Son zamanlarda birçok çevre AKP’nin özelde de Erdoğan’ın İpi çekilmiştir mealinde tespitlerde bulunmaktadır. Ve öyle görülüyor ki bu tespitler giderek daha fazla taraftar bulacaktır.
Neden mi?
- Ayrıntılar
Sömürgecilik öyle görülüyor ki hep sömürgecilik kalacaktır.
Sömürgecilik bir kültürdür hem de dünyanın en ahlaksız kültürü. Bir kere kişiler sömürgeciliğe bulaşsın kurtulmaları çok mu ama çok zor oluyor. Bir de sömürgeciliğe bulaşanlar, sömürgecilik kurum ve sistemini yürütenler ise bunların bu kültürden kopmaları, terk etmeleri öyle görülüyor ki çok büyük ve köklü zihniyet dönüşümleri gerektirir ya da sömürge altına alınanlar tarafından çok köklü direnişlerle kopuşları sağlayarak bu kültürden kurtula bilinir.
TC devleti bir sömürgeci devlettir. Kürdistan ise sömürge bile olamayan, sömürge durumu bile kabul edilmeyen bir ülke. TC devletinin yöneticileri ve egemen elit kesimleri Türkiye toplumuna da sömürgecilik kurumları köklü bir şekilde dayatarak Türk halkını da kendi kirli emellerine alet ederek, bu sömürgeci kültürü onlara da bulaştırmışlardır. Ve nitekim bundandır ki birçok Türk ve Türkiyeli insan Kürdistan’ın sömürge bir ülke olduğunu anlayamamakta ve ısrarla TC sömürgeci devletinin Kürtlere dayattıklarını bilmeden sürdürmektedirler.
En son 30 ağustos günü TC devleti zafer bayramını kutladı. Böyle bir bayramın var olup olmadığını birçok tarihçi halen konuşurken, Kürdistan sokaklarında: “Vatan, canım sana feda olsun” sözleri korkunç düzeyde sömürgecilik kokuyor. Daha yeni tedavülde kaldırılan o meşhur, “Andımız” vardı, orada da, “Varlığım Türk varlığına armağan olsun” sözleriyle her gün başta Kürt çocukları olmak üzere diğer halkların çocukları şahsında tüm halklara hakaretler yağdırılıyordu. Bir Kürt olarak neden benim, bizim “varlığımız Türk varlığına armağan olsun” ki? Ya da bu topraklarda yaşayan başka halkların neden varlıkları Türk halkına armağan olsun ki? Böyle bir şey gerçek manada ancak ve ancak sömürgecilerin zihniyetinde yerini koruyabilir ki, halen bu zihniyet köklü bir şekilde varlığı koruyor.
Kürdistan, Kürt halkı her gün yeni bir yerde Öz Yönetimlerini, Demokratik Özerklik temelinde ilan ederken, günlük olarak Kürt gençleri sokaklarda katledilirken, Kürtlerin evleri ve barkları tarumar edilirken, neden Kürdistan’da, “Vatan, canım sana feda olsun” sloganları Kürdistan sokaklarında inletilir? Hem de taa Türkiye’de getirilen fakir ve fukara çocukları tarafından!
Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi, bu ve buna benzer durumlar ancak yedirilmiş, içerilmiş sömürgeci zihniyetle izah edilebilir. Sömürgecilik bir megaloman kültürdür. Kendini büyük görme, üstün görme, ayrıksı görme kültürüdür. Bu kültür toplumlara da yedirilemese sömürgecilik her yere nüfus edemez. Bunun için tüm Türk ve Türkiye halklarına da bu kirli kültür yedirilmekte ve önemli oranda gerçek manada yedirilmiştir de.
Dikkat edelim, Kürdistan’da görev yapan hiçbir polis, hiçbir asker ya da devlet memuru Kürdistan’da olduğunu aklına getirmez. Bunun için Kürt toplumuna ve Kürdistan’da yaşayan diğer halklara pervasızca yaklaşır. Onların kültürlerini, örf ve adetlerini çiğnerken, suç işlediğini anlamaz. Farkında bile olmaz. Çünkü ona göre o egemendir, çoğu zaman bu egemenlik kokan kültürün kendisine nasıl sirayet ettiğini bile anlamaz. Bunun içindir ki pervasızdır, frensizdir. Bunun için, ulu orta meydanlarda, TÜRK GÜCÜ’nü göreceksiniz deyip Kürtleri hem de Kürdistan’da sanki normal bir şeymiş gibi yere dizmekte ve ana avrat küfretmektedir.
Evet, sömürgecilik böyle bir kültürdür. Pervasızdır. Acımasızdır. Ölçüsüdür. Frensizdir. Faşizandır. İnsanlık dışıdır. Ahlak dışıdır ve de tabii ki lümpencedir.
Dikkat edelim, Kürdistan’da görev yapan devlet memurlarının çoğu lümpencedir. Bu lümpenlik, bu kişiler lümpen oldukları için sergilenmiyor. Sömürgeci kültür lümpencedir. Yani değer tanımaz, emek tanımaz. İnsan tanımaz. Böyle olduğu için onun adına sömürge ülkede hareket edenler aynen bu karakter hatlarını gösterirler. Göstermezlerse zaten böyleleri hızla memurluklarda atılı verilirler. Dıştalanırlar. Bunun içindir ki Kürdistan’a gelen asker, polis, memurlar ağırlıklı olarak gönüllülerden oluşturulur. Asker derken düz askerden söz etmiyoruz. Uzman çavuşlardan, subaylardan, özel hareket elemanları derken böyle para için çalışanlardan söz ediyoruz. Gerçekten de böyleleri gönüllüdürler. Düşmanca Kürt halkına saldırmaları da zaten bundan ileri gelir.
Evet, sömürgecilik bir hastalıktır. Ve bu hastalığını yedirdiği herkese metastaz gibi yani “Organizmanın herhangi bir noktasında bulunan bir hastalık olayının organizmanın başka bir yerine sıçraması, göçüm” gibi her yere, herkese nüfus etmeden rahat bırakmaz. Bu iyi bilinmelidir.
Başka da: “Artık bütün dünya Türklerin diğer milletlere gerektiğinde süngü ve kılıcın keskin kenarıyla uygarlık ve özgürlük getireceğini biliyor” sözlerin toplumlara nasıl yedirildiği anlaşılamaz.
Çok çok önceleri Türk Dış İşleri Bakanlığı yapmış olan Tevfik Rüştü Aras yine kendisine büyük bir güvenle: “Geri Kürtler yaşam kavgasında kendisinden daha üstün olan Türklerin altında kalmıştır. Bu nedenle de ya ülkeyi terk etmeleri ya da yaşam kavgasında işe yaramaz unsur olarak yok edilmeleri gerekir” dememiştir.
Unutulmasın ki, “Vatan canım sana feda olsun” diyen gençler, böylesine bir kültürle günlük olarak hastalıklı kılınıyorlar.
Öncelikli olarak Kürdistan’a zoraki gönderilen böylesine devlet memurlarına kendileri gözden geçirmeleri gerektiğini belirtiyoruz. Ve tabii esas olan ise Kürdistan topraklarında böylesine pervasızca cirit atan, bağıran, haykıran, faşizan sloganlarla topraklarımızı kirletenlere karşı Kürt halkı ve Kürdistan’da yaşayan halklar artık bu duruma dur diyerek, kendi Demokratik Özerk yapılarını oluşturarak, bu tür faşizan söylemlere son vermeleri, olmazsa olmaz bir insanlık görevi olduğu da tartışmasızdır.
ŞIHO DİRLİK
- Ayrıntılar
Türkiye tarihinin her zaman kritik süreçleri olmuştur. Ancak biz de biliyoruz ki Türkiye tarihinin en kritik ve tehlikeli zaman dilimi, birinci dünya paylaşım savaşı ardından geliştirilen devletlerarası konferanslar süreçleridir.
30 Ekim 1918’de Mondros Ateşkesi imzalanmış ve ardından ise adım adım Türkiye teslim alınmaya çalışılmıştır. Bu teslim alma girişiminin en belirgin adımı 10 Ağustos 1920’de gerçekleştirilen Sevr konferansı olmuştur. Sevr’i emperyalist güçler Türkiye’yi teslim almak için özenle büyük bir komplo temelinde hazırlarken, Ermeni ve Kürt halkları başta olmak üzere birçok farklı toplum ve halkı ise komplonun yürütüldüğü süreç boyunca kontrolde tuttuklarını ise bizler yine yaşananlardan biliyoruz.
Sonraki süreç iyi biliniyor. Sevr’den kurtulmak için Misak-i Milli sınırları içerisinde bulunan Kerkük ve Musul’u İngiltere’ye bırakarak ama bu kez Kürtler başta olmak üzere birçok farklı renge yönelerek kendince Sevr’i aştığını sanmıştır. Halbuki bizde biliyoruz ki bu politikalarla bağlantılı olarak Kürtler büyük acılar yaşarken, Türkiye Cumhuriyeti devleti hep zor durumda kalmıştır ve bu zorlanmaların ne derece derin yaşandığını en çok bugünlerde herkes görmektedir.
Öyle görülüyor ki, Türkiye yeniden çok kritik tarihi bir parçalanma sürecinden geçmektedir. Türkiye gerçek manada yeni yeni tarihi yaralarını tartışırken, aşmaya dönük görüşler ortaya çıkmaya başlamışken, Türkiye halkları ise gerçekten de kardeşleşme temelinde ilk kez Türkiye parlamentosuna her renkten insanı göndermişken, Türkiye’yi yeniden bir savaşın eşiğine getirmek, savaşa sürüklemek gerçek manada tam da bir felakete işaret etmektedir.
