Önderlik, çözümlemelerinde sürekli “anlama”nın önemine dikkat çekmektedir. En son geliştirdiği savunmalarda “anlamak adalettir” demektedir. Daha önceki çözümlemelerinde de sürekli “yapılan değerlendirmeleri anlıyor musunuz “sorusunu sorar ve kendisinin doğru anlaşılmasının önemine vurgu yapardı. Ve kullandığı her kavramın, yaptığı her değerlendirmenin tarihsel, toplumsal bir değeri olduğu, felsefi bir derinliği olduğu gerçeğinden hareketle, bunların doğru anlaşılmasının önemine dikkat çekerdi hep.
Birçok noktada Önderliği doğru ve layıkıyla anladığımızı söyleyemiyoruz. Önderliği anlamaya çalışırken, onu çoğunlukla sistemden getirdiğimiz bakış açıları, algılama biçimleri ve mantık silsilesi içine hapsederek, tabir yerindeyse işimize geldiği gibi, anlamaya ve pratikleştirmeye yönelik bir duruş sergiliyoruz. Önderliği en çok anlamamız gereken günlerden birisi de hiç şüphesiz 4 Nisan’dır.
4 Nisan son birkaç yıldır, Önderliğin “doğum günü” olarak dünyanın her tarafında farklı biçimlerde kutlanıyor. Önderlik, “doğuş” kavramına çok büyük önem veriyor. Savunmalarında en çok kullandığı kavramlarından birisi de doğuş gerçeğidir. Özellikle büyük toplumsal değişim-dönüşüm süreçleri ve ortaya çıkan yeni düşünce akımlarını ve toplumsal hareketleri, “doğuş” olarak ifade etmekte ve büyük doğuşların insanlık için ne anlama geldiği, bu doğuşların sonuçlarının toplumsal gelişmede nasıl bir etkiye sahip olduğu üzerinde durmaktadır.
Özellikle büyük tarihsel kişiliklerin doğuşları ve yaşamlarının toplum tarafından doğru anlaşılabilmesi açısından sürekli anılması gerektiği, anlaşılması gerektiği noktalarına dikkat çekmektedir. Bu çerçevede de neredeyse tarihteki her kişiliği dönüp dönüp tekrar ele almakta, tekrar anlamlandırmakta ve yarattığı gerçeklikleri hem düşünsel hem pratik boyutta yeniden anlamlandırmaktadır. Büyük tarihsel doğuşların doğru anlaşılması toplumsal gelişmenin sağlıklı gelişebilmesi için hayati öneme sahiptir. Zira neredeyse tarihteki bütün sapmalar, toplum adına insanlık adına büyük düşünceler ileri süren insanların ya anlaşılamaması ya da daha sonradan çarpıtılmaları sonucunda gelişen sapmalardır.
Bu açıdan da, büyük tarihsel kişiliklerin doğru anlaşılması, yaşamlarına ve düşüncelerine doğru anlam verilmesi, toplumsallığın kendi diyalektiği içerisinde ileriye doğru gidebilmesi açısından büyük öneme sahip bir gerçeklik olarak değerlendiriliyor. Bunların yaşamlarının incelenmesi, kişiliklerini belirleyen toplumsal koşulların çözümlenmesi ve bu kişiliklerin kendi yaşam duruşlarında ortaya çıkardıkları toplumsal etkilerin incelenmesi, aslında o dönem toplumsallığının çözümlenmesi ve anlaşılması anlamına gelmektedir.
Doğuş gerçeği bazen bir kişiden başlayıp büyük toplumsal ve tarihsel sonuçları yaratan bir gerçeklik olarak karşımıza çıkmaktadır. Nitekim tarihteki bütün büyük toplumsal alt-üst oluşlar belirli kişiliklerin şahsında ifadeye kavuşturulmakta ve onların şahsında anlaşılmaya çalışılmaktadır. Masallardan destanlara, mitolojiden modern tarihin sanat edebiyat ürünlerine kadar, toplumu imge ve simgelerle ifadeye kavuşturan bütün ürünlerde bu kişiliklerin temel motif olarak ele alınması bu gerçeklikle bağlantılıdır.
Büyük peygamberliksel doğuşların halk dilinde söylenceye dönüşmüş hikâyeleri çoğunlukla birbirine benzemektedir. Peygamberlerin ya da büyük halk önderlerinin doğum günleri, daha sonraki süreçlerde efsaneye dönüşmekte, yaşamları, ilk adımından başlayarak halkın acılarını, umutlarını, arayışlarını ve mücadelelerini kendi kişiliklerinde somutlaştırmaktadırlar. Daha doğrusu, halklar, kendilerini bu kişiliklerin şahsında ifade etmektedir.
Bunun en ilginç örneklerinden birisi Hammurabi’nin hikâyesidir. Hammurabi’nin kendi doğum sürecini ve çocukluğunu anlattığı, kendini tanıttığı Hammurabi’nin Kanunları yazıtlarında anlatılan bir hikaye vardır. Hammurabi’nin babasız dünyaya geldiği, daha sonra bir sepette suya bırakıldığı ve birileri tarafından bulunup büyütüldüğü efsanesidir bu. Onun ardından, Hammurabi’nin kendisini “Marduk’un oğlu” olarak tanımlaması ve o dönemde gelişen toplumsal hareketin başına geçerek, toplumsal harekete yön vermesi tarzında gelişen bir hikayedir bu.
Bu hikaye daha sonra gerçekleşen peygamberliksel hareketlerden tutalım, günümüzdeki birçok kişiliğin hayat hikayelerinin efsaneleştirilmesinin, tabiri yerindeyse bir modeli haline gelmiştir. Hz. Musa’nın doğumu, Tevrat’ta benzer biçimde anlatılmaktadır. Aslında bir yerde onun başka bir versiyonudur. Daha sonraki süreçlerde İsa’nın doğumundan tutalım, Muhammed’in hayat hikayesine kadar, hepsi benzerlikler arz etmektedir. Hatta günümüzde Türk masal ve destan gerçeğinde de Türklerin büyük kişilikleri, kahramanlıkları bu hikayenin benzeri bir tarzda ifadeye kavuşturulmaktadır.
Buradan şunu anlatmak istiyoruz: Her büyük tarihsel toplumsal kişilik, kendi doğuş gerçeği ile anlaşılmaya ve ifadeye kavuşturulmaya çalışılıyor. Bu doğuşların doğru anlamlandırılması, temsil ettiği zamanın ve toplumun doğru anlaşılması anlamına gelecektir. Yine bu tarihsel kişiliklerin doğuşları kendi toplumları açısından, yeni bir yaşamın başlangıcı olarak kabul edilmekte ve yeni yaşamların başlangıçları çoğunlukla halklar tarafından bayrama dönüştürülüp kutlanmaktadır.
Bu doğuşların bayram haline getirilmesi, halkların sürekli kendi doğuş kaynaklarına dönüp, yeni doğuşlar yapabileceklerinin umudunun orada muhafaza edilmesiyle ilgili bir gerçekliktir. Yine bu doğuşların ardından gelen yaşam tarzının, kendileri için sürekli yol gösterici bir karakter taşıması anlamında büyük öneme sahiptir. Ölümün eşiğinde, yok oluşun eşiğinde, ya da büyük acıların ve zorlukların içinde yaşayan halkların bu zorlukları aşabilecekleri ve yeni doğuşlar yapabilecekleri umudu, bu tür günlerde sürekli canlı tutularak hakların direnme iradeleri diri tutulmaya çalışılır.
Belirttiğimiz gibi bunlar sembolik anlamlandırma ve ifadelendirmelerdir. Benzer anlamlandırma ve ifadelendirmeler toplumlar için kendini üretme varlığını devam ettirme anlamında önemli olan bütün faaliyetlere uyarlanmaktadır. Örneğin zor zamanlarda açlık ve kıtlık içinde yaşayan halkların, ilk ürünlerini elde etmelerini mahsul bayramları, ürün kaldırma bayramlarına dönüştürmeleri yine bununla bağlantılıdır. Büyük savaşlardan ve zorluklardan sonra elde edilen zaferler ya da refaha çıkılan günlerin “bayram olarak ele alınıp kutlanması, belirtilen anlamları içerisinde barındırmaktadır.
Bütün bunlar toplumun kendisini yeniden üretebilme yeteneğini canlı tutmasının bellek ve hafıza tazelemeleridir. Tabii bu tür bayramlar ve etkinlikler hiçbir zaman oldukları gibi kalmazlar. Toplumun kendisini üretebilme umudu ve iradesini sembolik bir tarzda içinde ifade ettiği bayramlar ve kutlamalar, sürekli yeniden yeniden üretilip geliştirilirler.
Doğuş gerçeği, sadece bu boyutuyla değil, tek tek insanların yaşama başladıkları günleri ve zamanları da kapsayan sembolik ve daha dar kutlamalarla da yeniden üretilir. Burada ele alacağımız “doğum günü” olgusu, belirttiğimiz bu kültürün bir parçası ve daha sonra toplum tarafından geliştirilip toplumsallaştırılmış halinin ilk biçimidir.
Bu konuda araştırma yapan özellikle folklor bilimcileri, doğum günü gerçeğinin tarihin başlangıcında “Hiyeros Gamos” denilen kutsal evlilik törenlerinin ardından doğan kutsal çocukların doğuşlarının toplum tarafından bir umut olarak değerlendirilip, bugünlerin her yıl kutlanması gerçeği ile bağlantılı olduğunu belirtmektedirler.
O dönemin ana tanrıçaları, toplum içerisinden seçilen ve çoğu zaman da maske ile yüzü kapatılmış, aslında toplum içerisindeki genel erkeği ifade eden bir erkekle kutsal evlilik adı altında bir birleşme gerçekleştirirler. Bu birleşmeden doğan çocuklar, tanrıçanın yeryüzündeki tezahürü olan ana kadın ile toplumun temsilcisi olan erkeğin birleşmesinin bir sonucu ve bir ürünü olarak değerlendirilip kutsanır.
Bu evlilikte gerçekleşen, toplumsallık ile kutsallığın birleştirilip yeniden üretilmesidir. Bunun ürünü olan çocuklar ise toplumun temel değer yargılarını temsil ederler. Dolayısıyla bu değer yargılarının yeniden üretilmesinin ifadesi olan doğuşlar, toplumlar açısından umudun sürdürülmesi ve diri tutulması anlamına gelmektedir. Dolayısıyla doğum günleri bu umudun tazelenmesi anlamında kutlanmaktadır.
Giderek bu tarz evlilikler yerine daha daraltılmış özel evliliklerin gelişmesiyle beraber, bu geleneğin bir izdüşümü olarak, doğan çocukların doğum günleri kaydedilir ve bu doğum günleri her yıl tekrarlanarak kutlanır. Daha sonraki dönemlerde bu doğum günleri, çocuklar açısından aslında her yıl kendi gelişmelerini ve büyümelerini görmenin, bu anlamda kendilerine anlam vermenin, yine toplum tarafından çocuğa verilen değerin çocuğa gösterilerek, çocuğa güven verilmesi, çocuğun toplum tarafından sahiplenilmesi anlamında güçlendirici psikolojik etkiler yaratan olumlu bir gelenek olarak devam etmiştir.
Bu geleneğin esas kökenleri belirttiğimiz gibi, daha çok Mezopotamya mitolojilerinde görülmektedir. İlk biçimleri bu mitolojide farklı biçimlerde dile gelmektedir. Doğum günleri bu kültürde genelde toplumsallığı devam ettirmenin bir aracı olarak da kullanılmıştır. Zira bugünlerde topluluğun bireyleri bir araya gelir, yaşamın yeniden doğuşundan duydukları sevinçlerini, coşkularını birbirleriyle paylaşıp, dayanışmalarını verdikleri hediyelerle birbirlerine gösterirlerdi.
Bu tür etkinlikler, sevinç ve coşkuyu çocuğa mal ederek, çocuğun, toplumun coşku ve sevincini kendisinde hissedebilmesini sağlayan bir özelliğe de sahiptir. Bu duygu ile yetişen çocuk, kendi toplumsallığına daha güçlü bağlanır ve toplumsallık karşısındaki sorumlulukları da bu tür günlerde kendisine hatırlatıldığından dolayı, toplum karşısında sorumluluk sahibi olarak büyümeye devam eder. Bu tür etkinliler sadece bununla da sınırlı değildir; sadece doğum günü değil, çocuğun büyümesi sürecinde geçirdiği her evre, belirli törenler ve kutlamalarla toplumsallaştırılıp, çocuğun kişiliği bunların içerisinde sürekli eğitime tabi tutulur.
