelikle sürmelidir.
Reber Apo Newroz’da halkımıza ve halklara dönük yaptığı tarihi konuşmasının bir yerinde:
“Bugün yeni bir dönem başlıyor. Silahlı direniş sürecinden, demokratik siyaset sürecine kapı açılıyor. Siyasi, sosyal ve ekonomik yanı ağır basan bir süreç başlıyor; demokratik hakları, özgürlükleri, eşitliği esas alan bir anlayış gelişiyor. Biz, onlarca yılımızı bu halk için feda ettik, büyük bedeller ödedik. Bu fedakarlıkların, bu mücadelelerin hiçbiri boşa gitmedi. Kürtler öz benliğini, aslını ve kimliğini yeniden kazandı.
"Artık silahlar sussun, fikirler ve siyasetler konuşsun" noktasına geldik. Yok sayan, inkar eden, dışlayan modernist paradigma yerle bir oldu. Akan kan Türküne, Kürdüne, Lazına, Çerkezine bakmadan insandan, bu coğrafyanın bağrından akıyor.
Ben, bu çağrıma kulak veren milyonların şahitliğinde diyorum ki; artık yeni bir dönem başlıyor, silah değil, siyaset öne çıkıyor” demektedir.
Yukarıda dile getirilenler neyi ifade ediyor? Özgürlük mücadelesinin bitmediğini tam tersine geçmişi kat be kat aşan bir kavgayı, mücadeleyi gerektiğini ifade ediyor.
Yine öyle kiminin dile getirdiği gibi sanki her şey bitmiş gibi bir gerçekliği kesinlikle ifade etmiyor. Tam tersine zorluklar geçmişten kat be kat daha fazla olduğunu dile getiriyor. Bunun için bizlerin kendimizi kat be kat daha fazla eğitmemiz, yapmamız, örgütlememiz, eyleme geçmemiz, dilimizi kültürümüzü derken komple kişiliğimizi daha çekici kılmamız gerektiğini söylüyor.
Peki, bu kadar görev nasıl yerine getirilecektir? Durduk yerde bu görevlerin yerine getirilemeyeceği açıktır. Hele hele durduk yerde kendimizi halkımızın yüreğine yatıracak özelikleri kendimizde yaratmamız asla ama asla mümkün değildir.
Dikkat edilirse demokratik siyasetten çok yoğun bir şekilde bahsedilmektedir. Demokratik siyaset zihniyetin köklü değişmesini ya da derinleştirilmesini gerektirir. Bu ise ideolojik, felsefik ve teorik derinleşme demektir.
Peki, bu ideolojik, felsefik ve teorik derinleşmeyi özel savaşın, psikolojik savaşın ve de kapitalist modernist insanı anlık olarak teslim alan ortamlarında sağlıklı yürütülebilir mi? Ya da bu kadar bireyciliklerin, kirlerin, yine sistemin alıklaştırıcı yaşam biçimlerinin hakim olduğu ortamda rafine edilmiş ideolojik, felsefik, teorik yani derinleşmiş zihinsel dönüşümler mümkün müdür? Elbette ki hayır. Bireyin düşüncelerini rafine edebilmesi için mekanların çok önemli etkilerinin olduğu tüm peygambersel hareketlerde biliyoruz. Tüm peygamberlerin büyük yoğunlaşma hareketleri her zaman dağların en uç kuytu köşelerinde, uygarlık diye bilinen yaşam canavarlarından uzak mekanlardan gerçekleşmiştir. Yine birçok devrim hareketlerinde de bunu görebiliyoruz.
Özcesi sürecin dilini, üslubunu, eylemciliğini, gerekli olan eylem biçimlerini yakalayabilmek için, yaratıcı fikirlerle demokratik siyaseti tüm topluma yayabilmek için gerekli olan derin yoğunlaşmalar mutlaka ama mutlaka uygarlığın dışındaki alanlarda yakalana bilir.
Bazıların söylediği gibi özgürlük kavgası bitmemiştir. Tam tersine kavga eskisinden dediğimiz gibi kat be kat daha büyük bir çapta ve derinlikte asıl şimdi başlamıştır. Bunun için kimin ne söylediğine bakmadan özgürlük mücadelesini bugünlere getiren değerlere inanarak, bağlı kalarak özgürlük kavgamızı kesintisiz yürütmemiz temel bir görevimizdir.
Bu görevlerimizi yerine getirebilmek için de dediğimiz gibi zihniyet yapımızı mutlaka ama mutlaka yeniden gözden geçirmeliyiz. Zihniyet yapımızı en iyi bir şekilde hem gözden geçirecek, hem derinlik sağlatacak, hem de yeniden eksikleri varsa oluşturulacak olan sahaların en temeli dağlardır. Dağların zirveleridir. Dağların doruklarıdır.
Bunun için diyoruz ki gençler dağlara akmalıdır. Dağlara yeni zihniyet formunu kazanmak için akmalıdır. Demokratik siyaseti, kültürel gelişmeyi, sosyal bilimi, felsefeyi, bilimi derken gelecekte Kürdistan'da çok aktif olarak çalışmak isteyen bir genç için ne gerekliyse onu edinmesi için dağlara, hem de özgürlük dağlarının doruklarına…
Hayri Engin
- Ayrıntılar