Unutulmasın ki, konjonktür çok önemlidir. Türkiye Devleti ilk kez uzun yıllardan sonra dünyada tek başına kalmıştır. Batı güçleri Erdoğanlı bir Türkiye’ye sıcak bakmadıkları gibi tüm Ortadoğu için tehlikeleri görmektedirler. Yine Türkiye’nin Ortadoğu’da ilişkisi sağlıklı olan tek bir devlet ve halk yoktur. Herhalde Erdoğan’a yakın duran sadece iki kişi vardır. Birisi Katar meliğidir. Bir diğeri ise Kürdistan’ın Güneyinde başkanlık mevkiini bırakmak istemeyen Mesut Barzani’dir. Başka da Erdoğan’ın Cumhurbaşkanı olduğu Türkiye Cumhuriyetine yakın duranı yoktur.
Ve yine unutulmasın ki, Erdoğan’ı 2002 yılında iktidara Ecevit ve Erbakan’a karşı getirenler batılı güçlerdi. Bunun içindir ki, uzun yıllardır birlikte çalıştıkları Kemalist kadroların giderek batılı güçler için tehlike oluşturduklarından dolayı, bu kez kendi devletlerarası özelde de kapitalist ekonomik politikalarını uygulatmak için Erdoğan’ı iktidara taşımışlardı. Ve yine bunun için de ABD her dönemeçte AKP ve Erdoğan’ın yanında yerini alarak, Kemalist devleti kendilerine daha uygun hale getirerek dizayn ettiler.
Ancak görülen o ki, Erdoğanlı Türkiye artık kontrolden çıkmıştır. Tümden kendi diktatöryel hırslarını geliştirmek için Ortadoğu için bile tehlike oluşturmaktadır. Ruhen çok ileri düzeyde bir megalomanlığı yaşayan bir kişilik, aslında tüm insanlık için bir tehlikeyi oluştururken, en çokta Türkiye ve Türkiye toplumu için bir tehlikeyi oluşturmaktadır.
Dikkat edelim, Erdoğan ismindeki kişi artık tüm insanlık için bir tehlikeyi oluşturuyor. Kendi bireysel hırsı için gözü karaca insanlığın kanını içmeye hazır olan bir kişi, gerçekten de tüm insanlık için bir tehlikedir. Yukarıda ifade edildiği gibi en çokta Türkiye ve Türkiye halkları için bu tip bir kişilik bir tehlikedir.
Türkiye için ne kadar tehlike olduğunu, 24 Temmuz günü yüzlerce uçakla yapılan hava saldırılarıyla görülmüştür. Yüzlerce uçakla yapılan hava saldırılarına karşı gerillaların misli ile misilleme eylemiyle cevap vereceği açık iken, böyle bir saldırıyı gerçekleştirmek, tam bir çılgınlık olduğu, şimdi Kuzey Kürdistan ve Türkiye’de yaşananlardan görülmektedir.
Barış barış diye haykıran Kürtlere, “Kürt sorunu yoktur, Dolmabahçe yoktur, Newroz yoktur” ve bunların karşısında var olanın sadece ve sadece, faşist teklerin olması ile yoğun bombardımanlı hava saldırısı olunca, olacaklar açıktı; Kürtlerin kendi hakları olan Demokratik Özerkliklerini ilan etmeleri.
Bir kez daha belirtelim, Kürt sorunu ya devletin duyarlı demokratik yaklaşımıyla demokratik siyaset temelinde çözülecekti ya da devlet demokratik siyasete kendini kapattığında –bugün ki gibi-Kürtlerin kendi yollarını çizmesiyle olacaktı. Ve olan da bu olmuştur.
Kürtler Demokratik Özerkliklerini tek taraflı ilan etmeye başlamışken, dünya ekonomik olarak krizi yaşarken, Türkiye giderek ekonomik olarak bir dar boğaza girmişken, batılı güçler Ortadoğu’yu yeniden dizayn etmeye girişmişlerken, bölge devletlerinin TC ile olan çelişki ve tepkileri de göz önüne getirildiğinde Türkiye cumhuriyeti devletinin ne düzeyde büyük bir tehlikeyle yüz yüze getirildiği açıktır.
Türkiye’yi bu düzeyde büyük tehlikenin içine atan politikalar nelerdir diye sorulabilir. Yine Türkiye’yi bu düzeyde büyük bir tehlikeyle yüz yüze bırakan ideolojik yaklaşımlar neler diye de sorulabilir. Hatta buna yol açan kişi ve kişilikler kimler diye de sorulabilir.
Sorular ne olursa olsun ancak verilecek tek bir cevap vardır, o da; diktatöryel politikalar, tekçi faşist yapılar ve de Erdoğan olacaktır.
Haklı olarak, Silvan’da Kürtlerin kendi Demokratik Özerk yapılarını ilan ederken, orada görev yürüten üst düzeyi TSK komutanının söyledikleri anlamlıdır. “Ben askerimi Erdoğan için çatışmalara sürmem” mealindeki sözler gerçekten de anlamlıdır. Bu sözler aynı zamanda; “Ben Türkiye’yi tehlikeye atmam, ben Türkiye’yi parçalatmam“ da demek olduğuna göre, o zaman yapılması gerekli olan ilk iş, gerçekten de Türkiye Cumhuriyeti Devletini kurtarmak isteyen insanların ilk elden Türkiye’nin büyük risklerle karşı karşıya gelmeden, Erdoğan’dan kurtulmanın yollarını bulmalarıdır.
Türkiye, yeniden bir Sevr ile karşı karşıya bırakılmak istenmiyorsa, bunun için yapılması ilk iş gerçekten de önce Erdoğan’dan kurtulunmalı ve ardından da tüm Türkiye çapında halkların daha özgürce ve ortakça yaşayabilmelerinin yolunu açacak olan Demokratik Özerkliklerini anayasaya girecek şekilde garanti altına almaktır.
Aksi taktirde gerçekten de Türkiye Cumhuriyeti Devletinin büyük tehlikelerle karşı karşıya geleceği, hatta parçalanmaya kadar gideceği bir sürecin yaşanacak olacağı iyi bilinmelidir. Bunun da tüm Türkiye halkları için büyük acı, keder demek olduğunu dile getirmeye gerek bile yoktur.
KASIM ENGİN
- Ayrıntılar
Hatırlayanlar bilir, çok önceleri demiştik ki, Polisler Kürdistan’ı terk etsin. Terk etsinler, çünkü polisler sömürgeci bir güçtür. Hem de sömürgeci devlet yapısını Kürdistan’da en ileri düzeyde savunan ve ayakta tutan bir güç.
Bugün Kürdistan’da Kürt halkı Demokratik Özerklik’ini ilan etmiştir. Ve bu Öz Yönetimlerini tüm Kürdistan’a da yayacaklardır. Kürtler ve Kürdistanlılar Öz Yönetimlerini ilan ederlerken, Kürt ve Kürdistan halklarına en çok saldıran güçlerin başında kesinlikle POLİS’ler gelmektedir. Polis sözün tam manasıyla halkımıza ve halklarımıza faşizan yöntemlerle kan kusturmaktadırlar. Öyle ki, bazı devlet güçleri olup bitene göz yumabilirlerken, POLİS güçleri, onlardan devletin istediklerinden daha fazlasını -hem de gönüllüce uygulayarak,- bir sömürgeci gücün tüm karakterini sergilemektedirler.
Bu faşizan duruşun nedenleri vardır. Nedeni POLİS’lik mesleği ile ilgilidir. Polis kesinlikle tam bir devlet gücüdür. Hem de devleti ayakta tutan temel bir güç.
Daha önce birçok kez sıkça dile getirdiğimiz Japon Atasözünü yeniden buraya alarak, Polislerin neden Kürdistan’da hemen çekilmeleri gerektiğini izah edeceğiz:
“Hırsızlık yapanı bağışlayabilirim,
ırza geçeni bağışlayabilirim,
adam öldüreni bağışlayabilirim,
imparatoruma kılıç çekeni bile bağışlayabilirim,
ama polisime el kaldıranı asla!”
Dikkat edersek, her şey yapıla bilinir, Japon devleti için kutsal olan İmparatorluk kurumuna bile el atılabilir ancak POLİS’e el atılamaz, dil uzatılamaz, karşı çıkılamaz. Çünkü devletlerin harcını sağlayan güçlerin başında kesinlikle POLİS’ler gelmektedir. Polisler devletlerin halklara karşı yaptıkları hırsızlıkları kapatmanın, savunmanın en etkili gücüdürler.
Dikkat edersek, devletlerin sınırlarını koruyan esas güç askeri güçlerdir. Askeri güçlerin temel görevi dışarıda gelebilecek bir güce karşı kendi devlet sınırlarını koruma iken, POLİS’in temel görevi içyapıya yani halklardan gelen tehlikelere karşı devleti korumalarıdır.
Halk neden devletlere ya da devleti yönetenlere karşı çıkar?
Devlet doğası gereği baskıcıdır. Anti demokratiktir. Çalandır. Ama yine de devlet yapıları, bu karakterlerine rağmen az da olsa demokratik özellikler gösterirlerse, halklar sağduyularını koruyabilmektedirler. Ancak eğer devleti yönetenler bu durumu aşıp hırsızlıklarından pervasızlaşırlarsa, halkın demokratik haklarına ve ahlaki değerlerine el atarak saldırırlarsa, orada halklar direnişe geçerler.