Örneğin çocuğun ilk yürüme süreci, Kürt geleneğinde “Kostek” olarak adlandırılan bir törenle kutlanır. Yine İlk Saç kesme törenleri, Sünnet törenleri, Evlilik törenleri var. Bu törenlerin hepsi aslında birey ve toplum arasındaki ilişkilerin yeniden kurulması ve üretilmesi anlamına gelmektedir. Bireyin toplum tarafından sahiplenilip eğitilmesi ve yüceltilip değer kazanması anlamında bir etkinlik olarak gerçekleştirilir.
Tabii bunlar, toplumsal geleneğin oluşum diyalektiğini ifade etmektedir. Ancak bunun daha genelleşmiş, topluma mal olmuş biçimleri var. Eğer bu birey sıradan bir bireyse, normal bir toplumun bir üyesiyse, bu etkinlikler kendi topluluğu ile ilişkileri bağlamında ve kendi yaşam süresiyle sınırlı gerçekleşen bir etkinlikler olur. Bu birey topluma mal oldukça, toplum kendisini onda ifade etmeye başladıkça, bireyin bütün bu süreçleri, aslında toplumsal gelişmenin süreçleri ile bütünleştirilerek simgesel anlam kazanmaya başlarlar. Ve bireyde somut bir biçimde gerçekleşen bu tür etkinlikler, kişi topluma mal olup genelleştikçe daha sembolik bir tarzda üretilmeye başlarlar.
Dolayısıyla toplum kendisini bireyde üretirken, kendisini bu tür etkinliklerle bireye yedirirken, diğer taraftan da birey, toplumu yaratmaya başladığı andan itibaren, bireyin bu tür süreçleri toplum tarafından kendini üretme sembol ve simgelerine dönüştürülüp, toplum kendini bu bireylerde üretmeye başlar. Toplum ve birey arasında bu karşılıklı birbirini üretme diyalektiği, bu tür günlerin önemli özelliklerinden birisidir.
Bireyin toplumu anlaması, toplumun bireyi anlaması, bağlamında da bu tür etkinlikler, sembolik kutlama ve kutsallaştırma ritüelleri, sadece tarihsel değil, sosyolojik, psikolojik etkilere de sahiptirler. Doğuşun en önemli özelliklerinden birisi, yenilenmedir. Eskinin varolan kalıp ve ölçülerinin aşılması, aslında bir yerde ana ve atanın aşılarak daha bir üst boyutta kendisini üretmesi anlamına geliyor.
Nitekim doğuşların yaşam ifade eden bir anlamı vardır. Doğuş, yaşamın kendisini üretme kabiliyetinin ifadeye kavuşması anlamına geliyor. Kaldı ki yaşam kavramının kendisi de “herhangi bir maddenin kendisini sürekli ve bir üst boyutta üretebilme kabiliyeti” olarak tanımlanmaktadır. Yani herhangi bir maddi olgu, maddi gerçeklik -ki bu manevi değerler için de böyledir- kendisini sürekli ve bir üst boyutta üretebiliyorsa, yani yenileyebiliyorsa orada yaşam vardır.
Yaşam bu tarzda kavranıldığı için de, yaşamın kendisini üretebilmesi, devam ettirebilmesinin sembol ve simgeleri kutsanmaktadır. Zira hem insan varlığının kendisi hem de toplumsal gerçeklik bütünüyle kendisini var edebilme, devam ettirebilme, yani yaşamını sürdürebilme ilkesine göre şartlanmıştır. Bu, her canlı için geçerlidir. Her canlı, kendisin devam ettirebilme dürtüsü ile varlığını gerçekleştirir. Bu dürtü bütün canlılarda olduğu gibi, insan ve toplumda da en temel dürtüdür. İnsandaki temel dürtüler olan üreme, savunma ve beslenme dürtüleri yaşamsal dürtüler olarak tanımlanıyor. Bunlar insanın en derin dürtüleri olarak da tanımlandığına göre, insanın derinliğinde yaşama kilitlenmişlik ve yaşamı üretme, devam ettirme duygusu en güçlü duygudur. Bu duygunun sürekli üretilip güçlendirilmesi, belirttiğimiz bu tarz sembolik etkinliklerle canlı tutulmaktadır.
Bu tür etkinliklerin bir kültür ve gelenek haline getirilmesi ve toplumda anlamının da sürekli üretilmesi, sadece birey toplum arası ilişkilerin sürekli bir üst boyuta kurulup üretilmesi anlamında değil, toplumun kendisini yeniden ve sürekli bir üst boyuta üretebilme kabiliyetinin canlı tutmasının ifadesi olmaktadır. Bu tür etkinlik ve yaklaşımlar sadece insanların biyolojik doğumları ya da ürün hasat törenleri ile değil, bireylerin yaşamlarının farklı dönemlerinde gerçekleştirdikleri büyük eylem ve çıkışlarda da ifadeye kavuşturulmaktadır. Büyük kahramanların, büyük kişiliklerin verdikleri ilk sınavlar, ergenlik sınavları var.
Bu sınavlar ya da daha sonraki süreçlerde büyük kişiliklerin büyük çıkışlarını ifade eden eylemleri de bu tür kutlama etkinliklerine konu olmaktadır. Örneğin Muhammed’in doğumu, hicreti, tanrıya buluşması olan Miracı, çeşitli savaşları İslam âleminde kendisini yeniden üretmenin ve bu çıkış eylemlerinin canlı tutulmasının sembolleri olarak kutlanmakta ya da anılmaktadır. Yine İsa’nın doğuşu, çarmıha gerilişi, halkla ilk buluşmaları, vaftiz dönemleri gibi yaşamının dönüm noktaları farklı etkinliklerde dile getirilip ifadeye kavuşturulmaktadır.
Benzer etkinlikler hemen hemen bütün kültürlerde rahatlıkla görülebilmektedir. Bunların ayrı ayrı çözümleme ve değerlendirmesini yapmak yerine, doğum günü olgusunu burada ele almak yeterli olacaktır.
Hatırlayabildiğimiz kadarıyla, doğum günü kavramı ya da kültürü bundan birkaç yıl öncesine kadar Kürt kültüründe çok fazla yeri olmayan bir etkinlikti. Hatta Ortadoğu kültüründe de çok fazla canlı olan bir kültür ve gelenek değildi. Daha çok topluma mal olmuş, özellikle peygamberliksel çıkışların doğum günleri ya da bazı temel etkinlikleri kutlansa da, tek tek bireylerin doğumları, doğum günleri çok fazla kutlanmamaktadır. Bu günümüzde de böyledir.
Tek tek bireylerin doğum günlerinin kutlandığı kültür, daha çok Batı kültürüdür. Bunun da sosyolojik bir tahlilini yapmak gerekiyor tabii. Ortadoğu’da toplumsallık o kadar çok boğuntuya getirilmiştir ki, bireylerin toplumsallık açısından çok ciddi bir değeri yoktur. Yani bir bireyin doğumu, gelişimi kutlanması gereken, sürekli hatırda tutulması gereken bir olay değildir. Kaldı ki, nüfusu biyolojik üretme anlamında çok ciddi bir etkinlik ya da üretim olarak değerlendirmek, bu kültürde çeşitli nedenlerden dolayı ayıpsanan bir gerçekliktir.
Bu, biyolojik yaşamın anlamsızlaştırılması ile ilgili bir olaydır. Maddi yaşamın anlamsızlaştırılması, insanın tanrılar karşısında anlamsızlaştırılması, hatta maddi yaşam gerçeğinin bir günah olarak algılanması, bütün biyolojik etkinliklerin ayıp ve günah kavramları ile ifadelendirilmesi, insanın maddi yaşam içerisinde değersizleştirilmesi, dolayısıyla iradesinin kırılmasının kültürünü yaratma amacıyla gerçekleştirilmiştir.
Önderlik, savunmalarda Sümer mitolojisindeki ilk yaratılış efsanesinde insanın tanrıların pisliğinden yaratıldığı gerçeğinin çözümlemesini yaparken, bunu çok iyi ortaya koymaktadır. Yani insan, tanrılar karşısında aslında kendisini pislik gibi hissetmelidir. Kendisinin varoluş tarzı, doğumu günaha bir doğumdur. Dolayısıyla bunun çok fazla kutlanacak bir şeyi de yoktur.
Bu tarz bir yaklaşım erkek egemenlikli kültürün gelişim süreciyle bağlantılıdır. Bu yaklaşımlar, toplumda bireyin anlamsızlaştırılması ve iradesizleştirilmesi amacıyla yapılan değersizleştirici ideolojik yaklaşımın yaşama, pratiğe yansıyan boyutlarıdır. Eğer birilerinin doğumu kutsanacaksa, bu sadece soylu kişiliklerin, peygambersel kişiliklerin, tanrıya yakın olan, yani iktidara yakın olan kişiliklerin doğum günleri olabilir. Sıradan bireyin, sıradan kulun doğumu ise, günaha doğumdur.
Dolayısıyla bu kul, bütün yaşamını kendini bu günahlardan arındırmak amacıyla tanrıya ve onun yeryüzündeki temsilcileri olan egemenlere hizmetle geçmek zorundadır. Kendisini günahkâr gören, bu duyguyla yaşayan insan ise, sürekli suçluluk psikolojisi ile kendisini affettirmenin yarışı içinde olur. Dolayısıyla onun doğumu onun için bir sevinç vesilesi değil, bir azap ve acı vesilesidir ve bunun da kutlanacak bir şeyi yoktur.
Bu ideolojik bir yaklaşımdır. Bu ideolojik yaklaşım aslında toplumda oturtulup bir kültür haline getirilmiştir. Dolayısıyla insanın doğumunu, doğuşunu yaşamını devam ettirmesini büyük bir sevinçle karşılayan toplumsal ahlak ve gelenek yerine, egemen kültür ile birlikte insanın değersizleştirildiği ve yaşamın anlamsızlaştırıldığı bir kültür ve gelenek yaratılmıştır.
Bu Ortadoğu’da çok köklü bir biçimde oturtulmuş bir kültürdür. Batıda ise, bu kültürün bazı yansımaları olmakla birlikte, bireyin sürekli daha fazla ön planda olması, değer görmesi gerçekliği belirttiğimiz kültürün bu yansımalarına da etkide bulunmuştur. Kaldı ki, sembolik olması açısından, örneğin İsa’nın doğum gününün kutlanması ve bir Milat olarak ele alınması, batı kültürü bir ürünü değil, Ortadoğu’dan gitme bir kültürüdür. Ama Ortadoğu’da toplumsallığın gelişip, bu tür etkinlikleri yok etmesi karşısında, batıda bireyin varlığını devam ettirebilmesinin bir yansıması olarak, bu kültür oralarda canlı tutulmuş ve geliştirilmiştir.
Belki daha sonraki süreçlerde etkileri kırılmıştır. Yine Hıristiyanlık kültüründe her ne kadar insanlar, yine bu kültürün bir yansıması olarak günahkâr doğuyorlar ve vaftiz edildikten sonra yaşama adım atarak bir kutsallık kazanabiliyorlarsa da, bireyin tamamıyla yok edilmemiş olması, bu geleneğin canlı tutulmasını beraberinde getirmiştir.
Bu geleneğin batıda sürekli devam eden bir kültür olduğunu söylemek de çok fazla gerçekçi değildir. Özelikle kapitalizmin belli bir aşamasından sonra, bu kültür yeniden canlandırılmış ve çarpıtılarak topluma mal edilmiştir. Doğum günleri, Kapitalist bireyciliğin körüklenmesi ve bu bireyciliğin bir tüketim kültürüne dönüştürülmesi anlamında canlı tutulan bir gelenektir. Nitekim günümüzde de batıdaki doğum günleri, neredeyse tüketim çılgınlığını sürekli tahrik eden bir işlev görmektedir. Kaldı ki bütün bayram ve kutlamalar gerçek anlamından boşaltılarak, kapitalist sistemin hizmetine sokulmuştur.
Bütün bayramlar, insanların çılgınlık derecesinde tüketime yöneltildiği birer etkinliğe dönüştürülmektedir. Yılbaşı kutlamalarından tutalım, son yıllarda icat edilen birçok bayrama kadar, bunlar kendi özlerine uygun bir tarzda kutlanmak yerine, sistemi üreten, sürdüren birer etkinliğe dönüştürülmüştür. Örneğin İsa’nın doğum günü olan ve Milat olarak kabul edilen yılbaşı günleri, tam birer tüketim çılgınlığına dönüştürülmüştür. Bu yetmiyormuş gibi, icat edilen bayramlar var. Örneğin sevgililer gününden tutalım, analar günü, babalar gününe kadar birçok yapay bayram da icat edilerek, bu günlerin anlamı ve içeriği boşaltılmıştır.
Ortadoğu’da ise bu tür etkinlikler farklı biçimde kutlanmaktadır. En etkili kültür olan İslam kültüründe, Hz. Muhammed’in doğumu ya da miracı, genelde mevlitlerle, tanrı karşısında günahlarını affettirmenin ibadetleri, ritüel ve törenleri ile kutlanıp karşılanmaktadır. Bu anlamda kapitalizmin etkileri bu kültür içerisinde bu noktada kırılmaktadır. Hatta buna karşı tepki bile gelişmektedir. Örneğin İslam kültüründe yılbaşları ya da doğum günleri etkinliklerinin kınanması, ayıpsanması, ya da gelenek dışı görülmesi, belirttiğimiz bu toplumsal gerçeklikle bağlantılıdır.
Açık söylemek gerekirse son yıllarda Önderliğin doğum gününün kutlanmasına ilişkin halkın ve hareketin böyle içeriğine ve anlamına uygun kutlamalar yapmasının yanı sıra, yanlış yaklaşımlar da ortaya çıkmaktadır. Dolayısıyla Önderliği anlamsızlaştıran, içini boşaltan, hele hele sistem tarzında ifadelerle, bu tarz etkinlilerin içeriğini boşaltarak ele alan yaklaşımlar kabul edilemeyecek yaklaşımlardır.
Önderlik militanı olan her kadronun bu tür yaklaşımları devrimci bir tavırla ret ve mahkûm etmesi gerekmektedir. Önderliğin doğum günü kutlamalarını vesile ederek, aslında bir yerde kapitalist tüketim ve eğlence kültürünü içimizde üretme yaklaşımları da giderek gelişmektedir. Son yıllarda bir hastalık biçiminde gelişen bireylerin kendi doğum günleri için “partiler” düzenlemeleri, birbirlerine “hediyeler” verme yaklaşımları da belirttiğimiz bu yozlaşmanın göstergeleridir. Böyle ele alınmak durumundadır. Birçok konuda olduğu gibi bizim kutsal değerlerimiz ve geleneklerimiz kapitalizmin ölçülerinde ele alınıp yozlaştırılmaktadır.
Eğer Önderliğin doğuşu, doğum günü anlamına uygun kutlanacaksa bu, Önderliğe kilitlenme, Önderliği sahiplenme ve onun doğuşuna cevap olabilecek bir duruşla gerçekleştirilebilir. Yoksa Önderliğin kendi doğuşunu “sistem karşısında bir varoluş” olarak anlamlandırmasının içi boşaltılmış olacaktır. Nitekim Önderlik üç doğuşunu da bu biçimde anlamlandırmaktadır. Geleneksel ana ya da aile ilişkilerinin reddi, geleneksel ve resmi toplumun reddi, yine en son olarak da bütün uygarlık sisteminin reddi tarzındaki gelişim aşamalarını doğuş olarak nitelendirmektedir.
Önderliği bu anlamda bir doğuş olarak ele almak gerekiyor. Kendi biyolojik doğumlarını, geleneksel aile ya da uygarlık gerçeği tarzında birer kutlamaya dönüştürmek, bu geleneğin içini boşaltan yaklaşımlardır. Hele hele, Önderliğin, onun karşısında direniş sergilemesini kendi doğuşu olarak adlandırdığı kapitalizmin kalıp ve biçimleri ile kendini ifadelendirerek; çoğu da sonradan icat edilen(çünkü Kürt ana ve babaları çocuklarının doğumlarını gün olarak kaydetmezler bu yüzden de çoğumuzun nüfus cüzdanında doğum tarihi 01/01!’dir) “doğum günlerini” “doğum günü partileri” ile kutlamak ve bunu da, Önderliğin başlatmış olduğu doğum günü geleneği ile meşrulaştırmaya çalışmak saptırıcı bir yaklaşımdır. Bu doğru bir yaklaşım değildir. Doğum günü kavramının ve etkinliğinin içini boşaltmak anlamına gelmektedir.
Dolayısıyla bu tür etkinlikleri ele alırken, bu tür günlerin anlamını tarihsel toplumsal gerçekliği içerisinde ele alıp, anlamlandırmak gerekiyor. Bunun dışındaki herhangi bir yaklaşım, ya bireyin kendi duygularını tatmin etmesinin birer yansıması ya da mevcut kapitalist tüketim ve eğlence kültürünün yeniden üretilmesi anlamına gelecektir.
Önderliğin 4 Nisan doğum gününü de bu anlam içerisinde ele alıp değerlendirmek gerekmektedir. Nitekim Önderlik, kendi doğumunun değerlendirmesini, bütünüyle kendi toplumsal doğuşu ve var oluşuyla bağlantılı bir biçimde ele almaktadır. Doğuşu, basit bir biyolojik doğuş olarak ele almak yerine, kendisinin şahsında gerçekleşen toplumsal büyüme ve yenilenme süreçleri ile bağlantı içerisinde ele almaktadır. Kendisinin anadan doğuşunu çok fazla değerli bulmadığını söylemektedir. Zaten kendisi ile anası arasında olan çelişkileri de, bu noktada çözümlemektedir.
Biyolojik doğuma çok fazla değer vermediğini kendi hayat hikâyesini anlatırken, çok çarpıcı örneklerle ifade etmektedir. Örneğin anasının kendisi üzerinde hak iddia etmesi karşısında “tavuklar da civciv yapıyorlar” diyerek, bu anlamda ananın kendisi üzerinde biyolojik doğumdan kaynaklı hak iddia etme yaklaşımlarını reddettiğini söylemektedir. Kendisinin gerçek doğuşunu ise bu biyolojik doğuşu gerçekleştiren anaya karşı vermiş olduğu mücadelede ifade etmektedir. Nitekim ilk isyanını anaya karşı giriştiği kavgada dile getirmektedir.
Daha sonraki süreçlerde, kendisinin gerçek doğuşunu devrimci doğuşla birlikte tanımlamaktadır. Özellikle PKK’nin kurulması ve örgütlendirilmesini kendi doğuşu olarak adlandırmaktadır. Daha sonraki süreçler için de benzer tanımlamalar yapmaktadır. Örneğin komplo sürecinde imha ile karşı karşıya geldikten sonra, kendisini paradigmal olarak yenileme ve toplumsal mücadelede yeni bir sürece girmesini de üçüncü doğuş olarak değerlendirmektedir. Önderliğin kendisinin doğuşunu anlamlandırması, bu anlamda tamamıyla toplumsal-sosyolojik bir kavramlaştırma ve anlamlandırmadır. Bu anlamlandırma hareketimiz içerisinde de anlamına uygun bir biçimde karşılanmaktadır. Örgütsel olarak büyük atılımlarımızı, büyük hamlelerimizi önderliğin doğum gününe denk getirmemiz bu gerçeklikle bağlantılıdır
İlk dönüşüm hamlemiz olan PKK’nin VIII. Kongre sürecini, 4 Nisan’a denk getirmiştik. Yine birçok konferans ve kongremiz de 4 Nisan’a denk getirilmiştir. En son da PKK’nin yeniden inşa kongresinin 4 Nisan gününe getirerek Önderliğin doğum gününe anlam biçmeye çalışmıştık. Yine Önderlik kendi doğum gününün hangi etkinliklerle kutlanabileceğine ilişkin de, insanların birbiriyle buluşması, ağaç ekilmesi, özellikle de mücadelenin geliştirilmesi tarzında ele alınmasını istemektedir.
En son doğum gününü analara ve kadınlara hediye ettiğini ifade etmişti. Bunun da ideolojik bir yaklaşım olduğunu görmek gerekiyor. Bugün özgürlük mücadelesinde anaların ve kadınların öncü bir rolü var ve mücadelenin pratik boyutunda da en ön saflarda yürüyen toplumsal kesimi ifade etmektedir. Dolayısıyla doğum günü, kendi toplumsallığını en çok temsil eden ve bunu da en çok Önderliği sahiplenerek yapanlara armağan edilmiştir.
Belirttiğimiz gibi, halklar bu tür günleri kendi gelenekleri içerisinde üretebilme noktasında köklü bir bilince ve kültüre sahiptirler. Bu konuda doğru refleksi gösteren halklardan bir tanesi de, Kürt halk gerçekliğidir. Bunu çok farklı boyutları ile açmak yerine, sadece en son gerçekleşen Newroz ve 4 Nisan kutlamaları sürecinde görebiliriz.
Kürt halkı imha ile karşı karşıya bırakılan, tecrit çemberi içerisinde imha tehdidi ile karşı karşıya olan Önderliğini büyük bir ayaklanma ve isyanla karşılamıştır. Newroz alanlarından tutalım, bütün direniş alanlarına, atılan tek sloganın “Biji Serok Apo” sloganı olması, aslında bunu göstermektedir.
Yine kendisini 4 Nisan’da yeniden inşa eden PKK’nin, kendisinin varlık nedeni ve yaşam gerekçesi olarak Önderliği görmesi, bütün her şeyi ile önderlik çizgisini yeniden üretme arzında örgütlendirilmesi bu yaklaşımın ideolojik alana yansımasıdır. Eğer Önder APO’nun 4 Nisan doğum günü bir etkinlik tarzında kutlanacak ve anlam verilecekse doğru yaklaşım halkın ortaya koyduğu bu tavır olarak görülmelidir. Bunun dışındaki basitleştirici yaklaşımlar, asla Önderlik gerçeğini ifade etmemektedir.
Özellikle Önderliğin doğum gününü, kapitalizmin basit tüketim kültürü ya da eğlence tarzında ele almak, böyle bir günün anlamını ve içeriğini boşaltmak anlamına gelecektir. 4 Nisan eğer gerçekten anlamına uygun kutlanacaksa, Önderliği anlamanın, yaşamsallaştırmanın ve bunun mücadelesini yükseltmenin günü olarak ele alınıp değerlendirilmek durumundadır.
Dolayısıyla 4 Nisanlar Önderliğin doğuşunun mutluluğu ve sevinci kadar, bunun karşısında kadro ve militan olarak duruşumuzun muhasebesini yaptığımız günler olarak da ele alınmak durumundadır.
Önderlik, her adımını, toplum ve halk adına bir doğuşa dönüştürerek kendisini var etmektedir. Bizler de Önderliğin doğum günü vesilesiyle Önderlik karşısında, halk karşısında, şehitler karşısında görevlerimizi ne kadar yerine getirebildik, ne kadar onlara layık olabildik ve ona layık olabilmek için önümüzde duran görevler nelerdir muhasebesiyle, 4 Nisan’ı karşılayarak anlam verebiliriz.
Böyle günlerde bu muhasebe çok daha güçlü yapılabilir. Zira her 4 Nisan, büyük doğuşların gerçekleştirilebileceğinin umudunu da içerisinde barındırmaktadır. Muhasebe yapıp, zorluklarımızı gördüğümüzde böyle günlerde yeni doğuşlar ve büyük çıkışlar yapabileceğimizi Önderlik gerçeğinde görerek, umudu, iradeyi ve çabayı büyüten bir ruhla karşılanırsa, bu Önderliğe, onun doğum gününe doğru cevap verme anlamına gelecektir.
Gerillanın kaleminden
- Ayrıntılar
DAİŞ Ortadoğu’da halklara karşı kullanılmaya devam ediliyor. Öyle ki tam bir yıkım gücü olarak nerede ortaya çıkmışsa orada, tam felaketle sonuçlanan neticelere yola açıyor. Yine insanlık değerlerinin hiç birini dikkate almayan, ezip geçen, çiğneyen bir vurucu güç olarakta da ileri düzeyde rol aldığı da her geçen gün daha iyi görülüyor.
Çok önceleri yazılarımızda Kemik Kırma Hareketi olarak DAİŞ’i nitelemiş olmamız doğrulanıyor. Ortadoğu’da emperyal blokun gerçekleştirmek istediği planlar yürümeyince, devreye herkesi hizaya getirecek bir gücü suni bir şekilde oluşturma ihtiyacı doğmuştu. Ve bu gücü oluşturdular.