İşte tam da bu noktada halkların direnişine karşı çıkan, sömürgecileri kollayan, hırsızlara arka çıkan, devletlerin en vurucu ve paralı gücü kesinlikle polisler olmaktadır. Kürdistan’da gençlere hangi faşizan yöntemlerle saldırdığını bu arada herkes görmektedir.
Söz konusu, sömürge ülkeler oldu mu, POLİS güçleri tamamen faşist yapılara bürünüyorlar. Halklara zulüm eden, baskılayan, aşağılayan, hakaret edenler yine POLİS’ler olmaktadır.
Bu faşizan yapı içerisinde yer alanlar-ister Türk isterse Kürt olsun-yaptıkları tamamen halk düşmanlığıdır. Sömürgeciliği sonuna kadar kollama görevidir. Sömürgeciliğin cisimleşmiş hali Kürdistan’da kesinlikle polis güçleridir. O zaman yapılması gerekli ilk iş bu POLİS güçlerini Kürdistan’da def etmedir. Kürdistan’da çıkartılmasıdır.
Yeniden belirtelim ki, sorun şu kişi ya da bu kişi değildir. Birey olarak iyi ya da kötü olması da değildir, mesele o dur ki, bu kurumda yer alan tüm bireyler objektif ve sübjektif olarak kirlenmeye, halka ve halklara karşı düşman olmaya hazır bir yapı olmasıdır. Kuruluş amacı halk düşmanlığı temelinde oluşan bir yapının ıslah edilmesi bu bağlamda çok mu ama çok zordur.
Sözü uzatmadan ve geç olmadan çağrımızı yeniden yapalım:
POLİSLER, ÜLKEMİZİ HEMEN TERK EDİN!
POLİSLER, ÜLKEMİZDE POLİS OLARAK KALMAYIN!
POLİSLER, ÜLKEMİZDE POLİS OLARAK DURMAYIN!
KASIM ENGİN
- Ayrıntılar
İşbirlikçilik kavramı çokça ve sıkça kullanılmaktadır. Ve öyle görülüyor ki sömürge sistemleri var oldukça da bu kavram artarak da kullanılacaktır. Sömürgeci yapılar; sömürge altına almak istedikleri ve aldıkları ülkeleri sadece kendi güçlerine dayanarak yürütmüyorlar. Sömürgecilerin sömürgelerini kontrol altına alırken kullandıkları en etkili silahları işbirlikçiktir ya da işbirlikçi yapılardır. Yani sömürgecilerle birlikte hareket eden işbirlikçiler-ki bu işbirlikçilikler, sömürge ülkenin insanlarıdır-olmadan, sömürgecilerin sömürge ülkeyi askeri zor ile yürütebilmesi zordur.
İkinci Dünya Paylaşım Savaşı’na kadar emperyalist ve koloniyalist yapılar, sömürgeleri tam tekmil askeri zorla yürütüyorlardı. Bunu sömürge altına almak istedikleri ülkeyi tam askeri zor ile zapt ederek yapıyorlardı. Siyasi literatürde buna “çıplak zor” diyorlardı.
Ancak İkinci Dünya Paylaşım Savaşı ardından ise, birçok sömürge altına alınmış olan ülke devrimci ve yurtseverlerinin yürüttükleri başarılı Ulusal Kurtuluş Savaşlarından dolayı emperyalistler ve sömürgeciler yöntem değişikliğine gitmek zorunda kalmışlardır. Çıplak zor görülen bir zordur. Böylesine bir zora karşı halkların ulusal duygularına hitap ederek, karşı harekete geçirmek nispeten daha rahattır. Bunun için emperyalistler yeni bir yöntem geliştiriliyorlar. Bu yeni yönteme Ulusal Kurtuluş Savaşı verenler daha sonra “Yeni Sömürgecilik” diye isimlendiriyorlar.
Nedir ya da neydi Yeni Sömürgecilik?
Yeni Sömürgecilik iflas eden klasik yani çıplak askeri zora dayalı sömürgeciliğin yerine geliştirilen bir yöntemdir. Sömürgecilerin ve emperyalistlerin direk bir ülkeyi işgal ettiklerinin görülmediği bir yöntemdir. Sömürgeciler ya da emperyalistler sömürge yapılar oluşturmaktan vazgeçmemişlerdir. Ancak tarz değişikliğine gitmişlerdir. Askeri zorla işgal etme yerine, bu kez siyasi zorla işgal etmeyi esas alıyorlar. Hükümete istediklerini yerleştiriyorlar, yargıya, yasamaya, polise, orduya derken bir ülkeyi yine tam işgal ediyorlar ancak belirtildiği gibi kaleyi içten fethederek yapmayı esas alıyorlar.
Bu kaleyi içten fethetme yönteminin başoyuncuları işte İşbirlikçilerdir. İşbirlikçiler bir nevi “Tampon Funksiyonu” rolü oynuyorlar. Tampon Funksiyonu, daha önce askeri zorun yerine konulan işbirlikçi yapının kendisidir. Yani sömürgecilerin eli, kolu, ayağı derken gözüdürler. Bunlar olmadan sömürgeciler sömürge altına alınmak istenen ülkenin içine ve üstüne nüfus edemezler. Sömürgecileri ayakta tutanlar işte bu işbirlikçilerdir.
Şimdi sözü Kürdistan’a getirecek olursak, Kürdistan’da yürürlükte olan sömürgeciliği hem ayakta tutan, hem Kürtlerin sömürgecilere karşı tepkisini azaltan, sanki sömürgecilik gibi kirli bir kültürel kıyım kültürü yokmuş gibi hissini yaratan yine bu yapıdır. Bu yapılardır.
Örneğin Kürdistan’da AKP denilen sözün tam manasıyla Kürtlere karşı faşizan duygular besleyen bir partinin ayakta kalmasının temel nedeni Kürt işbirlikçileridir. AKP’nin başındaki kişi-kendisini şimdi cumhurbaşkanı olarak lanse etse de-birçok kez açıktan Kürtlerin katledilmesinin talimatını vermiştir. “Kadında olsa, çocukta olsa” diyerek herkesin vurulmasının talimatını verdiğini herkes biliyor. Yine “sevmiyorlarsa terk etsinler” sözleri de Kürtler için sarf edilen sözlerdi. Ve tabii tek devlet, tek millet, tek vatan, tek bayrak denilen teklerin tümü faşizanlıktır.
AKP’nin faşizan tutumu net iken bu net olan faşizan tutumun üstünü örten, perdeleyen işte yine bu işbirlikçileridir. AKP’de milletvekili olmuş ya da olmak için sıraya girmiş olan bu işbirlikçilerdir. Bu işbirlikçilerin temel görevi, AKP’nin böyle olmadığını, TC devletinin Kürtlerin bildiği gibi olmadığını halka götürmektir. Ve nitekim bu işbirlikçilerin yaptıkları sömürgecileri ve sömürgeciliği Kürdistan’da meşrulaştırmaktır. Dolayısıyla düşmanlıktır. İhanettir.
Örneğin, hiçbir Filistinli gidip Likud partisine üye olmaz ya da Likud’un milletvekili olmaz. Likud Filistinlerin değerlerini tanımayan faşizan-aynen AKP gibi-bir partidir. Ve bir Filistinli Likud’a kaydolsun, muhtemelen kuyruğuna teneke takarak tüm Filistinlilerin içerisinde dolaştırırlar. Yani teşhir ederler.
Filistin’de durum böyle iken, Kürdistan’da bu tür işbirlikçilerin kuyruğuna ya da kuyruklarına teneke takıp Kürtlerin içerisinde dolaştırmak gerekmez mi? Teşhir etmek gerekmez mi?
Yapılması gerekli olan bu iken, işbirlikçiler bir de utanmadan Kürt toplumunun içerisine çıkıyor ve yer yer Kürt halkının engin hoşgörüsünden de yararlanarak, Kürt halkının değerlerini savunan yapılara utanmadan saldırabiliyorlar. Hakaret edebiliyorlar. Bir de yine utanmadan, Kürt olduklarını söyleyerek Kürt halkının içerisinde de yürüyorlar.
Halbuki yapılması gerekli olan ilk iş tüm bu işbirlikçilerin kuyruğuna teneke takmaktır. İşbirlikçileri Kürdistan’da def etmektir. Kürt toplumunun içerisine çıkmalarına izin vermemektir.
Ve tabi bir de en önemlisi de Kürt halkının böyle işbirlikçileri gördüğü her yerde hak ettikleri tavrı göstermesidir. Kendi içlerine almamalarıdır. Ve gerektiğinde yukarıda da ifade ettiğimiz gibi aynen Filistin halkı gibi kendi içlerinde çıkarıp dışarıya atmaktır.
Unutulmasın ki; işbirlikçilik Kürdistan’da def edilmeden, bertaraf edilmeden sömürgeciliğin Kürdistan’da def edilmesi oldukça zordur.
KASIM ENGİN
- Ayrıntılar
Korkunun ecele faydası olmadığı söylenir. Söylenmeye söylenir ancak yine de korku birçok toplumsal kesimin ve kişinin ortak özelliği olarak karşımıza çıkar.