Dikkat edelim; bu güçle Irak’ı dizayn ettiler, İran’ı dizayn ettiler, KDP’yi dizayn ettiler, Suriye’yi dizayn ettiler, Türkiye’yi daha doğrusu AKP’yi dizayn ettiler. Ve tabii bunları yaparken Kürdistan Özgürlük hareketini es geçmek istemezlerdi. Ve Kürdistan Özgürlük Hareketini dizayn etmek için de kaç zamandır, dört yandan DAİŞ çetelerini özgürlük hareketine ve özgürlüğü için ölümüne mücadele eden Kürt ve Kürdistanlı halkların üstüne saldırtıyorlar.
Ortadoğu’nun bu puslu havasında en çok yararlanan, ya da yarar sağlayan gücü hangi güçtür diye soracak olursak, vereceğimiz cevap kesinlikle emperyal güçler olacaktır.
Dikkat edelim; Irak kaybediyor, İran kaybediyor, KDP kaybediyor, Suriye kaybediyor, Türkiye kaybediyor, özgürlükçü Kürtler ise binlerce gencini kaybediyor.
Ya kim kazanıyor? Emperyal güçlerin neredeyse tümü ama en çokta İsrail devleti ya da Siyonizm demek daha yerinde olabilir.
Siyonizm özü itibariyle, kendisine karşı yürütülen savaşı başkalarının topraklarında, başkalarının eliyle yürütme ideolojisi ve siyasetidir. Başka meşhur bir deyişle; İsrail’in savaş tarzı tam bir Vekalet Savaşıdır. Kendi savaşını başkalarına havale ederek, kendi topraklarında yürütülen savaşı ötelemektir. Siyonizm bunun için oldukça kirli bir ideolojidir. Son tahlilde Siyonizm’in Yahudilikle de alakası yoktur, olamaz da.
Siyonizm’in diğer bir marifeti ise Ortadoğu’da herkesin herkesle savaştırılmasıdır. Aynen bugünlerde gündemde olan savaşlar gibi, herkesin herkese karşı savaştırılması gibi.
Ortadoğu tam bir kan deryası. Bu kan deryasında kim kazançlıdır. Silahlarının satımı için öncelikli olarak silah satan İsrail ve de Batı Devletlerinin silah satan Bekoyu Avanları. Almanya gibi, Fransa gibi, Çekoslovakya gibi derken ne kadar böyle ülke varsa, bunların tümü gibi.
Yine dikkat edersek, Ortadoğu’da halklara yaşatılan kan deryasında halklar kırdırtılırken, emperyal güçler kazanmaktadır. Denilecek ki ama bakın günlük olarak DAİŞ’e bombalar yağdırılıyor?
DAİŞ’e bombaların yağdırıldığı doğrudur. Peki, bu insanlık dışı güce silahlar nereden geliyor? Deniliyor ki bir ara Musul’a saldırmışlardı orada almışlar. Yine Suriye’nin-örneğin Rakka gibi-bazı kentlerini ele geçirdiklerinde edinmişlerdir.
Söylenenler doğru olmasına doğrudur da, nasıl oluyor ki Kobanê’de 12 bine yakın ölü bırakan bir DAİŞ, yeniden Cizre Kantonu’na saldırabiliyor? Tikrit’te darbe yiyor, Şengal’de darbe yiyor? Kobanê’de darbe yiyor? Darbelerken binlerce ölü bırakıyor. Yaralı veriyor.
Peki, nasıl oluyor da buna rağmen Rojava’da cephe üzerine cephe açabiliyor?
Bir de; bu güce katılanlar nerede kimlerin eliyle gelmektedir? Terörist olarak görülen bir güce yurt dışında gelişler o kadar kolay mı olur? Tamam, Araplar içerisinde katılanlar var. Suriye ve Irak, hatta Türkiye’de de katılanlar var. Bunlar doğru. Ancak Batı Kapitalist devletlerinin kimi istihbarat örgütlerinin eliyle DAİŞ’e nasıl teslim edildiklerini ise her geçen gün, daha iyi görüyor dünya.
İşte bunun cevabı Provokasyon ve Yıkım Örgütü olarak oluşturulmuş olan DAİŞ çete örgütüyle bağlantılıdır. DAİŞ’e diyorlar ki Kürtleri vurun, Kürtlere diyorlar ki DAİŞ’i karşı direnin. Ve hatta Kürtlere DAİŞ faşizmine karşı büyük direndiklerini de özenle dile getirerek, tahrik ediyorlar.
Burada da dikkat edersek kazanan kesinlikle İsrail’dir. DAİŞ ölse de İsrail kazanıyor, DAİŞ kazansa da kazanan yine İsrail’dir. Sistem ya da oyun öyle tasarlanmış ki, her hâlükârda İsrail kazanıyor.
Tuhaf gelebilir ama DAİŞ Ortadoğu halklarının başına musallat olarak piyasaya sürülürken, halklar kaybediyor. Direnenlerde kan kaybediyor, direnmeyenler zaten teslim alınıyor.
Provokasyon gücü dememizin nedeni bu ikilemdir. Ortadoğu’daki çelişkileri kendi lehlerine çevirmek için gerçekten de halkların başına büyük bir bela olan bir yıkım gücüne ihtiyaç vardı. Ve bu büyük yıkım gücü bugün –belirttiğimiz gibi-Ortadoğu’da rolünü oynuyor.
Unutmayalım; işte bu büyük yıkım ve provokasyon gücü DAİŞ ve onları maşa gibi kullanan İsrail -başta olmak üzere -emperyal güçler durdurulamaz ise tarihte bugüne süzülüp gelen insanlık değerleri ayakaltına alınmaya devam edeceği gibi, birileri de bu yıkıma uğrayacak olan kültürün yerine kendi kültürünü ekmeye çalışacağını bilmekten yarar vardır.
Kendi öz kültürümüzü çiğnetmemek için, kendi toplumsal varlığımızı savunmaya almak için erkenden pratik tedbirler almak her yurtseverin, devrimcinin temel görevi olmalıdır.
ŞIHO DİRLİK
- Ayrıntılar
Enternasyonal kişi kendi ulusal sınırlarını aşan yani uluslararasılaşan ya da ulusları kendi bağrına alarak ulusüstüleşen kişi demek oluyor.
İnsanlık tarihinde enternasyonal kişiliklere çok rastlarız. En çok bilinen bir olay Spartakistlerin direnişine çok sayıda farklı halktan direnişçinin katılmasıdır. Hiç şüphe yok ki; enternasyonal duruşu Spartakistlerin direnişi öncesine de götürebiliriz.
Ve tabi geçen yüz yılda da enternasyonal kişiliklerin ileri düzeyde katıldıkları direnişler olmuştur. En bileni İspanya İç Savaşı’ydı. Bu direnişe dünyanın dört bir yanında solcular, sosyalistler, anarşistler akarak Franco faşizmine karşı durmuşlardır. Ve tabi yine Yunanistan’da da Alman faşizmine karşı verilen direniş mücadelesinde de benzer sahnelere rastlıyoruz.
Daha yakın tarihte ise insanlığın yüreğine taht kurmuş olan Che Guavera’yı biliyoruz. Bir Arjantinli olarak yola koyulan Che, Venezüella’da sosyalist öğretiyi öğrenir, 1953 yılında Küba Devrimi’ne katılır, ardından ise önce Kongo ve Afrika ve 1967 yılında ise Bolivya’ya doğru yola koyularak, şahadetine kadar bu enternasyonal duruşunu sergiler.
Che’nin: “Ölüm nereden ve nasıl gelirse gelsin... Savaş sloganlarımız kulaktan kulağa yayılacaksa ve silahlarımız elden ele geçecekse ve başkaları mitralyöz sesleriyle, savaş ve zafer naralarıyla cenazelerimize ağıt yakacaksa, ölüm hoş geldi, safa geldi!” sözleri halan kulaklarımızda yankılanmasının bir nedeni, Che’nin enternasyonal duruşu olduğu açıktır. Ve tabi aynı zamanda Vietnam için sarf ettiği şu sözlerdir: “Bugün dünyanın tüm ilerici güçlerinin Vietnam halkıyla dayanışması, Roma arenalarındaki gladyatörleri alkışlayan pleblerin acı ironisine benzemektedir. Sorun, saldırının kurbanına başarı dilemek değil, onun kaderini paylaşmaktır; kişi, zaferde ya da ölümde onunla olmalıdır. Vietnam halkının yalnızlığını tahlil ederken, insanlığın bu mantık dışı anında zangır zangır titriyoruz.”
Bu sözleriyle Che tüm insanlığın sadece “Vietnam haklıdır, desteklemeliyiz, yardım etmeliyiz” dememiştir. Daha da ileriye götürerek, Vietnam’da olup bitenleri kendisine yapıldığını yaşayarak, hissederek, Vietnamlıların yanında mücadele etmeye davet etmiştir.
Che’nin çocuklarına bir nevi vasiyet olarak bıraktığı mektubunda ise: “Her şeyden önce de dünyanın herhangi bir yerinde herhangi bir kişiye karşı yapılan herhangi bir haksızlığı daima yüreğinizin en derin yerinde hissedebilin. Bu, bir devrimcinin en güzel niteliğidir” sözleri onun enternasyonal olmanın derin duygularını bizlere daha iyi göstermektedir.
Evet, enternasyonal kişi her şeyden önce: “Dünyanın herhangi bir yerinde herhangi bir kişiye karşı yapılan herhangi bir haksızlığı daima yüreğinin en derin yerinde hissedebilin” kişidir.
Ve bugün 21. Yüz yılının başında uluslararası faşizan güçlerin Ortadoğu’yu kavurdukları bir tarihi an’da, Rojava Kürdistan’ında yeniden bir enternasyonal direniş kültürü yeşeriyor. Ve bu direniş kültürüne Ortadoğu’da halkların kıyımını hedefleyen faşizan DAİŞ güçlerine karşı Kürtlerin direniş cephesine ilk elden katılan büyük enternasyonalistler Türkiye ve Arap halklarının genç evlatları olmuşlardır. Ve tabi kendi topraklarını savunan Asuriler, Ermeniler, Çeçenler derken birçok farklı halktaki genç insanlar olmuşlardır.
Rojava Devrimi’ni dünyanın dört bir yanına taşıyan Kobanê direnişiyle ise bu enternasyonal akış birçok farklı halktan insanın akmasıyla daha da büyük bir anlam kazanmıştır.
Örneğin; Kobanê direnişine Amerikalı gençler başta olmak üzere, Almanlar, İngilizler, Fransızlar derken böyle birçok halkın evladı, aynen İspanya İç Savaşı’nda oluşturulan Uluslararası Tugaylar misali enternasyonal katılımlar akmıştır. Kobanê direnişi derken tüm Rojava Devrimi’ne akış her geçen gün de artmaktadır.
Evet, Rojava Devrimi adım adım Uluslararası Tugaylara doğru gitmektedir. Enternasyonal ruh Kobanê başta olmak üzere tüm Rojava Devrimi’ne yayılırken, hem katılımları hem de faşizme karşı gösterdikleri direniş ruhlarıyla da Kurdistan toprağına düşen çok sayıda Enternasyonal Ruh, dünyada yeni bir enternasyonlizm dalgasına yol açacakları kesindir.
İngiliz olan; Kemal yani Erık Konstandıno Scurfıeld, Avustralyalı Bagok Serhet-Ash Johnston; Alman-Afrikalı olan Avaşin Tekoşin Güneş-İvana Hoffman, Türkiyeli devrimciler Sarya Eylem Deniz-Sibel Bulut, Paramaz Kızılbaş- Süphi Necat Ağırnaslı, Serkan Tosun ve böyle toprağa tüm halkların özlemleri için düşen nice genç enternasyonalistler…
Başka diyarlarda Kürdistan’a gelip mücadele eden onlarca enternasyonal devrimcinin yanı sıra, bizatihi bu topraklarının farklı halklarında olan insanlar…
Ve de Kürdistan dağlarında yönlerini Rojava Devrimi’ne döndüren nice gerilla savaşçılar…
Evet, bugün Rojava’da yeni bir dalga gelişiyor ve bu dalga -aynen zamanının Franco faşizmine karşı direnen ve karşı koyan Uluslararası Tugaylar gibi-gün gün gelişiyor ve genişliyor. Bu gelişmenin altında yatan temel neden her devrimcinin yüreğinde taşıdığı insanlık sevgisi, adaleti olduğu kesindir. Bu sevgiyi en derinden yaşayan Türkiye Devrimci örgütlerinden olan MLKP başta olmak üzere birçok devrimci örgüt bu ruhu daha da gürbüzleştiriyor. Bu sevginin ve özlemin Che’nin ta yıllar önce söylediği gibi: “Dünyanın herhangi bir yerinde herhangi bir kişiye karşı yapılan herhangi bir haksızlığı daima yüreğinizin en derin yerinde hissedebilin” duygular ve bilinçten kaynaklandığı da kesindir. Ve bunun ise çok büyük ve derin bir enternasyonalist ruh olduğu kesindir.
Evet, yeniden yeşeren Enternasyonal Ruh’a denk bir şekilde yönümüzü yüz yılımızın enternasyonal mabedi olan Rojava Devrimi’ne çevirirken, Ortadoğu’da halkların gelecek özgür yarınları için canlarını Kürdistan toprağına akıtan tüm devrimcilerin önünde saygılıyla eğiliyor ve onların takipçileri olmaya çağırıyoruz.
Kasım Engin
- Ayrıntılar
Söyledikleri kadar varsın. Bu Sırat değil, seni onlara, onları sana bağlayan söz köprüsüdür. Senin için seni söyledikleri yüzüne en az iki yürekten kan dolmuyorsa yıllar cam ayazlarına konuşur. Kendi çizgileriyle oynarken uçarıdır, sert gece ayazının yalnızın ölümüne güzellemesi kadar hazin. Başladığı yere dönen delişmen dere, her akış biraz da aklın zorudur. İnadın bir nedeni var; sabırsız yara kabuğu gibi kıyısını aşındırırken tanımamak aksini. Aynasına küskündür acı su. Aç gönlünü artık gece bilgisine, çürümeden önce olgunluk gelir.
Ellerine dokunur gibi yap. Sevgiyle öptüğün yüreği yıkar gibi. Bir eşyasını al birinden ve kullanırken kendini oyna. Tuzdan deniz süz, kendini senin olmayanı yitirme korkusundan. Sormadan bulamazsan yalanı, gül aldanışlarını unut. Zar ağlasın, erisin arı kanatların. Zakkum düşlerine konuk altıgen uçuşlara deli bal erisin. Gizli hatıralara gülümseme beyazı jestler çiz, yeşil göllerde yel dokunuşları silsin yanlışları. Al, kar harfleri damıtılmış yalnızlığın, emzirdiğin çoğunluğun zehirli tadından bir damla. Evleriyle hüznü de boşalmış yasak mıntıkalar dışında bulamayacağın tasvirler. Birbirinden unutkan renklerde geçirgen gövdenin bize uzak ışığı sorgusunu bul.
Ve su, bir tek şimdi varız, sen bizden önce ve bizden sonra. Seni tanrı gönderdi, kovduğu bizim gibi, cennetinden kovduklarının yanına. İhtimalin sonu kapıdaki yüzler, bir aşiret deneyi, suskunluğunun demlendiği izbe bataklık. İçeri girmek için birer bahane unutman gereken. En güzel bahane kapı önlerinde bulunur, çitte savurgan, kirpiğin sıkı naz geceleri. Kaç yıkamada aklanacak eski giysilerin yaması, kaç Elvan gül solunca belleğinde, can özgesi yansıdıkça paslı kılıçlarda sen temiz türbelere mi akacaksın? Toprağa gömük uğultu katliam, içe dönük her söz sesini aramaktır, figan buluşamadığınız pişmanlık, pişmanlıkla başlayan bir başka buluşma. Yalnız kendini ağlatmaksa yine de marifet. Kalıntı sözcüklerdir bizi, seni yürüten, başkasının kolları gibi düğümlü ağaçlar arasında, arasında sanki gerçeğin iki hayalinin, her birimizi ayrı yöne çeken gölgelerin bıraktığı buluşmaya istekli tek sıra sözcükler, sıra bozan sevimli, birkaç adım ötede ilerleyen söz demek buluşma;
Bitince solgun günler, dudaklarımızdaki başkasının sessizliği, ayıp, zulüm, suç gibi eksiksiz bu düşüş ve üç dört gün daha…
Kıyıda bir gölge sana bakacak, geçip giden bulutlardan kalan sözcüklerle
SÖZ KIZILDERE SÖZÜ!
“Ölmesen yenileri doğmazdı. Annem abimin kulağına küpe fısıldamazdı adını.” Bu, bundan on iki yıl önce bir duvar gazetesine Mahir Çayan’a ilişkin yazdığım yazıdan bir tümceydi. Yazıdan hatırımda kalan bir başka ayrıntı Mahir Çayan’ı bir otobüste Samsun’dan Ankara’ya doğru üniversite okumaya giden bir gencin uzak aklına ulaşarak betimlemeye çalışmamdır. İmgelemim onun kafasını bir otobüs camında tersine akan ağaçlıklar içinde bırakmadığı kendi yansımasıyla bir arada buluvermişti. Onun hayaline doğru utana sıkıla yol alırken şöyle demiş olabilirim: “Yansımada ne bulmuştu? Merak daha dayanılır bir işkence yolu muydu düş söktüren bilmenin gölgesinin yanında? Bir kez bildikten sonra düşüncesiz durmaya hangi yürek dayanırdı?”
Şimdi yansımanın gözündeki Mahir Çayan’ı görmeye çalışıyorum. Üç görüntü ediyor hesaplarıma göre…
Anımsayabildiğim en eski zamandan birkaç yıl sonrası seksenlerin başına denk düşerken ben bir ilkokul öğrencisiydim. Tipik cennet bir köy yerinde en ayırt edici olay köyümüzü ortasından ayıran dereydi. Derenin özel bir adı yoktu; adı Dere idi. Dere denmesi en çok da kaynağın olduğu yere yakışıyordu. Ovada adını yadsıyan dere, aşağıdan yukarıya doğru dağ uçurumuna yaslı ve şaşılası ada dayalı Dere’ye dönüşüyordu. En az dere olduğu yerde. Bu ad sıra dışı bir yanının olmamasından da ileri gelebilirdi. Munzur dağlarından doğan tüm dereler gibi yeni silinmiş akvaryum camı görünümü ve eşsiz alabalıklar. Adı gibi katışıksız, soğuk suyunun ona armağanıydı. Başka herhangi bir takı, sıfat bulandırır endişesi. Yatağında özgür akmak böyle mi olurdu? Onu oluşturan bölümlerin birer adı vardı, ola ki bu adların toplamına eşitlenmekti Dere. Köy yerinde bir yatakta akan bir şeyi toplamak için kaynağa inilirdi. Buna yağmur duası da denebilirdi.
Dere dağdan kopardığı çağıltısı, köpükler oluşturan minik çavlanlarıyla aşağıya ilerlediğinde sola doğru bir rota izler ve Fırat’a karışırdı. Benim solum iyimser. Doğaya bağımlı köy halkının, solcu diye bilinen oluşumlara yakın durmasında o derenin de payı olduğu yönündeki kuşkularımda gram deseniz gerileme yoktur. Düşünceme göre Mahir Çayan otobüste başını sola devirmiştir, sonra yansımasının sağa yattığını görünce gözlerini kapamıştır.
Anneme dönmek istiyorum. Annem kendisinin başka bir ad verdiği abime üç veya dört kez kesintisiz olarak Mahir derdi. Belki abimi biraz erken doğurmuş olmasının açığını böyle kapatıyordu. Abim, Çayan’ın ölümünden sonra doğsa bir şey değişir miydi? Bence güzel gelen aynı adı vermek değil, onu ara sıra hatırlamaktı, oğul söz konusuysa bu bir anne için her an demekti. Ardı ardına aynı tonda, bir sonrakini gücendirmeden çıkan “Mahir, Mahir, Mahir!” dizisi küçük camlara vuran yağmur sesi gibiydi. Ya “Mahir Çayaaan!” diye noktalanan sevgi seline ne demeli... Ben gücendim mi camdan sessiz akan damla gibi? Mahir adının kutsandığını o günlerde anlamıştım bizim evde, abimde cisimleştiğini, kanımca buna itirazım olmadı. Bu adın abimde anımsanmasının fonetik bir karşılığının olduğunun da bilincindeydim, başka nedenlerin de. Abimle yarışmak gibi bir derdim yoktu. Tek sorun benim adımın fonetik olarak karşılık bulduğu bir kahraman adının hazırda bulunmayışıydı. Sadece o olsa hadi neyse… Besbelli bu kahramanlar nasıl yapmışlarsa, söylemin hangi inceliğini, sivri ucunu bulmuşlarsa bu uzak köye ulaşmışlardı. Ve ben onların adlarına bile uzaktım. Bunun üzerine bu kahramanları kendimle özdeşleştirdim. Eski bir solcunun öğüdünde bulduğum yeni kimlik sayesinde.
“Anlatılanlar sonra gelir, düzensiz, telaşlı yazgıdan da sonra. Anlatılmak izdüşümü olmaktır unutma; tarife uğrayan gölgelerdir. Çokça bulunurlar, çabuk da kaybolurlar. Gerçeği en iyi yansımalar bildirir ama bunun kendilerine yararı olmaz. Sende bugüne sürgün yılların kokusu sinmiş uzaklık, sırtını döndüğün her şeyde senden ayrı bir varoluş, bu ikisinin öyküsüdür. Gel bugün öyküyü dinle, sonra ayaklanırsın. Ayaklanmasan bileklerini kesen zinciri başka türlü anlatamam.” Bunu ciddiyetle düşündüm. Ne olduğunu o günlerde anlamaya başladığım geleceğin ağır baskısı altında. Ondan kaçarken ona sürükleyen etkili bir baskıydı. Araya yıllar girdi, ne değişti bilmiyorum, annemin abime art arda Mahir deyişi ise kulaklarımda capcanlı.
Onlar bizdendi. Artık üç devrimcinin (Mahir Çayan, Deniz Gezmiş, İbrahim Kaypakkaya) bizde neden o kadar tutuldukları, “gençler” denerek bağırlara basıldığı anlaşılıyordu: Ölümün üç değişik biçimini altın tepside sunmuşlardı gözden düşmüş, her anı eli kolu bağlı ölümü kıskandıracak bitirilmelerle yüz yüze insanlara. Tek başına işkence acısı, üç kişilik darağacı, kurşunlarla delik deşik olmuş on beden. Ancak bu yolla aralanabilmiş yaşam umutları.
Kızıldere de böyle bir yerdi. Tokat ili Niksar ilçesine bağlı bir köy. Diyelim bir deresi vardı, tan kızıllığından almıştı adını. İnsanları hep yoksul ve suskundu, bitkin yüz çizgilerinden hemen silinebilecek kuşkudan bile çekiniyorlardı. Köy Türkmen köyüydü. Alevilerdi. Bir zaman yenilmiş Baba İshakların torunlarıydı kim bilir. Kapıları zorba düzene karşı durmuş herkese açıktı. Bu nedenle kapılar hemen açıldı, aynı dramatik nedenle de ihbar yapıldı.
Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan idam edileceklerdi. Onlar THKO (Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu) önderleriydi, Mahir Çayan ise THKP-C’nin (Türkiye Halk Kurtuluş Partisi-Cephesi). Mahir Çayan ve yoldaşları 27 Mart 1972 günü Ordu Ünye’deki NATO üssünde görevli üç İngiliz teknisyeni yanlarına alarak Kızıldere’ye getirdiler. Amaçları pazarlık yoluyla idamları engellemekti. Eğer bunu başaramazlarsa kanlarının son damlasına kadar savaşacaklardı.
68 kuşağının ruhu dipdiriydi. Ayrışmalar henüz bir ağacın küçük dalları kadar uzaklığı anlatıyordu. Öyle olmasa ne olur? Türkiye şimdilik yarı sömürge ya da tam sömürge değildi. Dikta mıdır, oligarşi midir sorunsalından çıkışta Milli Demokratik Devrim ve Sosyalist Devrim anlayışlı günlerindeydiler. Kırdan kente mi, kentten kıra mı devrim tartışmaları bir hafta soluklansa kıyamet kopmazdı. Kıyamet Ankara Merkez cezaevinde koptu kopacaktı. Ya da daha yakında Kızıldere’de. Örgüt dedikleri şu durumda ilkelerini başka türlü yorumlamaya ve diğeri için yapılacak her girişime göz yummaya saygılıydı. Söz konusu olay suyun içinde eriyen şekerin durumuna benziyordu. Kimlikler birbirine karışarak yeni biçimler alır ama asla kendi varoluş gerçeğini yok sayamaz; su bir şekilde sudur, şeker de nasıl olmuşsa o suyun içine girmiş şeker; ıslak şeker, tatlı su. Öncü savaşı vererek kendini feda eden devrimciler devrimin önkoşuluydu. Bu o gün devrimcilerin ayrım gözetilmeksizin devrimci olmasıyla çelişmiyordu, kendini kanıtlamak için de bulunmaz fırsattı bir eylem. Zaten biri ölürse diğerinin yaptığına yaşamak denmezdi, devrimcilik hiç denmezdi. En önemlisi onları bir araya getirenin düşman bilinci kadar dost, yoldaş, halk sevgisi olmasıydı. Buna siper kardeşliği-yoldaşlığı diyorlardı.