Bir yönüyle korkuya anlam vermek belki de anlaşılırdır. Çünkü her beşerinin doğuştan olmasa bile korkuları yaşanmışlıklardan dolayı vardır. Hatta insanoğlundan daha duyarlı olan varlıklar doğarken daha önce yaşanmışlıkları genlerinde kodlayarak taşıdıkları için neredeyse güdüsel olarak bu korkuları taşırlar. Lakin söz konusu insan oldu mu korkuların yukarıda ifade edildiği gibi inşa edilmişliğini bilerek yaklaşmak daha anlamlı olabilir.
Psikoloji de: “Gerçek veya beklenen bir tehlike ile yoğun bir acı karşısında uyanan ve coşku, beniz sararması, ağız kuruması, kalp ve solunum hızlanması gibi belirtileri olan veya daha karmaşık fizyolojik değişmelerle kendini gösteren duygu” olarak tarif edilen korku, “bir tehlike veya bir tehlike düşüncesi karşısında uyanmaktadır.” İnşa edilmişlik dediğimiz gerçeklik böyle olan korkudur.
Psikolojik olan korku duygusunun çözmenin en iyi yolu, var olan o duyguyla yüzleşmektir. Yüzleşe yüzleşe yaşanan ya da var olan o korku duygusu aşılabilmektedir.
İnşa edilmiş olan korkunun da aşılmasının yolu yüzleşmektir. Ancak psikolojik olandan ya da biyolojik olarak kodlanarak gelenden daha zordur. Çünkü birisi normal yani doğal insani ya da varlıksal bir refleks iken birisi ise çok derin, özenle hazırlanmış olan inşalardır. Böyle inşaları gidermenin muazzam zorlukları vardır.
İnşa edilmiş olan korkular bir de başka halkların doğuştan gelen haklarına karşı kimi çevrelerin çıkarlarını koruma ve devam ettirmeleri üzerine kurulu ise, orada o korkular, sadece korku değil aslında neredeyse -eğer tedavi edilemese- giderilmesi imkansız gibidir. İmkansızlığı bu korkuların, çirkinlikler içermesidir. Bunun için, birilerinin temel haklarına karşı inşa edilmiş olan korkular özü itibariyle çirkinliklerle doludur.
Güzel olan doğal olandır. Asıl olandır. Kendisiyle uyum ve ahenk içerisinde olan olduğu için doğası gereği herkeste hayranlık uyandırır. Böyle bir duruma çoğumuz iyilik atfederiz. Çünkü gerçekten de böyle bir durum insanın duygularını okşar hatta insana güven verir. Bu sıfat bir insan için kullanıldığında da böyledir, başka bir gerçeklik için kullanıldığından da aynen böyledir.
Lakin çirkin yani asıl olmayan, hileler üzerine kurulmuş, yalana, sahtekarlığa hatta çalıp çırpmaya, yakıp yıkmaya dayalı olan ise insana itici gelir. İnsana sevimsiz gelir. İnsanın içini ısıtmaz. İnsana ruh vermez. Tam tersine var olan pozitifliği negatifler, gerer. Göze veya kulağa hoş gelmeyen, güzelin yani uyumun ve ahengin karşıtı, yakışık almayan, toplumun öz değerleriyle çelişen bu bağlamda insana ve insanlıkla bağdaşmayan, karanlık, dalavereli durumların ise insana dediğimiz gibi çekici gelmez.
Gelmeye gelmez ama böylesine hastalıkları yani korkuları aşmak, aştırmak gerçekten de deveye hendek attırmaktan daha zordur. Nedeni açıktır, bu tür hastalıklar inşa edilmişlerdir. Hem de yüz yıllarca. Özelde de son birkaç yüz yıldır halklara ve tüm renklere karşı bir zehir olarak geliştirilen ulusçuluk yani milliyetçilik hatta ikisinin bir nevi karışımı olan ancak kapitalist modernist kültürün ise kusmuğu olan bu Ulus Devletçilik, tam bir korku üretimidir. Bunun için diyoruz ki Çirkin insan korkak insandır.
Bir kere birilerinin eline bu çirkin alet yani ulus devlet verilmiş ise diğer renkleri bastırmak, hükmetmek için korkunç kullanılmıştır. Halbuki biz de biliyoruz ki bu yöntem ile insanlık birbirine karşı düşman haline getirilerek zayıf düşürülmüş, zayıf düşürmeler üzerinden ise yönlendirilmiş ve halen de yönlendirilerek yürütülmektedir.
Ve o bastırılanlar, hükmedilenler, sesi kısılanlar, köşeye atılanlar, suyun diğer yakasında bırakılanlar, itilmişler, kakılmışlar, emekleri çalınmışlar, onurları ayakaltına alınmışlar derken ne kadar böyle dıştalanmışlar ve dıştalanmışlıklar var ise, bunların az biraz ayaklanması, kendilerine gelmesi, haklarını talep etmesi, söz istemesi derken kendi olma istem ve mücadeleleri yaşanmış ise burada, bu ayaklanışı, kendine gelişi, haykırışı bastırmak için en etkili olarak kullandıkları araçları, Ulus Devletçiliğlin en etkili silahı olan milliyetçilik KORKU’sunu ateşleyerek harekete geçmeleri olmaktadır. Böyle KORKU’ların çok çirkin olduğunu söyledik. Çünkü böyle korkular doğal değildir. Böyle korkular çok çirkin milliyetçilik zehirleriyle inşa edilmişlerdir. Ve gerçekten de böyle çirkin korkuları aşmak zordur. Ama yine de aşılmaz değildirler. Böyle çirkin korkuları aşmanın yolları mutlaka vardır. Yoksa bile bulmak, kendilerine güzel diyen insanların ve de korkusuz olduklarını söyleyipte haykıranların görevidir. Ve tabi bir de unutulmasın ki böyle korku yayanlar çirkin insanlardır. Güzel olduğumuzu söylüyorsak ki öyleyiz. Güzel olduğumuz renkliliğimizden, haklılığımızdan, doğal oluşumuzdan yani köktenci ve halkların kök kültürünü temsil edişimizdendir.
O zaman hepimiz hep birlikte KORKU yayanlara karşı:
“Korkmayın; bu ülkede barış için adım atanlar, çözüm için fedakârlık edenler, kırmızıçizgilerini genişletebilenler kazanacak, barış ve çözüme direnenler kaybedecek” diyerek, çirkinliklerden uzak güzel günlere doğru yürümesini daha büyük bir coşkuyla yürümesini bilelim.
KASIM ENGİN
- Ayrıntılar
Halkların mücadele tarihinde bazı anlar vardır ki mücadelenin bütün doğrularını kendisinde somutlaştırır ve kişilik özeliklerine dönüştürerek bir yaşam tarzı haline gelmesini sağlar. Öylesi anlar bu halkların kaderini belirlemekte hayati bir öneme sahiptir. Kürt halk mücadelesinin her adımında ortaya çıkan fedai duruş anın tarihe yön verdiği dönemleri en iyi temsil eden bir özelliğe sahiptir. Zamanın ruhunu yakalamak anlamına gelen böylesi duruşlar insan olmaya dair tüm güzellikleri bünyesinde barındırdığı için bu halkın ve kadın mücadelesinin özü, mayası olmuş, özgürlük hareketinin ruhunu belirlemiştir. Toplumsal mücadele tarihimizin her anı, egemenlik saldırıları karşısında gerçeği, iyiyi, güzeli, doğruyu yaratma mücadelesini büyük bedeller vererek yürütmeyi göze alan erdemli savaşçıların yiğit duruşlarıyla bezenmiştir. Öyle ki şu anda ağzımızdan çıkan bir doğru söz için bile onlarca bedel verilmiştir. Doğrular, yaşam süzgecinden acı ve zorluklarla süzülmüş, yakıcı ve bedelleri olan gerçekler olmuşturlar. Akışkan ve birbiri ile bağlantılı olan canlı tarihimizi bu diyalektiğin ruhuyla, zorlukları ve kahramanlıkları ile kavrayabilmek günümüzün özgürlük savaşçılığını yaratmada belirleyici bir güç kaynağıdır. Bu açıdan mücadelemizin oldukça kapsamlılaştığı ve direnişin dört parça Kürdistan’da çetin koşullarda sürdüğü bu günlerde temel tarihsel gerçeklerimiz olan şehitlerimizin, bu yaşam ve direniş felsefesinin özü olduklarını çok daha derinden hissediyoruz. Neredeyse tüm sistem güçlerinin üzerimize geldikleri vahşette sınır tanımayan saldırılar karşısında hiçbir şartı düşünmeden öne atılan yoldaşlarımız şahsında bu ruhu anı anına görüyoruz. Apocu ruh ve ideolojiyle kendilerini yaratanların, bu çizgiye, ideolojiye ve yaşam felsefesine bir saldırı olduğunda nasıl bir eylemin sahibi olabileceklerini ortaya koyduklarına tanık oluyoruz. Apocu Hareketin resmini nakşeden bu fedailiklerdir. Bu canlı bir yaşam tarzına büründüğünden bir kişi ya da anla sınırlı değildir bir bütün özgürlük harcına bürünmüş ve özgür yaşamın resmi olmuştur.