Muhtarın evindeki bekleyişin ardından çevrelerini faşist 12 Mart 1971 cuntasının silahlı güçleri tarafından sarılmış halde buldular. Operasyonun başında, Ankara Merkez Komutanlığı görevinde bulunan Tümgeneral Tevfik Türün vardı. Rehineleri umursamayan faşist kelle avcıları belli ki aldıkları kesin bir emri uyguluyor ve teslim olmak dışında bir seçeneğe şans tanımıyorlardı.
30 Mart 1972 gününün şafağından öğlene kadar süren bekleyişin ardından düşman saldırısı başladı. Donanımlı gelmişlerdi. Helikopterler, bir evde kuşatılan on bir kişilik bir grubun ateş gücünü kat be kat aşan silahlarıyla çok sayıda asker, köylülere göre NATO unsurları bile. Yani biraz sonra “mübalağa cenk olundu” dedirtecek her şey.
Devrimcilerin kararlılığı tamdı. Bunu evin damına konuşma yapmak üzere çıkan Mahir Çayan kuşku götürmez biçimde vurguluyordu: "Biz buraya dönmeye değil ölmeye geldik!" Ezilen, sömürülen insanların çocuklarıyla bir sorunları olmadığını, hatta onların hakları için mücadele edildiğini şu sözlerden daha iyi ne anlatabilirdi; "Sıradan askerleri çekin üst düzeyler gelsin!"
Grubun tartışılmaz önderi henüz yirmi altı yaşındaki Mahir Çayan’dı. Başka kimler yoktu ki. Dev-Genç Genel Başkanı Ertuğrul Kürkçü, Dev-Genç ileri kadroları Hüdai Arıkan, Sinan Kazım Özüdoğru, Nihat Yılmaz, Ertan Saruhan, Ahmet Atasoy, Sabahattin Kurt, Saffet Alp. Ayrıca THKO öncülerinden Cihan Alptekin ve Ömer Ayna da oradaydı.
İlk vurulan damın başında bulunan Mahir Çayan oldu. Ardından diğerleri. Evde bulunanlar gerektiğinde kendilerini havaya uçurmak üzere bombalarını çıkardılar. Yoğun makineli ateşi sürüyordu ve faşist sürü hiçbir kural tanımayacağını göstermek istercesine köy evini roketatar ateşine tutmuştu. Bir roketin eve isabet etmesi sonucu ellerindeki bombaların da patlamasıyla kalan devrimciler ve rehineler can verdiler. Yaralı durumdaki Saffet Alp ise gelen askerlerin kafasına sıktığı kurşunla yaşamını yitirdi. Oradan yalnızca Ertuğrul Kürkçü yaralı olarak kurtuldu.
Evet, Kızıldere böyle bir yerdi. Onlar gitmeyene kadar fazla kimsenin adını tesadüfler dışında duymayacağı, duysa unutacağı bir yer. Niksar, Tokat neyi değiştirir. Zaten sonra adını değiştirdiler, Ataköy yaptılar. Niksar’dan alıp Almus’a bağladılar. Belediye de olmuş. Hepsi bir anlam ifade etse de gerçek söz konusu olduğunda Kızıldere son mermi kafaya sıkıldığında haritaların çizdiği çizgileri kanla silmiş, çoktan başka derelere karışmıştır. Sağa akan Karadeniz ırmaklarının Karadeniz tarafından tersine, sola çevrilmesi gibi, kaynağa. Hiçbir düş kırıklığının yok edemeyeceği kesinlikte.
- Ayrıntılar
Örgütlü toplum kendini sağlama almış toplumdur. Kendini sağlama almış toplum ise bir bütünen kendini, kendi özüne denk bir şekilde yeniden oluşturmuş toplum demektir. Bu ise özüne daha güçlü bir şekilde dönmüş toplum demektir.
Unutmayalım ki savaşçı iktidar güçleri kendilerini yaşatabilmek için, var kılabilmek için toplumu var eden, toplumu oluşturan tüm değerlere inanılmaz ölçüde saldırmışlardır.
Toplumu en çok var eden temel değeri nedir? Toplumun ahlaki örgüsüdür. Yani bir toplumu bir nevi tutkal gibi bir arada tutan değerleridir. Bunlara hangi ad takılırsa takılsın, ama biz biliyoruz ki tarihsel oluşumuna baktığımızda, toplumu en çok bir arada tutan değerlerinin başında kimseye boyun eğmeme değeridir. Yani özgür duruş arayışıdır. Diğer önemli büyük bir değeri ise ortakça yaşama değeri yani arayışıdır.
Tarihsel şartlar gereği de olsa, zorunlukta olsa sonuç itibariyle toplum var olabilmek için, yaşamını sürdürebilmek için bir arada yaşamak zorunda olduğunu iyi bilince çıkararak, bir arada yaşamanın değerlerini ya da normlarını geliştirmeye çalışmıştır.
Hem özgürce yaşamayı hem de bir arada, ortakça, eşitçe, hakça kalmayı ve öyle kendileri korumayı neyle başarmışlardır diye bir soru sorsak vereceğimiz cevap kesinlikle örgütlü duruşlarıyla olacaktır. Yani bir toplum ayakta hem de özgürce kalmak istemiş ise önce kendisini örgütlemiştir. Hem de a’dan z’ye kadar kendisini örgütlemiştir.
Bu örgütlü duruşa birçok bilim insanı öz savunma demiş. Kimisi buna politik ve ahlaki toplum demiş. Kimisi özgürlüğe aşık olma demiş. Her halukarda bu duruşa her bilim insanı ya da tarihçi saygı göstermiş.
Ne var ki bu tarihsel gerçeklik savaşçı iktidar güçlerince ayakaltına alınarak, ters yüz edilmeye çalışılmıştır. Ve çoğu zaman da bu başarılmıştır. Öyle ki toplumların özgürce yaşama istemlerine ket vurulmuştur. Gemlenmiştir. Hem de oluşum halleri olan ortakça yaşam gelenekleri dinamitlenerek. Örgütlü halleri param parça edilerek. Yani bireycileştirilerek. Bu sağlandıktan sonra o bireyleri esir almak, teslim almak, yaptırmak istediklerini ona ya da onlara yaptırmak hiçte artık zor olmamıştır.
Dikkat edelim çağımızın son icadı olan kapitalist modernite diye tabir ettiğimiz toplumu parçalama motoru olan bir sistemin yaptığı ilk iş nedir? Toplumu toplum olarak tutan tüm örgülerine saldırmasıdır. İnsanların tutunacakları hiçbir değer bırakmamasıdır. Yukarıda ifade edildiği gibi sadece tek başına insanları bırakmasıdır. Meşhur deyimle; her koyun kendi bacağında asılır misali, toplumun tüm fertlerini tek tek yakalayarak, düşürerek, peşine takarak bacağında asmasıdır.
Bir kere toplum ya da insan bu hale gelmiş ise orada artık özgürlük kalmamıştır. Orada toplumsal değerler yani yaşam –özgür yaşam ahlakı- kalmamıştır. Orada güzel işler yapma kalmamıştır. Orada doludizgin köleleşmeye doğru bir gidiş oluşmuştur. Orada kapitalist modernist çağın halkları köleleştirici, tutsak alıcı, sömürge altına alıcı politikalarına kayış artık başlamıştır.
Dikkat edelim, ülkemizde yaşanmış olan gerçeklik böyle ortaya çıkarılmadı mı? Ülkemiz böyle cendere altına alınmadı mı? Toplumu parça parça edilerek, birbirine düşman haline getirilerek, düşürülerek, kendileri için kullanarak derken, tahrik edilerek, provoke edilerek, ezilerek, katledilerek bu hale getirilmedi mi? Bu yöntemlerle bu hale getirildiği açıktır.
Peki, bunun tersine dönüştürülmesi, yeniden kendi eski formuna yani orijinal haline gelmesi nasıl gerçekleşecektir? Özgürce ve ortakça yaşanmışlıklara geri dönüş nasıl sağlanacaktır?
Açık ki yeniden ahlaki ve politik değerlerine tümden kavuşarak, yani toplum yaşamının tüm alanlarında örgütlü hale gelerek, siyasetimizi kendimiz oluşturarak, ekonomimize sahip çıkarak, toplumsal alanımızı yeniden ortaklaştırarak- dayanışmacı kılarak, toprağımıza, suyumuza, havamıza, enerjimize yani doğamıza sahip çıkarak. Kendi kültürel değerlerimize sahip çıkıp yeniden yaşatarak, neolitik çağlardaki gibi bu toprakların en güzel rengi olan kadınların özgürlük istemlerine hem saygı duyarak hem de bu özgürce çıkışın yanında durarak, kendi güvenliğimizi kendimiz sağlayarak, komşu halklarla demokratik ve barışçıl bir tarzda kendimiz ilişkilenerek, zihniyetimizi geçmişin o kir pasından arındırırken bunu kendimiz yaparak ve böyle daha nicesini ve nicesini yaparsak, kendimiz oluruz, kendimizin oluruz.
Aksi taktirde hep birilerinin oluruz ki, birilerinin ise bize sunacakları en iyi lütfunda kölelik zincirlerini daha fazla takmaları olacağını en iyi bize son yüz yıllık tarihimiz bize göstermiştir.
Evet, bu zincirleri kırmak ve param parça edebilmek için daha fazla örgütlü olmaya -hem de a’dan z’ye kadar –örgütlü olmaya su ve hava kadar ihtiyacımız olduğu kesindir.
HAYRİ ENGİN
- Ayrıntılar
Neresinden başlayacağımı bir türlü bulamadım. Nihayetinde, en vaktinde başlamaya karar verdim. Rüzgârın yaprağı savurduğu gibi bir uçurum aşkıdır yaşam. Böyle nasıl demeli TİN bir sesi vardır insana karsı. Yani insana sonsuz bir acı hiç bitmeyeninden ve ölüme terk edilmiş umut ağızın gerçeği olmuştu yaşam. Tam bu noktandan sonra yeşermeye başladı yaşam. Belki vaktinden çok geç belki de ayetin şiddeti gibi anında terleten silkelenmeydi benim dağ hikâyem. İlk ayetin dağlara inmesi ve ilk ayetin dağlardan insanlığa ulaşması arasında hiçbir fark yoktur. Hakikat kendini hep tamamlar. Yaşamda ki enerjiyi yeşertir can verir renk katar ve kendinden ötesini lanetler ve yeni anlamlar katarak ulaşır sistemin zavallı insanına. Beyninde milyonlarca parçalar milyon tane boşluklar yaratılan O insanlardandım.