Her fedailikte özgürlüğün bedelini göze alma, yürek, beyin ve duygu gücünü mücadele bayrağı haline getirip adanmışlıkla özgürlüğe bir adım daha yaklaşma ve yaşam duruşu olarak bunu belleme vardır. Bu, ilk başlardan itibaren Hareketin mayasında, özünde var olan bir özelliktir ki kaynağını Önder Apo’nun yaşam duruşundan felsefesinden alır. Dolayısıyla bu duruş, dünden bu güne özünden hiçbir şey yitirmeden katlanarak büyümüştür. Faklı isimlerle fakat aynı duruşla bir nehir gibi hızından ve coşkusundan bir şey kaybetmeden günümüze kadar akıp gelmiştir ve bu akış hep devam edecektir. Bu anlamda PKK’leşme aynı zamanda fedaileşmek yani bu ruhu kuşanmak anlamına gelmektedir. Dolayısıyla birbirinden koparılamaz, ayrı ele alınamaz, farklı tanımlanamazlar. Kendisini PKK ruhu temelinde donatmak isteyen her militanda bu özellikler mevcuttur, yer edinir. Ancak bu ruhu adlarıyla beraber anılmasını sağlayan öylesi duruşlar vardır ki anlama, uygulama ve yaşama düzeyleri ile bu gerçeğin hakikatini temsil ederler. Hakikatin kendisi olurlar. İşte fedai duruşun anlamını kendi adında somutlayan, idelojik bir kimlik, çizgi ve vuruş tarzı olan Zilan yoldaş, zamanın ruhunu yakalama ve Önder Apo’yu anlama düzeyi ile bu mertebeye ulaşanlardan olmuştur. Bu anlamda var oluş ve özgürlüğünü kazanma sürecinden geçerken ve Zilanlaşan duruşun en kritik anlarda bir çağlayan gibi aktığı ve mücadelemizi büyük kazanımlara taşıdığı bu günlerde 30 haziranı ve Zilan kişiliğini değerlendirmek bu duruşun bugünkü resmini okumak açısından hayati bir öneme sahiptir. Ronahi’yi, Jin’i, Arin’i, Gelhat’ı, Sema’yı ve daha binlercesini anlamak ve değerlendirmek ancak Zilanı tüm yönleriyle anlamakla mümkündür.
Çünkü Zilan, hücre hücre özgürlükle kutsanarak kendini tarihte ve anda somutlaştıran bir özgürlük duruşudur. Bu anlamda özgürlük çizgisidir, görev ve başarı ilkesidir, eylem ve mücadele gücü, yıkılmaz boyun eğmez iradedir. Kadın olmanın en güzel en anlamlı yüzü ve gülüşüdür Zilan gerçeği. Bir kişinin dahi neler yapabilceğini neleri değiştirebileceğini kanıtlayan insan olmakta, kadın kalmakta ısrarın adıdır.
Çünkü bir cevaptır Zilan arkadaş. Varolma hakkı elinden alınmış ve kendisini küllerinden yeniden yaratan bir halkın tekrardan komplo karanlığına gömülmesine karşı bunun asla gerçekleşmeyeceğini haykıran bir yanıttır. Geriye çeken, tıkatan, olmazı dayatan tüm geleneksel yaklaşımlara karşı her şeyin mümkün ve elimizde olduğunu gösteren bir yanıttır. Yapılamaz denileni yapmanın adı, aynı zamanda talimatıdır. Vuruş tarzında keskinlik, sonuç alıcılıktır. Zafere yürümek ve onu garantilemektir. Önderlik “Zilan yoldaş komutan biz onun emir eriyiz” derken bu gerçeği ortaya koymuş, ulaşmamız gereken ölçüleri belirlemiştir.
Bu anlamda Zilan’da somutlaşan gerçeği birbirinden koparmadan, parçalara ayırmadan bütünlüklü ve kapsamı derinliğinde anlamak gereği vardır. Ancak çoğu zaman ele alışlarımızda ve algılama düzeyimizde farklılıklar kendisini göstermektedir. Anlam verme düzeyimiz, sahip olduğumuz modernist bakış açısının etkisinde bütünsellikten uzak ve tek yönlü olabilmektedir. Çoğu zaman salt bir eylem duruşu olarak ele alma ile sınırlayan, yine ilk oluşunu salt bu yönüyle ortaya koyan bir yaklaşımımız gelişebilmektedir. Örneğin Zilan kişiliğini, arayışlarını, özgürlük tutkusunu, Önderliğe ulaşma çabasını, ülkesine ve halkına olan bağlılığını, bir kadın olarak kendisinde aştıklarını, gelişim düzeyini ve gelişme çabasını, tüm zorluklar karşısında gösterdiği iradi duruşu, sorunları çözme çabasını, sorumluluk anlayışı ve düzeyini, en önemlisi de yaşama sevincini, tutkusunu, insan sevgisini yaptığı eylemden ayrı ele alışlar söz konusu olabilmektedir. Oysa bunlar olmadan böylesi bir eyleme ve eylemde başarıya götüren, kendisiyle bir dönüm yaratan gerçeği açıklamak mümkün değildir. Dolayısıyla onu anlama çabası öncelikle onda yer eden bozulmamış insan özünü, kişiliğini anlamayla gerçekleşebilir. Gereksiz yere bir karıncayı incitmekten çekinirken, özüne ve değerlerine yönelik saldırılar karşısında önü alınamaz bir sel olup akmaya neden olan bu özelliklerin neler olduğunu bilmek, her bir özelliği üzerinde yoğunlaşmak ve kendimizi onun tuttuğu aynada görmek onu anlamanın ve uygulamanın ilk adımları olacaktır.
Bu anlamda şunları kendimize sorma gereği vardır: Zilan demek yüksek sorumlulukla yaşamak, değerlerine varlığına bağlı olmak demekse ben bunun neresindeyim? Henüz yeni katılmış bir savaşçı olmasına karşın ‘ben anlamam’ demeden savaş gerçeğimiz üzerine yoğunlaşmış, yanlış giden noktaları tespit etmiş ve bunun karşısında nasıl bir tarz ve taktikle vuruş tarzıyla cevap verilmesi gerektiğini kendisi tespit etmişse ben kendi bireyselliklerime ve zorlanmalarıma kapılmadan mücadele sorunlarını kendi sorunum olarak ne kadar görüyorum? Ne kadar Önderliği ve şehitleri yaşıyorum ya da bu halkın acılarını, kadınlar olarak kölelik düzeyinin en diplerinde seyredişi ne kadar hissediyorum? Bir kadın olarak kendimi nasıl ele alıyorum, özgürlük hayallerim ne kadar gelişkin, kendimi ne kadar geliştiriyor ve güçlendiriyorum, kölecil özelliklerden ne kadar kurtarıyorum? Vb.
Elbetteki şahsında ortaya çıkan özellikleri tek tek ele alarak soruları çoğaltmak mümkün. Çünkü beş bin yıllık kültürün çoğumuzda yarattığı etkilerin yanında Zilan yoldaş bu özelliklerini korumuş ve günümüze taşırmasını bilmiştir. Bu nedenle Önderlik Onu tanrıça olarak tanımlamıştır. Geçmişte tanrıçalar nasıl ki yaşamın, iyinin, güzelin, doğrunun, korumanın, geliştirmenin adıysa günümüzde Zilan tam da ona karşı gelmektedir. Öyleyse tanrıçanın eteklerinden tutmak, ondan feyz alarak yaşamımızı belirlemek, duygulara düşüncelere, mücadele biçimimize ve azmine ona göre yön vermek zafere, dolayısıyla özgürlüğe ulaşmak için yapılması gerekendir. Bu anlamda Onu anlamanın ve anmanın, özellikle kadınlar olarak, farklı bir yolu yoktur. Asıl önemli olanda bunu içselleştirme çabasıdır. Şunu asla unutmamak gerekir: üzerimizdeki tüm etkilerine rağmen, sistemi geride bırakıp özgürlük dağlarına geldik. Bu anlamda hakkın ve hakikatin yanında olduğumuzu ortaya koyduk. Bunları henüz yeterince tanımlayamasak ya da ad koyamasak da bu şekliyle hakikatin yanın da yer aldık. Öyleyse hepimizde bu gerçeklere ulaşmak için önemli bir potansiyel mevcut. Ancak asıl önemli olan bu potansiyeli Zilan çizgisinin ölçülerinde işlemek, kalıcılaştırmak ve çevremize tıpkı onun gibi yaşam dağıtmasını sağlamaktır. Buna göre olan ve yaşayan tüm arkadaşlar her zaman duruşlarıyla fark yaratmış ve öncü komutanlarımız olarak belirleyici olmasını bilmişlerdir. İşte 17 Haziran’da şehit düşen ve Zilan’a ulaşmak istediğini söyleyen ve ulaştığı ideolojik düzey ile kadın özgürlük çizgisinin sembolü olan Sema arkadaş, gözünü bu yoldan ayırmadan fedailik duruşunda her zaman ısrarlı olduğu için 7 Haziran’da haince katledilen Gulan yoldaş yaşam duruşları ve çizgileşen gerçekleriyle bunun en büyük kanıtı olmuşlardır. Günümüzde aynı çizgi Arinler şahsında devam ediyorsa bu taşıdığı hakikat payından kaynağını almaktadır. Dolayısıyla her dönemde önemli olan ve asıl ele alınması gereken bu gerçekliği kendimizde içselleştirmek olmalıdır. Bugünü anmanın ve bu gerçeğe layık olabilmenin tek yolu da budur. Dolayısıyla 2015 yılının tarihi anda yaşamsal kılan mücadele gerçeğini sıcağı sıcağına yaşarken Haziranı anmak ve bu ayın kendinde barındırdığı özü değerlendirebilmek kendimizi ve yaşananları bu gerçeğe vurmakla ancak olacaktır. İçerisinde bulunduğumuz mücadele sürecini bu ölçülere vurarak okumalı, ona göre anlamlandırmalı ve bunu bir mücadele gücüne dönüştürmeliyiz. Günün anlamı ancak böyle yakalanabilir. Unutmamak gerekir ki kader tayin eden şey tarihi bilinci kuşanmak kadar bu bilincin yüklediği sorumlulukla anın mücadelesine katılmaktır.
Bu anlamda Zilanın yaşam sevgisi ve mücadele azminin zaferi garantilemenin yegane şartı olduğu bilinciyle her anı kutsal bir direniş kalesi yapan bedellerimizi, bu mücadeleyi zafere taşıma sözü ile anıyor, komutalarında onlar gibi koşulsuz ve güçlü ilerleme sözümüzü yeniliyoruz.
ÇİÇEK BOTAN
- Ayrıntılar
Hakikatini yitirmiş, varlığı sadece anlamsız ve kuru bir homurtudan ibaret hale getirilen bir toplum; körce bir yaşam kadar, düşmanına hizmet eder hale gelmiş bir ulus; beyni ve yüreği fazla kaldırmayan, umutlarını, büyük aşklarını, iddialarını yitirmiş, yenik düşmüş, tarihin ve insanlık camiasının dışına itilmiş kadim bir halk; ne geçmişinden, ne de geleceğinden be haber; zamanın ve tarih olmayan kurgulanmış tarihin sisli ortamında kaybedilmek istenen, “var” olup ta “yok” sayılan, hatta lanetli bir yaşama mahkum edilmiş ve kitapsızlaştırılmış halk geçekliği en çok Kürtler için geçerli olmuştur. Çünkü Kürtler evrensel tarihte insanlığa en fazla katkısı bulunan halkların başında gelmiş, ancak buna karşılık en çok inkara ve aşağılanmaya uğrayan bir halk konumunda bulunmuştur. Dolayısıyla Kürtlerin düşüşü aynı zamanda tüm insanlık değerlerinin düşüşü anlamındadır. Dolayısıyla bu denli düşürülmüş bir toplumun ayağa kalkışı insanlık değerlerinin ayağa kalkışı ve öz kimliğine kavuşmasıdır. Öz kimlik; kendi bilincine ve varlığına erişmedir. Kendini fark etmedir. Felsefi açıdan kendini bilmedir. Bundandır ki, “kendini bilme tüm bilmelerin temelidir” der Önderlik.
Elbette böyle büyük düşüşlerin büyük kalkışları da sıradan olamaz. Ancak ve ancak Tanrıça ve tanrılara mahsus kahramanlık düzeyinde gerçekleşebilir. Bir gökkuşağı gibi Mazlumlardan, Agitlere, Zilan ve Arinlere ulaşan kahramanlık destanı bu tarihin özüdür. PKK’de yoğunlaşan Devrimci bilincin en yoğun bir biçimde eyleme ve toplumsal mücadeleye dönüşmesidir.
Bazı eylemler tarihte ender rastlanan türdendir. Tarihi bir anlama sahiptirler ve tarihe yön verirler. Her dönemin kendine has özellikleri ve zorlukları vardır. Ve her dönemin içinde büyük bir irade anlamına gelen ve kilit-şifre diyebileceğimiz eylemleri vardır. Bu tarihsel eylemler kendiliğinden gün yüzüne çıkmazlar. Tarihin sadece en kritik dönemlerinde görülebilecek bu destansı çıkışlar ancak hakikatle donanmış büyük anlam gücüne ulaşan, cesur, fedai kahraman kişilikler tarafından gerçekleştirilebilir. Bu çıkışlar büyük iradenin eseridirler. Tarihin gidişatına müdahale edip yön verme anlamındaki bu eylemler toplumsal düzlemde yaşamda, ilişkilerde, moral- maneviyatta, ideolojik, siyasal ve askeri mücadele tarzında büyük etkilere yol açarak yeni perspektifler sunarlar. Adına mücadele yürütülen Partinin ve toplumun simgesi ve sembolü haline gelirler. Böylesi kahramanlık eylemleri sergileyen devrimcilerin ardıllarına bıraktığı mesajda; militan ölçüleriyle, dönemin yeni eylem tarzını ve doğru yaşamın yolunu vasiyet ederek hakikatin nişaneleri haline gelirler.
Sözün tek başına anlamı ancak sınırlı derecede olabilir. Ancak eyleme dönüşen söz büyük bir güce-enerjiye ve etkiye yo açar. Çünkü “ söz eylemdir eylem de tanrı” (V.Hugo). Eyleme dönüşen sözün ağırlığı toplumun zihniyetinde daha kalıcı izler bırakır. Zilan yoldaşta böyle bir eylemin sahibi olmuştur. Aradan uzun yıllar geçmesine rağmen 30 Haziran eylemi anlamından hiçbir şey kaybetmemiştir. Bıraktığı mektup, eylem tarzı hala güncelliğini koruyan bir çizgidir. Çünkü eylemi ve manifesto düzeyindeki mektubuyla Zilan yoldaş özürlüğün esaslarını, onurlu yaşamın ölçülerini, söze bağlılığın ilkelerini ve Önderlik hakikatiyle buluşmanın kıstaslarını belirlemiştir. Bu nedenle Zilan bir eylem manifestosudur.
30 Haziran Tanrıça Zilan’ın tarihe iz düşümüdür. Bir kadın özgürlük savaşçısının beş bin yıllık erkek egemenlikli sisteme, onun yarattığı geri erkek zihniyetine ve bu zihniyetin sonucu olan köleleştirilmiş kadına karşı Kürt kadınının Tanrıçalaşma, yeniden xwebun olma ve Sterkleşme eylemidir.
30 Haziran, tek kişilik bir eylem gibi görünse de bir ordu gücünden daha etkili sonuçlar yaratmıştır. Düşmanın siyasal, ideolojik ve askeri yönelimlerine karşı çok güçlü bir cevap olmuştur. Kürt halkının özgürlükteki ısrarını ve teslim alınamazlığını göstermiştir. Askeri açıdan 30 haziran eylemi Önderliğe karşı aynı yıl yapılan suikaste, sömürgeci devletin Kürdistan’da uyguladığı katliam ve askeri imha seferlerine karşı meşru savunma temelinde gerçekleşen bir eylemdir. Sömürgeci orduyu sarsan ve darmadağın eden bir eylem olarak gelişti. Bunun yanı sıra mücadelemize karşı içten ve dıştan dayatılan çeteci anlayışlara karşı parti çizgisinin hakim kılınmasında önemli bir rol oynamıştır.
30 Haziran eyleminin neden ve sonuçlarını kısaca özetlemek gerekirse: Birincisi: Dersim gibi bir bölgenin seçilmesi bilinçlidir ve tarihsel bir anlama sahiptir. Dersim “Tunceli” kimliğiyle Kürt varlığının her boyutta inkara ve imhaya uğratıldığı bir alandır. Eylemin özellikle “Cumhuriyet meydanı” denen merkezde gerçekleşmesi sömürgeci sistemin “Tuncelileştirme” siyasetine karşı Dersim hakikatiyle stratejik bir cevap niteliğindedir. Eylem sadece o anla sınırlı olmayıp, oligarşik cumhuriyetin inkar ve imhacı tüm tarihine büyük bir darbedir. 30 Haziran Zilan şahsında sömürgeci ordu ile özgürlük ordusunun çarpışmasıdır. Bu bakımdan Zilan Yoldaşın fedai eylemi gerek Kürt tarihi ve gerekse Parti tarihinde yeni bir dönemi aralayan önemli bir yere sahiptir.
İkincisi: 30 Haziran eylemi sadece sömürgeciliğe değil, onun dayanağı olan emperyalist kapitalist sistemin kadını metalaştıran uygulamalarına karşı da etkili bir karşı koyuştur. Beritan duruşun da somutluk kazanan kadın kurtuluş ideoloji bir kez daha ve güçlü bir biçimde Zilan arkadaşın eyleminde yaşam bulmuştur. “Halkımın özgürlük isteminin ifadesi olmak istiyorum. Emperyarlizmin kadını köleleştiren politikalarına karşı bombayı kendimde patlatarak hıncımı ve öfkemin büyüklüğünü göstermek ve Kürt kadınının dirilişinin sembolü olmak istiyorum”
Üçüncüsü:30 Haziran eylemi, Özgürlük mücadelemize marjinalleşme politikasının dayatıldığı, ÜNİTACILIK anlayışıyla Parti içinde çetecilik üzerinden ideolojik çizginin saptırılarak yozlaştırılmaya çalışıldığı, Önderliğe imha amaçlı suikastın düzenlendiği, taktik tıkanıklığın yaşandığı bir dönemde güçlü bir çıkış yaratan eylem tarzı olmuştur. Yeni bir sürecin eylem tarzını, taktik ve ideolojik doğrultusunu göstermesi bakımından çizgi savaşçılığını temsil eder. Zilan arkadaş PKK çizgisini, eylem ruhunu tüm benliğiyle hissetmiş, söz ve eylem bütünselliğine kavuşturmuştur. Zilan arkadaşı Tanrıça düzeyine yücelten büyük irade, cesaret, kararlılık ve olağanüstü eylem gücüyle fedailiğin manifestosu olmasıdır. “Mücadele tarihine baktığımızda, PKK, akıl sınırlarının anlamakta zorlandığı büyük kahramanlık, direniş, emek, kararlılık ve inançla yaratılmıştır. Direniş, PKK’nin temel karakteri olmuştur.