Ben yaşamımı iki ye ayırdım
Kitaptan önce ve kitaptan sonra
İlk ayetin sesini dağlardan duyduğumda lisenin son yılıydı: gözlerime bir kitaplığın rafının ikinci sırasında bir roman yansıdı. romana şiire yazıya hiç ilkimde yoktu yani. O şiddetli yaşam ergenliğinin ve dayatılan baskıcı aile gerçekliğinden başka hiç bir şey anlaşılmıyordu. Sadece gençliğin verdiği özgürlük isteminin deliliği vardı. Yaşamın özgürlük anlayışından uzak bir anlayışlar dünyası vardı: kendime göre bir özgürlük aileye göre özgürlük ve bunların anası olan modernite’nin yarattığı virüslü bir özgürlük vardı. Bunların o kocaman görünen baskı ve istekleri karşısında okumanın değerine ulamsak hakikatin tüm gerçeklerinin onunda secde etmesiydi. Yani yaşamımı ikiye ayırmamı sağlayan bir kitaptı. Bir kavalın ezgisiydi ismi. Sadece ismi hoşuma gitmişti: Beni böyle bir kavalın içindeki gizlenmiş hakikatlere ulaştıracağına nerden bilebilirdim. Gözümün o rafa gitmesi o heyecanın nasıl yaratıldığında ki muammayı halen bulamadım. Zaman Sonbaharın insanı ağırlaştıran doğada manalar aramaya sürükleyen yaşama yönelik vicdanına yönelik bir hesap verme mevtsiydi. O zaman kapımı çalıp içeri girmişti…
Aile ve geçmişin korkuları
Kitabı okumaya başladım ilk günden içindekileri bana öğretilenin tersiydi, ailemin bu kadar ters ve korkunç yaklaşımlarının nedeni sistemin yaratığı tahribatlardan kaynaklı olduğunu belirtebilirim. ilk yasamı orda ilk direnmeyi orda ve ilk yalnızlığı orda öğrendim.. Yalnızlaşıyordum çünkü: Aile geleneği toplum geleneği sistemin çarkına hep su taşıyordu. Elâzığ sistemin en korkunç çuvallar geçirilmiş bir Kürdistan şehriydi bir oyuncak hamuru gibi olmuştu. İnsanları sistemin tüm kalıplarına hazır bir asker misali bir durumla karşılaştırıyor seni. Anne baba ilişkisinden ev ortamını sorgulayan ve toplumu irdeleyen gelişmeler oluyordu küçücük beynimde. Yalnızlığın yoldaşlığını ilk orda tanıdım. Kitapla ailede tartışmalar gelişiyordu ama hep bastırılmış dinden öte bir dogmalarla tıpkı manasız bırakılmak istenen kuran ayeti gibi. Düşündüğümün yaşamda ters resmedilmesi bende artık dayanılmaz anlam kaybına, o yaşamdan öteye yönümü çeviriyordu. Erkeğin liderliği Hakim’ken, kadının yaşamın her yerinde olmasına rağmen, hiç yaşamadığı gerçekliğini çözmeye başladık, bir bebeğin o ilk nefesinizdeki mukadderliğe, maaddi prangaların vurulması, bir koruyucunun günlüğü 25 dil olup insanlığı öldürme, gülümsemeleri bir çiçeğin kendi rahminden yarattığı o hakikat kokularının yitirilmesi ve nicelerinin de yitirilmiş yasam deryası yönümü dağların yaşamına çevirmişti…
Artık kıblem dağlar olmuştu..
Kapitalist modernite’nin yarattığı tüm o ezik duyguların sahibiydim. Az veya çoğu önemli değildi bunları artık biliyordum. Dayanılmaz bir yüktür fark etmek ve yaşayamamak. Bir kadının bir erkeğin bir toplumun veya doğanın artık kendi özünü yaşayamaması beni yalnızlıklara dağlara cevirdi. Ve bunun böyle sürmesi delirmekti ölmekti yaşama ihanettin ta kendisiydi. Evet, kimi zaman fikrinden ödün vermemek için adeta tüm sistemin yarattığı o maddi kalıplar o ailevi kalıplar ve toplumun kalıplarına karşı savaşlar veriyordum, kaybetmiyordum ama ani bir hırs ani bir savaşım gururunun sonradan geçici bir yalnızlık olduğunu anlıyordum artık. Beni bir şeylerde güçlü kılıyordu bu savaşımlar hakikat özgürlüğünün peşine düşmeyi değil, Onu yaşamayı dağlara dönmeyi değil Ona doğru yürümenin vakti olduğunun habercisiydi. Bir haber alır koşarsın ya hiç durmadan işte bende bu habere karşı artık yüreğimi beynimi ayaklarımı durduramıyordum... Ve yürüdüm dağlara..
Dağın farkı neydi?
Bir çocuğun ebeveynlerini görüp koşarak kucağına zıplaması ve o an sonsuz gülücüklerin yüzünde yaratılmasından hiçbir farkım yoktu artık. Yeniden bir doğuş yeniden bir yaşam yeniden var olma gülücükleriydi benimkisi. Yeni bir doğuş sancılar yaşatır insana gülücüklerin tek nedeni sancılardır aslında. Dağlar kişiye direnmeyi iradeyi yoldaşlığı ve ahlakı tane tane peygamber ’sel sabırlarda öğretiyor insana. Bir bebeğin ilk adımındaki ölümsüz gülücüklerin nedenini anlıyordum. Dağlarda bir adım atmanın yarattığı serüvenleri duyguları her an geçtikçe aşkın sevincin kişide yarattığı filizlenmeği yazmak bile insanı kendi hakikatine ulaştırıyor… Dağın insanda yarattığı yoldaşlığı neyle anlatmalı? Bir kadının kendini yeniden yaratması kendi gücünün gerçekliğine ulaşmasını neyle tüm dünyaya duyurmalı? Ve insanı sorgulamalara götürmesini neyle yazmalı? Yaşamadan bilebilir misin?
Neden mi dağlara?
İnsan anıları ile yaşayan bir canlıdır. Sistem yaşamını düşünüp yoğunlaştığım vakitler uçurumlardan bakmış gibi oluyorum. Nasıl yaşanılmış böyle diyor insan kendine. Bu kadar kendi zevklerine düşürülmüş bu kadar bencil hazincı bu kadar yıkımları yaratan bir yaşam tarzının sürdürülmesine insan nasıl boyun eğiyordu? Bu kadar yok edeci bir sistemin kuşağı olmanın ürpertisini anlıyor insan.. Neden mi Dağlara? Denince düşünmeye gerek yok yoldaş Sağına soluna bakmak yeterli. Annenin o bastırılmış sesi yüreğine ulaşmaz mı? Doğacak olan çocuğun özgür yasayamayacağınızı düşünmek yetmez mi? Basit bir ölümü kendine yakıştırabilir mi insan? Bunları düşünmeye zaman veriyor mu sistem… Artık yeter demeli insan haykırmalı durmadan yaşama doğru yürümeli ve Vakti geçmeden kendini adamalı dağlara…
Avareş NİRVANA
- Ayrıntılar
Size eskilerden çok eskilerden bir hikaye anlatacağım. Maria Magdellena’nın hikayesi ve sizinde çok iyi bildiğiniz bir hikaye. Yapılan bazı araştırmalar ve bazı araştırmacıların görüşüne göre Hıristiyanlığın yeni yeni yayıldığı ve Hz. İsa’nın bir peygamber olarak tanındığı dönemlerde Maria Magdellena İsa’nın sevdiği kız olarak bilinir. Maria Magdellena o toplumun için de fahişe olarak teşhir edilerek tanrılar katında günahkar bellenerek ölüm fermanı verilen birisidir. Ve bu fermanı uygulamak için bir araya gelen kendilerini “günahsız” sayanlar Maria’yı recmetmek için meydanda toplanırlar. Ceza mutlaka hayata geçilecektir, vakit gelmiştir artık. İlk taşı atmak için hazırlanırlar ve birden bire Hz.İsa çıkagelir; yüzünü halka dönerek “ilk taşı günahsız olan atsın “der ve İsa Mesih bu sözü söyledikten sonra herkes elindeki taşı yere atarak dağılır. Çünkü taşı kaldıran tüm erkekler bu konuda yani zina konusunda günah işlemişlerdir.
Şimdi size bu hikâyeyi niye anlatıyoruz; son zamanlarda gündemde olan Özgecan cinayetinin perde arkasıda budur aslında. Binlerce yıldır kadın üzerine yürütülen erkek egemenlikli zihniyetin sonuçlarının birer devamı ve bu zihniyetten kendisini kurtaramayanların vahşetidir. Bu ülkede bu cinayetler ilk değildir ve sonda olmayacaktır. Daha önce Münevver Karabulut’ta böyle katledilmişti. Sorun belli. Sorun beş bin yıllık erkek egemenlikli zihniyetin çözümlenmesi, bilince çıkarılması ve bunun sonucunda da bu kirlenmiş zihniyetten kopuştadır. Yani zihniyet devrimi sağlamaktan geçmektedir.
Yaşanan bu vahşetin asıl suçlusu AKP hükümetidir ve onun iktidara gelişinden beri çıkardığı yasalardır. Bu cinayetlerin ortağı Tayyip’in kendisidir. İktidara geldiği günden beri kullandığı eril ve baskıcı egemen erkek dilden dolayı bu cinayetlerin sayısı artmıştır. AKP hükümetinin kendisi bu cinayetleri engelleyici yasalar çıkartmadığı gibi bu cinayetlere ortak olmuş ve desteklemiştir.
Daha geçen ay;“kadın ve erkek eşit değildir, bu fıtrata aykırıdır” diyen Tayyip şimdi ise Özgecan'ın katillerine en büyük cezanın verileceğini söylemekte ve timsah gözyaşları dökmektedir. Alacağı tedbirler ise; otobüslere buton koymak, alo şiddet hattı açmak, dijital kelepçe sistemi vb. buna kargalar bile güler.
Peki, sormak lazım bu tür tedbirler Münevver Karabulut cinayetinde işe yaradı mı? Veya Güldünya için, Şemsiye Allak için işe yaradı mı? Yaramadı tabii. Yaramadı çünkü pansuman tedbirlerle sorunlar köklü çözülemez. Çözülemediğini de günlük kadın kıyımlarından görüyoruz. Bunun tek çözümü vardır o da; eril, egemen, baskıcı, tahakkümcü erkek zihniyetinin çözülerek terk edilmesidir.
Friedrich Nietzsche devleti şöyle tanımlamıştı: “Bütün soğuk canavarların en soğuğuna devlet denir.” Devlet, soğuk soğuk yalan söyler ve ağzından; ben halkın ve ulusum devletiyim yalanı hiç düşmez. Unutmayalım ki yalancının mumu ancak yadsıya kadar yanar ve ardından da söner, sönmek zorunda kalır.
Gün geçtikçe şiddet toplumu olduk çıktık. Dışarıda, mecliste, evde bir şiddet güruhu almış başını gidiyor. Bu güzelim insanlar nasıl bu hale geldi veya nasıl bu hale getirildik? Bir kartopu yüzünden bir birini öldüren, mecliste bir yasa tasarısı için tekme tokat birbirine giren bu insanlar, nasıl bu hale geldi cevabı belli. Cevabı: erkek egemenlikli devlet zihniyeti.
Peki, buna karşı ne yapılması gerekiyor? Öncelikli olarak dile getirildiği gibi erkek egemenlikli zihniyetin hızla terk edilerek doğaya, insana ve tüm varlıklara yakın duran kadın zihniyetinin ve aklının tüm insanlığa yayılması gerekiyor. Kadının artık sistemden kopması kendi komünlerini ve öz savunmalarını yaratması ve bu eril zihniyetten kopup yeni bir dünya yaratması gerekiyor. Yani bir zihniyet devriminin yaratılması gerekiyor.
Abdullah Öcalan bu durumu “gül devrimi” olarak tanımladı. Kadının kendi meclislerini, kendi komünlerini, kendi sistemlerini kurup bu devletçi ve eril zihniyetten kopması şart. Kadının güçlenmesinin tek yolu kopuştan geçiyor. Kadının köklü bir biçimde erkek egemen gerçekliğinden sadece cins boyutuyla değil; felsefi, ahlaki, siyasal, toplumsal vb. geriliklerin etkisinden kopması gerekiyor. Çünkü gücü olmayanın özgürlüğü eşitliği olamaz. Bunun için birlik olmalı ve gerektiğinde bu kirlenmiş ve insan vicdanını inciten dünyayı yıkmak için ayağa kalkmalıdır. Kadın güçlendikçe egemen zihniyet daha da vahşileşecektir. Çünkü kendi ölümünü ve yok oluşunu görmektedir bu eril zihniyet.
Kazanan ve özgürleşen kadın; insanlığın doğuşu yani aydınlığın doğuşu ve mutlaka ama mutlaka karanlığın batışıdır. Ve bu mücadelenin kazananı kesinlikle kadınlar olacaktır.
Xemgîn Amed
- Ayrıntılar
Öncelikli olarak belirtelim ki; şiddet kültürü iktidar adacıkların oluşumu ile başlamış ve ne zaman ki kendini kurumsallaştırmış ise bu şiddet savaş halini alarak halkların, tüm insanlığın başına bela olarak bugüne kadar gelmiştir.
Bunun için şiddete karşı köklü duruş bireysel karşı duruş ile giderilemez. Köklü karşı duruş bu bağlamda ideolojik bir duruşu gerektirir.
Nedir bu ideolojik karşı duruş?