Bu tarihi mirasa sahip çıkmamız ve sürecin gereklerini getirmek gerekiyor. Süreç, intihar eylemlerini gerekli kılıyor. Bu, hem bir taktiksel çıkış olacak, hem de bizim açımızdan büyük moral etkileri olan bir eylemlilik olacaktır. Öndeliğimize suikast girişiminde bulunarak sonuç almaya çalıştığı bu süreçte düşmana verilecek en iyi bir cevap olacaktır. Bu tür bir eylemlilik, moralmen bozguna uğrayan düşmanı çıldırtmak, onu bulunan her alanda çepeçevre kuşatmak, ülkeyi ona zindan etmek anlamına geliyor. Bizim açımızdan ise; başta halkımıza, bütün savaş güçlerimize moral vermek, cesaret ve direnişi güçlendirmek, dost düşman herkese davamızda ne kadar kararlı olduğumuzu ve bu uğurda özgürlüğün bedelini bombaları kendimizde patlatarak gerçekleştirdiğimiz mesajını bir kez daha vermek, halkımızın özgürlük istemini bütün dünyaya duyurmak ve ileriki süreçte halkımızın bu yönlü direnişler geliştirmesini öncülüğünü yapmak, savaşın her yerinde ivme kazandırmak anlamına gelecektir.”
Dördüncüsü:Zilan yoldaş, Parti ve gerilla saflarına iki yıl gibi kısa bir süre katılmış olmasına rağmen PKK militan ölçülerine ulaşmanın bir örneğidir. Zilan arkadaş kendi şahsında Bese ve Zarifelerin geleneğinden gelen Dersim’li Kürt kadınının ayağa kalkışını ve mücadeledeki öncülük rolünü ortaya koyar. Çok uzun süre saflarda bulunmuş daha sonra ihanete gitmiş bazı kişiliklerin düşkünleşerek Partiye çeteleşmeyi dayattığı bir dönemde Zilan arkadaş görkemli bir yükselmeyi ve tanrıça olarak yücelmeyi yaşadı Bu onun Önderliği anlamadaki gücünü, süreci tahlil yeteneği, şehitlere, halka ve insana olan sevgisini gösteriyor. Bu özellikleri özgür yaşam tutkularıyla birleştirince büyük bir eylemin sahibi oluyor. Derin bir görev ve sorumluluk bilinciyle hareket ederek Kemal Pir arkadaşın “biz yaşamı uğruna ölecek kadar seviyoruz” şiarıyla, özgür yaşam uğruna nasıl soylu bir ölümün sahibi olunacağının timsali olmuştur. Bu açıdan zilan devrimci iradenin eylemde zirveleşmesi eylemin zaferle taçlanmasıdır. Özcesi devrimci iradenin zaferidir. Önderlğin belirttiği gibi: irade örgüttür. İrade önderliktir, irade savaşan gücün savaşma azmidir, savaşma kararlılığıdır ve hedefe kilitlenerek sonuna kadar yürüme gücüdür.
Zilan arkadaş bu hususta mektubunda çarpıcı vurgular yapar.”Başkanım! kendimi intihar eylemini gerçekleştirmek için aday görüyorum. Bizler, sizin bitmez tükenmez emek ve çabalarınıza karşılık canımızı bile versek yeterli değildir, keşke canımızdan başka verecek şeylerimiz olsaydı. Bu eylemi gerçekleştirmem gereken bir görev olarak görüyor ve kendimi sorumlu hissediyorum. Mevcut geriliklerimi aşmanın, özgürleşmenin ve kendini gerçekleştirmenin savaştan geçtiğini ve bu savaşında gereğinin yerine getirilmesinin gereğine inanıyorum.(…) Yaşam iddiam çok büyük. Anlamlı bir yaşamın ve büyük bir eylemin sahibi olmak istiyorum. Yaşam ve insanları çok sevdiğim için bu eylemi gerçekleştirmek istiyorum.”
Zilan arkadaşı sadece geçmiş eylemiyle ifade etmek büyük yanlış olur. O, bir çizgi, bir ilke, inanç, kararlılık ve fedai militan kadın olarak aynı zamanda bugündür. Geçmiş, şimdi ve geleceği eyleminde buluşturan bir karaktere sahiptir. Zilan, bir ruh, bir zihniyet ve zikir-fikir-eylem bütünselliğidir. Bu fedai ruh Arinlerin, Gulanların, Hebunların, Viyanların, Xebatların, Devrimlerin, Gelhatların, şahsında evrenselleşen bir efsaneye dönüştü. Bunun için ZİLAN KOMUTAN BİZLER EMİR ERLERİYİZ. Ve Zilanların mirası ve değerlerini her açıdan savunmak korumak ve demokratik sistem temelinde özgür bir ülke inşa etmek Zilan erlerinin temel görevi olmaktadır. Tarih bunu emrediyor, İnsanlık bunu emrediyor ve Komutan Zilan bunu emrediyor.
Devrimci selam ve saygılar
Dıjwar Sason
11.05.2015
- Ayrıntılar
Türkiye ve Kürdistan'da seçimler gerçekleşti. Ve bu seçimde ortaya çıkan tek gerçek, çoğulculuğun ve kardeşliğin zaferidir. Kaybeden ise; tekçilik, tek renklilik, milliyetçilik, cinsiyetçilik, dikta rejimine olan özlemdir. Tek bir kelimeyle ifadeye kavuşturursak, kazanan Ortadoğu’nun halklar mozaiği olurken, kaybeden ise kapitalist modernist kültürün son yaratımı olan Ulus Devlet ve bunun her türden düşünce ve yaşam yapılarıdır.
Son iki yüz yıldır insanlık büyük bir hastalıkla karşı karşıyadır. O hastalığın adı milliyetçiliktir. Dünyanın -neresinde olursa olsun -milliyetçilik zihinlere bulaşmış ise, orada yaşanmış olan halkların birbirine karşı uyguladıkları kırımlar olmuştur.
Dikkat edelim özelde coğrafyamız ama genel manada da tüm dünyada insanlığın vicdanını sızlatan ne kadar da çok boğazlaşmalar yaşanmaktadır. DAİŞ denilen yapının ortaya çıkışı, temsil ettiği zihniyet hatta yaşam kalıpları kesinlikle milliyetçilikle bağı vardır. Söylem dini olsa da pratikte yaşanan milliyetçiliktir. Kaldı ki dini, dincilik haline getiren yaklaşımın kendisi de milliyetçilikle bire bir bağı nettir. Milliyetçiliği geliştiren hem de suni bir şekilde inşa etmiş olan sistemin adı Kapitalizmdir. Kapitalizmin siyasal yapısı olan Ulus Devlettir. Devlet tam bir despot aygıtı olmasına rağmen, sanki birilerinin hatta halkların ve ulusların bir yaratımıymış gibi yansıtmak, tek kelimeyle bu sistemin yani kapitalizmin eseridir. Kapitalizmin ise sadece kan olduğunu bizler biliyoruz. Hatta derinleşmiş bir kölelik olduğunu bu sahayla ilgili olan herkes dile getiriyor.
Özcesi, derinleşmiş kölelik olan kapitalizmin ortaya çıkaracağı bir siyasi yapının, insanları köleleştireceği açıktır. Yani tüm amacı halkları bir nevi efsunlama yoluyla köleleştirerek yürütmektir, belki gütmektir demek daha doğru olur. Böyle bir sistemin yapacağı belirttiğimiz gibi tek bir eylemi vardır, o da düşürmektir. Bunu da halkları birbirine kırdırtarak yaptığını bizler İngilizlerin; böl-parçala ve yönet politikalarının ortaya çıkardığı gerçeklerle daha iyi biliyoruz.
Unutmayalım ki Türkiye cumhuriyeti devleti tamamen bir Ulus Devlettir. Hem de Üniter bir devlet yapısıdır. Yani merkeziyetçiliğin en zirvede olduğu bir yapıdır. Yine biliyoruz ki Türkiye’nin hem o dönemin yöneticileri, hem bugünün yöneticileri tamamen Ulus Devlet yapılarının milliyetçilik zehrinin zihniyetleriyle oluşmuşlardır. Bu bağlamda bu zihniyetle zehirlenmiş insanlar ortaya çıkaracakları eylem ise, halklar düşmanlığıdır yani faşizmdir. Erdoğan gibi kişiliklerin; tek devlet, tek vatan, tek millet, tek bayrak ve başka tekleri sıralamaları bunun için tesadüfü değildir. Bugünkü emperyalist-kapitalist devletlere göre bu söylemler sert görünse de-özü itibariyle bu söylemler onların yani kapitalist-emperyalistlerin icat ettikleri söylemler ve onların taptıkları ikonlarıdır. Burada olup bitenler ise o zihniyetin yansımalarıdır. Yansımaların ya da taklitlerin orijinallerine göre daha ham ve çiğ pratikleştiğini sosyal bilimler yaşanmışlıklardan söylüyor bize.
Bunun için diyoruz ki Türkiye’de yaşanan, yaşanmış olan milliyetçiliklere, tekçiliklere karşı verilen mücadeleler sonucu, halkların yeniden öz köklerine denk çoğulculuk ve kardeşlik temelinde bir araya gelerek haykırmaları söz konusudur. Halkların uyanışı söz konusudur. Halkların uyanışı çok renklilik temelinde, tek ve siyah renkliliğe karşı bir başkaldırı olarak Türkiye’de ilk kez önemli bir zafer kazanmıştır. Zafer elbette nihai değildir, ancak elde edilen zafer, halkların –güçlü bir zihniyet ve iradesel duruş göstermelerine- bağlıdır. Elde edilen bu zafer sadece bir aşamadır. Büyük olmayabilir ama önemli bir aşamadır. Etabın belki de en zor olan bölümüdür.
Türkiye’de egemenler, milliyetçiler, faşistler, tekçiler derken ne kadar böyle kapitalist türemesi kişi ve yapı varsa, hepsi halkların Türkiye’de bir olamayacakları, bir araya gelemeyeceklerini özelde ezilenlere kabul ettirmişlerdi. Öyle ki düşmanlıklar en çok ezilenler arasında yaşanmaktaydı.
Ancak bu kez; halkların, renklerin, cinslerin, inançların, dillerin, kültürlerin, düşüncelerin ortaklaşmayı ve yaşamın bozulmasına çıkan böyle ne kadar farklı duruş varsa ilk kez bir araya gelerek Demokratik Ulus’un zaferini müjdelerken, milliyetçi ve militarist yapıların yenilgisini de tüm dünyaya duyurmuşlardır. Ve önemli olan bundan böyle bu çizgi temelinde daha büyük bir zihinsel ve iradesel duruşla bu çizgiyi inadına sürdürmektir.
KASIM ENGİN
- Ayrıntılar
Türkiye 7 Haziran seçimlerine giderken AKP nin kullandığı retorik Türkiye toplumunun hafızsından silinmeyecek izler bırakmakta. Türkiye’deki statüko partilerinin gelmiş olduğu düzeyi göstermek bakımından da emsal teşkil etmektedir. Bu tür siyasi kabızlık yaşayan statüko partilerine verilebilecek en iyi cevap tüm tahriklerine rağmen onların seviyesine düşmemektir. Bu hem insan olmanın bir zorunluluğu hem de uğruna siyaset yaptığımız demokratik kriterlerin ahlaki bir duruşudur.
Son olarak 29 mayıs ta Yalçın Akdoğanın HDP yi eleştirme adına Rojava da İŞİD faşizmine karşı direnişte şehit düşen YPG, YPJ savaşçılarına karşı söylediği sözün anlamı bir kısır döngü yaşayan AKP nin HDP karşısındaki çıkmazını yansıtmaktadır. Anket sonuçlarından oldukça ürkmeye benzemiş olan AKP’nin toplumda ahlaksızlık olarak değerlendirilen bu saldırıları gücünden güçsüzlüğünden kaynaklanmaktadır.
Sömürgecilerin tarihini araştırdığımızda hepsini ortak bir retoriğe sahip olduğu anlaşılacaktır. Aşağılama, hakir görme, dıştalama, hakareti kendine hak görmeler, bütün kutsallıklarına el uzatma ve bunların yetmediği yerde öldürmelere bolca rastlarız. Faşizmin ruhu, ideolojisi bunu gerektirir.
AKP Patolojisini analiz edebilmek için faşizmin beslendiği dört temel noktayı irdelememiz gerekir.
Bir cinsiyetçilik, bir cinsiyetin diğerlerinden üstün olduğunu savunan görüş ve ideolojidir. Bu anlayış ataerkil kültürün gelişimiyle başlar. Devletin kurulmasıyla birlikte sistemsel bir anlayış ve ideolojiye dönüşür. Bu sistem günümüze kadar birikerek, büyüyerek ve iktidarlaşarak gelmiştir. Temelinde talan, tecavüz, baskı, zor, kendine tabi kılma, karşısındakini iradesizleştirmek esas hedefidir.
2) dincilik; beli amaç ve çıkarlar temelinde dini kullanan, dini, kendi amaçlarına dayanak yapan ideolojik görüş ve anlayışı ifade eder. Dinciliği genellikle dindarlıkla karıştırılıyor. Dindar, dine inanan ve inanışına uygun yaşayan insandır. Toplumun bir anlam biçimi olan din ahlaki değerlerinden boşaltılarak talan, baskı, işgal ve sömürüyü meşrulaştırma aracı olarak kullanılmıştır.
3) milliyetçilik; kapitalizmin gelişmesi ile birlikte dinin yerine ikame edilmiştir. Ulus devletin modern dini de diyebiliriz. 19. Yüzyıldaki endüstrializmin merkantilist kapitalizmin önünü geçmesiyle birlikte yükselişe geçen milliyetçiliğin özünde sömürüyü gizlemek ve meşrulaştırmak vardır. Kendini başka halklar üzerinde üstün gören kapitalist modernitenin hastalığı tüm dünyayı, son dönemlerde ise ortadoğu’yu kan deryasına çevirdi. Ülkedeki zenginlikleri kendi burjuvazisini geliştirmek için kullanan vu bu amaçla sınırları dış dünyaya kapatarak azami büyümeyi sağlayan kapitalist modernitenin milliyetçiliği, açlık içindeki kendi yurttaşına karşı aynı milliyetçiliği göstermemekte. Yaşananlar sürekli dışarıda bir düşman üreterek kendi sömürüsünü gizleyen milli burjuvazinin millisliğidir. Bu anlamda son iki yüz yılda dünya tarihinin hiçbir döneminde Milliyetçilik üzerinden yapılan katliam ve soykırımlar kadar acılı süreçler yaşanmamıştır. Bu acılar katlanarak devam etmektedir. Bu anlamda günümüzde Iran’ın farsizm adına Şiacılığı, TC nin Pan türkizim adına pan-suni İslamcılık ideolojileri ile orta doğu halklarına günlük kan deryasında banyo yaptırıyorlar.
4) bireycilik; sadece kendisini düşünen, çıkarlarını her şeyin üzerinde tutan, toplumsal ahlak ve değerlerden kopuk yaşayan kişi demektir. Bu anlamda ki bireycilik, evrenin temel ilkelerinden, her şey bir birine bağlıdır, farklılıkların birliği ve karşılıklı bağımlılıkla var olunurdan kopmadır. Bunun diğer anlamı kendini evren üstü, hata evrensel güçlerin yer yüzünün tek temsilcisi, toplum üstü, topluma akıl veren ve kendisi dışında kimseyi dinlememedir. Bu sadece bir bireyle sınırlı kalsa belki zarar vermez ama bu bireycilik, dincilik, milliyetçilik ve cinsiyetçilik ideolojisi ile kendini sistematize etmişse ve ulus-devletin üst katında ise, vay o toplumların haline. Toplumsal ahlaktan kopan bireycilik, toplumu nesne kendini özne görerek toplumsallığa ait ne varsa kendi egosu için her türlü çirkinliğe, kire ve tehlikeye atmaktan çekinmez. Hitlerin kendi egosu altında Alman ırkçılığı adına başta alman halkı olmak üzere tüm dünya haklarını felaketlere sürüklediği hala insanlık beleğinde tazeliğini koruyor.
Şimdi AKP adına seçim meydanlarında konuşanların sözlerin de de, toplumlar Türklük adına aşağılanmakta, hakir görülmekte, din adına, kendilerinden olmayanlar “kâfir, zındık, Zerdüşt, ezidi vb” cinsiyetçilik adına, karşıtlarına şantaj kasetleri ile belden aşağı vurma, sapık tanımlamaları, eş cinsel yakıştırmaları ve ailelere dil uzatılmaktadır. Kendilerini eleştiren aydın yazara en hafif deyim olarak “vatan haini, sözde aydınlar” denir.
En son 29 Mayısta Kara propagandanın uzmanı Yalçın Akdoğan ın YPG, YPJ gerilla cenazelerine ilişkin sarf ettiği sözler faşist bir ruhun dişleri arasından kan salyalarının akışını gösteriyordu. Sömürüye dayanan tüm statüko partilerinin özü her yerde aynı. Zaman zaman biçimsel değişikliklere uğrasalar da özündeki baskı, sömürü, talan, ve soykırım değişmiyor.
Sonuç olarak beş bin yılık egemen erkek ideolojisi ve son iki yüz yıllık milliyetçi ideolojinin zehirlediği AKP – TC’ nin resmi temsilcileri Sünni, hanifi mezhebi dincilik, pan-türkizim, Tayip Erdoğan’ın faşizm bireyciliği, Türkiye halkı ile Ortadoğu’daki diğer halklarla boğazlaşmanın tüm yol taşlarını örmenin son demine gelmişler.
Bunu durduracak olan seçimlerde barajı aşmanın yanında demokratik ulusları yaratma mücadelesinin nihayi zaferidir. Buda, dincilikten arınarak, herkesini dinine saygı duyarak, dinler arasında farklılıkları zenginlik bilerek ayrılma sebepleri değil de zenginleşerek çoğalma olarak ele almaktır. Milliyetçilikten arınarak, her dile, renge, etnisiteye saygı duyarak farklılıkların birliğini esas alarak her ulusa ulus-devlet yerine ulusların konfederal birlikteliğini esas almak. Cinsiyetçilik yerine, kadın özgürlüğünü esas alarak, farklılıkların eşitliği temelinde özgür bir gelecek geliştirerek olacaktır. Tersi! var olanın devamı, akan kanlara yeni canların eklenmesidir.
Tabi ki bunun için mücadele ettiğimiz gücü küçümsemeden, seçim ve seçimin kazandıracağı zafer de olsa rehavete kapılmadan, asıl mücadelenin daha girdaplı, zorlu sürecini iyi hesaplayarak halka dayanan her türlü öz savunma örgütlülüklerini geliştirmek olmazsa olmazdır. Bu öz savunma örgütlülüğü, politik, ideolojik, kültürel, ekonomik, diplomatik ve askeri her alanda olmalıdır ki, beyaz adamın dişleri arasında sıkışma olmasın.
Medet SERHAT
- Ayrıntılar