Şiddetin köklerine inerek oradan alıp getirmek, çözmek ve karşı çözümü bulmayı gerektirir. Bu bizi doğal toplum diye tabir ettiğimiz, insanlığın ilk şiddetsiz hafızasına kadar götürür. Orada varsa bir şiddet o da birilerini tahakkümüne almaktan ziyade yaşam ihtiyaçlarını aşmayacak bir şiddet olacak ki, buna da ne kadar şiddet denilir, bu da tartışmalıktır. Ancak ne zaman ki doğal toplumda var olan; ortakçı, paylaşımcı, barışçı, eşitlikçi ve de adaletli yaklaşımlar, ana yanlı toplum yerine ataerkin hüküm sürdüğü toplum düzenine yerini bıraktı, oradan başlayarak bugüne kadar bu şiddet ve savaş kültürü adım adım gelişti. Ve unutulmasın ki ata erk denilen erkeğe dayalı sistem kendisini devlet haline getirerek kurumlaştırdıktan sonra ise şiddet tümden kurumsallaşarak, önceleri olmayan, ayıplanan adeta normal hale getirildi. Ve nitekim bugün içerisine doğduğumuz dünya maalesef böyle erkek şiddetine dayalı, kadını dışlayıcı bir dünya haline gelmiş ve getirilmiştir.
Bunun için diyoruz ki kadın şiddetine karşı duruş önce ideolojik bir duruşla mümkündür. Önce erkek egemenlikli zihniyete karşı verilecek mücadele ile bu mümkündür. Önce kendi oluşmuş ya da oluşturulmuş olan egemenlikli zihniyetimize karşı mücadele etmemizle mümkündür.
Bu yapıldıktan sonra yapılacak başka mücadele yöntemlerine geçmek daha yerinde olur. Aksi taktirde ormanı bırakıp ağaçlarla uğraşır ya da çok meşhur olan deyimle, bataklığı bırakıp sivrisinekle uğraşmış oluruz ki bu da sonuç vermez. Ya da sonuçları harcanmış olan emeklere denk düşmez.
Evet, önce eril ve egemen zihniyete karşı bulunduğumuz her yerde cephe açmalı ve mücadele etmeliyiz. Önce iktidar zihniyetine karşı durmalıyız. Önce iktidarın en yoğunlaşmış hali olan devlete ve devlet zihniyetlerine karşı durmalıyız. Önce tahakkümün her türlüsüne karşı durmalıyız.
Bunu yaparken de şiddet uygulayan egemen zihniyetlere karşı da elbette çok ciddi bir duruş ve tavır içerisinde olunması şarttır. Ve bunu yaparken kendimizi bunun dışında tutmadan yapmalıyız ki inandırıcı olsun, sonuç alsın.
Bugün Türkiye’de günlük olarak karşımıza kadına el uzatan, şiddet uygulayan, taciz eden vakalara rastlamaktayız. Günlük olarak ruh sağlığımız bu tür vakalarla bozuluyor. Bozmaya çalışıyorlar. Bu sinir bozucu, insanı insan olmaktan utandıran zihniyet bozukluklarına karşı da yapılması gerekli çok şey vardır ve olmalıdır da.
Birçok toplumda -bizim bile bildiğimiz- toplum normlarına uyulmuyorsa sosyal tecrit cezaları vardır. Toplumlar bunu ahlaki değerlerine dayandırarak yapıyorlar.
Örneğin; bazı toplumlarda, toplumun ahlaki değerlerine uymayanları dıştalıyorlar, içlerinde tutmuyorlar, atıyorlar. Yine bazı yerlerde sosyal tecrit dediğimiz, suç işleyen yani toplumun ahlaki değerlerine riayet etmeyenlerle, toplum konuşmuyor. Söz konusu edilen bireyler kendilerini düzeltene kadar bu durum, yani sosyal tecritlik durumu devam ediyor.
Konumuza dönersek; kadına şiddet uygulayanlara, el kaldıranlara, taciz ve tecavüz edenlere ve hakaret edenlere karşı bir hamle biçiminde sosyal tecrit neden uygulanmasın.
Bir ön adım olarak, önce bu tür kişi ve kişiliklere-tahakkümcü ve egemen iktidarcı zihniyete karşı mücadelemizi yürütürken- selam vermeyelim. Selamımızı keselim. Yüzlerine bakmayalım. Yüzümüzü böylelerinden çevirelim. Ve bu eylemimizi bu tür kişi ve kişilikler kadınlardan özür dileyene kadar sürdürelim. Ve bunu bir kampanya olarak tüm Türkiye ve Kürdistan’a yayalım.
Evet, Kadına kem gözle bakan egemen erkek zihniyetine karşı, her yerde bir kampanya biçiminde, “Selam Verme” kampanyasını geliştirerek, hastalıklı olan bu zihniyete her cepheden savaş açalım.
Kasım Engin
- Ayrıntılar
Kapitalizm özü itibariyle zincerlerinden boşalmış bir bireyciliktir. Bireycilik ise her türlü nefsi düşüştür. Bu bağlamda kapitalist modernist kültüre karşı duruş her şeyden önce bu nefsi düşüşe ya da düşürülüşe karşı duruştur.
Şunu iyi bilelim ki; kapitalizm ideolojisi olan liberalizm her şeyden önce özü itibariyle toplumsal olan insanı toplumsallıktan kopartmadır. Bir bireyi ne kadar toplumda kopartırsa o kadar insan olmaktan, ahlaki olmaktan koparta bilir.
Kapitalist kültür bunu neyle başarıyor, ya da toplumsallığı neyle yıkıyor? Ya da toplumsallığın mezarını nasıl oluşturuyor? Yukarıda ifade ettiğimiz gibi mezar oluşturmayı derin bireycilikle sağlıyor. Kişi birey oldukça toplumsallığa katkılar sağlar, birey olmaktan çıkarsa yani bireycileşirse orada toplumun mezarını kazmaya başlar. İşte mezar kazıcılığın başladığı yer bireyin nefsine yani kişiliğine hakim olup olmamasıyla ilgili bir durumdur.
Kapitalist kültür liberal ideolojisiyle her insanın zayıflığına hitap eden bir kültürdür. Bu bağlamda liberalizm bireyin zayıflıklarını hortlatma ideolojisidir. Bu ise nefstir.
Dikkat edelim kapitalist kültür önce bireylerin güdülerine hitap ediyor. Gösteri bir toplum olarak kendisini şekillendiren bu toplum dışı kültür, bireyi toplumun karşısına dikmek için ya da dike bilmek için elinde ne kadar maddi imkan varsa devreye koyuyor. Maddi imkan her şeyden önce gözle görülenlerdir, elle tutulanlardır, tadılanlardır, kokusu alınanlardır.
Kapitalist modernist kültüre karşı durmak bunun için her şeyden önce kişinin kendisine karşı mücadelesinden geçer. İslami deyimle nefsini terbiye etmekten geçer.
Kapitalist kültür öyle sanıldığı gibi büyük şeylerle insanının terbiyesini bozmuyor. Tam tersine küçük küçük şeylerle insanın terbiyesini bozuyor, insana el atarak kendisine benzetiyor. Öyle ki çoğu zaman içimize sızdırdığı ideolojik bakışını fark etmeden bizi birde bakmışız kendisine benzetmiştir. Bir kere insan kapitalist modernitenin kültürünü edinmiş olsun, ona benzemiş olsun artık orada geri dönüş çok mu ama çok zor oluyor.
Maddi kültür öyle sanıldığı gibi etkisiz bir kültür değildir. Tam tersine insanı zayıf düşüren, etkileyen hatta binlerce kez görüldüğü gibi insanı kendisine karşı çıkara bilecek kudreti olan bir kültürdür.
Tarihteki tüm tasavvufçulara bakalım, peygambersel çıkışlara bakalım hepsinde ortak olan kesinlikle maddi dünyaya karşı uyarıcı olmalarıdır. Çünkü onlarda görmüşlerdir ki maddi kültüre karşı güçlü bir zihinsel duruş olmadı mı, aynen Çernobil vakası gibi insanın içine hem de en derinliklerine kadar sızarak, etkisiz kılabiliyor.
Evet, bunun için her şeyden önce nefs savaşını iyi vermemiz gerekmektedir. Bu ise bir lokma yemekten başlar bir parça elbiseyi giyişe kadar, bir cıncık boncuktan başlar egosunu gösterme zeminini sunmalara kadar, bir kuruş paradan başlar duyguları okşayan maddi değerlere, derken ne kadar böyle insanı sisteme çekebilecek şey varsa oraya kadar götürür.
Sözü uzatmadan belirtelim ki, kapitalist modernist kültüre karşı duruş olmadan gerçek manada sistem içileşmekten kurtulunamaz. Sistemin dışına çıkılamaz. Sisteme karşı alternatif olunamaz.
KASIM ENGİN
- Ayrıntılar
Kusmuk, kusulan şey anlamındadır. Gerçekten de DAİŞ insanlığın kustuğu tüm kötülüklerdir. Deniliyor ya Pandora’nın kutusu, aynen öyle bir kutuda dışarıya fırlamış ne kadar böyle kötülük varsa hepsinin toplama olan bir kusmuk.
Çok uzun bir süre olmasa bile şimdiden Ortadoğu halklarının ruhsal dengesini bozan bir faşizan yapı hale geldiği her geçen gün daha iyi anlaşılmaktadır. Öyle ki geçmişte insanların kelleriyle kale yapan faşizan ve despot yapılardan daha ileri bir faşizan ve despotluğu günlük olarak sergilemelerinin yanı sıra, insanı katletmenin de en ileri teknolojisini icat etmişe benziyorlar. Koyun‘nun kellesini keser gibi insanların boğazına hiç bir şey olmamış gibi bıçak dayayan ve de kameraların önünde tüm dünyaya göstererek kesen bu yapı sıradan bir insan psikolojisine sahip olamazlar. Yine Ürdünlü pilotu kafese yerleştirildikten sonra benzinle yakan ardından ise kepçelerle üstünden geçerek en sadist bir tarzda katleden bir yapı sağlıklı olamaz. Ya da insan olamaz.
Böyle bir yapı gerçekten de tüm insanlığın başına beladır. Bugün Ortadoğu’da olup bitenler Orta Afrika’da öyle görülüyor ki daha acılı ve sancılı bir şekilde gerçekleştiriliyor. Yüzlerce, binlerce insanın kellesini kesen Boko Haram DAİŞ’in bir benzeri ve hatta kendisidir. Yine Charlie Hebdo’yu yapan zihniyette aynı zihniyette aynı zihniyettir.
Gerçeklik böyle iken o zaman yapılması gerekli olan karşı duruş nasıl olmalıdır? Karşı duruş nasıl alınacaktır?
Dağlarda duyabildiğimiz ve görebildiğimiz kadarıyla DAİŞ’in uyguladığı yöntemin bir benzerini başka ülkelerde uygulamaya kalkışıyorlar. Güya DAİŞ’ten çekinmediklerini ifade etmeye çalışmış oluyorlar. Örneğin Ürdün hunharca katledilen Pilotlarına karşı verdiği cevap hemen idam ve hava saldırıları olmuştur.
Bu ne kadar doğru bir cevabı teşkil edebilir ki? Belki bir pansuman yöntemi olarak bir rol oynayabilir. Lakin pansuman yöntemler asla uzun vadeli olamazlar. Bunlar hep geçici çözümlerdir. Geçici çözümlerin ise insanlığın başına ne kadar büyük belalar yarattığını da bilmem söylememize gerek var mı?
DAİŞ’e karşı mücadele elbette bir kararlılığı gerektirir. Ancak bu kararlılık DAİŞ’in temellerine dinamit koyacak bir zihniyet dünyasıyla mümkündür. Bunun için eğer Arap devletleri DAİŞ’e karşı bir mücadele geliştirmek istiyorlarsa önce kendi içlerinde inanılmaz ölçüde demokrat olacaklardır. Demokrasinin önünü açacaklardır. Halkların renklerini tanıyacaklardır. Kadına öncelik vereceklerdir. Tüm inançlara eşit mesafede aynı saygı temelinde saygı gösterecekleri gibi tüm farklı halk ve etnisiteleri yönetimlere taşıyarak bir nevi kendi iç güvenliklerini sağlama alacaklardır.
Aksi taktirde DAİŞ gibi faşizan yapılar her zaman fitne fesat oyunlarıyla –bugün yaptıkları gibi-içlerine sızarak karşıt mücadeleyi zayıf düşürebileceklerdir. Bunun olmaması için belirttiğimiz gibi önce kendi içimizde Demokratik Ulus modeline yakın bir modeli kabul edeceğiz ve pratikleştirmesi için de çalışacağız.
Bu olursa, o zaman insanlığın kusmuğu olan DAİŞ bir tükürükte dışarıya huruçlanarak atılacak ve hak ettiği yani tarihin çöp sepetine atılacaktır.
Kasım Engin
- Ayrıntılar
